Geçmiş aldığımız nefeslerin toplamı mıdır? Peki ya kalp
atışlarımızın, adımlarımızın, göz kırpışlarımızın? Geçmiş “geçmiş” midir ya da?
Geçebilir mi? Kendi içinde bir “evren” barındırsa da bulunduğu evrende bir toz
parçacığı kadar bile yer kaplamayan insanoğlunun hayata tutunma çabası belki de
gelmiş geçmiş en büyük macera. Sonsuzluğun içerisinde her bir insanoğlunun yer
alma hikâyesi mucizelere inanmak için geçerli bir sebep değil mi? Boyhood’u
büyüleyici bir film yapan da işte bu. Hayat denen kısa süre sonsuzluğun en
güzel çağına şahit olmaya çağırıyor bizi: Çocukluğa.
Gökyüzüne bakan Mason’ın bakış açısıyla başlıyor Boyhood.
Fonda “galaksiler arası” bir grubun, Coldplay’in, en efsane şarkılarından biri
olan Yellow’la gökyüzünü seyre dalmak, sinema tarihinin en etkileyici
başlangıçlarından biri olsa gerek. Yönetmen Linklater, bir anlamda her şeyi
özetliyoruz aslında: Bulutların bembeyaz güzelliğine ve mavi sonsuzluk denizine
bakan masum bir oğlan çocuğu, hayat denen bu eşsiz maceraya panoramik bir bakışı
temsil ediyor.
Boyhood ana eksenine Eller Coltrane’nin canlandırdığı Mason
karakterini koyuyor. Mason, filmimizin başında ufak bir oğlanken film
sonlanırken onu üniversiteye giden genç bir delikanlı olarak izliyoruz. Filmin
en şaşırtıcı ve benzersiz yanlarından en büyüğü belki de bu: Bu film 12 senede
çekildi. Çocuk karakterlerimiz için büyüme, erişkin karakterlerimiz için de bir
olgunlaşma hikayesi var karşımızda.
Film her bir karakterine hak ettiği yeri vermekte çok
başarılı. Bir hayat replikası olarak Boyhood, bu anlamda hiç zorlanmıyor. Her
karakterin Mason etrafında yol alışlarını değil de “onunla birlikte”
geçirdikleri değişimi izliyoruz. Ama Mason bir başka. Dünyaya her daim meraklı
gözlerle bakan, ilkokulda sınıfta habire pencereden dışarıyı izlediği için
uyarılan, kelimelerinden çocuksu bir bilgelik akan ama asla şımarıklık ve
yapmacıklık içermeyen Mason’ımızın babasıyla diyalogu belki de tüm bunları
anlatıyor:
“-Baba, dünyada gerçek
sihir yok, değil mi?
-Nasıl yani?
-Periler gibi falan.
Hepsi sadece uydurma…
-Bilmem. Perilerin
balina gibi bir şeyden daha sihirli olduğunu nereden çıkardın? Anlıyor musun,
sana okyanusun altında sonar kullanıp şarkılar söyleyen dev bir deniz memelisi
olduğunu anlatsam, “O kadar büyükmüş ki kalbi bir araba kadar” , “Damarlarının
içinde sürünebilirsin!” desem ne düşünürdün? Sihir gibi olduğunu değil mi?
-Evet
-Ama şu an dünyada
peri falan yok değil mi?
-Hayır, teknik olarak
yok.”
Boyhood, benim için ayrı anlamı olan bir film. 90’larda
çocukluğunu yaşayan biri olarak huzur, hüzün ve melankoli karışımı bir duygu
hissetmemem elimde değildi. Boyhood’u özel kılan, tam da o zamanları
“yansıtması” değil, tam da o zamanların olması. Mason’un uzanıp renkli tüplü
televizyonda çizgi film izlediği sekanslar, kardeşi Samantha’nın Britney
Spears’ın şöhretin zirvesine tırmandığı ve “teenage” idol olduğu zamanların
nişanesi olan “Oops… I Did It Again” şarkısını söylediği anlar, Amerika-Irak Savaşı, sadece Amerika’da değil
tüm dünya çocuklarının dimağlarında yer edinmiş eski Amerikan başkanı Bush’ın
“icraatları”, video oyunları, “sanal bebek”ler, sessiz sinema oyunu ve belki de
bizim yaş grubumuzu ne kadar büyüsek geçmişe götürecek Harry Potter serisine
bir gönderme… Tüm bunlar o kadar naif ve gerçekçi ki, Linklater 90’ların
çocuklarının hayatına “büyülü gerçekçi”
ve zamansız bir anı oluşturmaya çabaladığını ve bu çabasında da başarılı
olduğunu söylememek mümkün değil.
Patricia Arquette’ye gelecek olursak, hayat verdiği Olivia
karakteriyle de aldığı Oscar’ı fazlasıyla hak ediyor. Olivia, her şeye rağmen
hayat tutunmaya çalışan, yanlış evlilikler yaptığına şahit olduğumuz ve
çocuklarıyla büyüyen bir an
ne. Onun hakkında daha fazla konuşmadan önce belki
de şu repliklerine bakmak en doğrusu:
“Gerçek bu! Ben bir
anneyim. Sorumluklarım var. Ben de kendime vakit ayırmak isterdim. Gidip
kahrolası bir film izlemek isterdim. İstemediğimi mi sanıyorsun? Yemeğe çıkmak
, bara gitmek isterdim. Nasıl bir şey olduğunu bile bilmiyorum! Birinin
çocuğuyken birden çocuklarımın annesi oluverdim.”
Olivia, hayattan istediklerini almaya çalışırken bir yandan
da çok sevdiği çocuklarını büyütmeye çalışan bir anne ve yönetmen Linklater’ın
bu noktada anne fedakarlığı kavramına dikkat çektiğini görmekteyiz. Film,
toplumsal olarak üzerine yüklenen bu fedakarlık rolünde annelerin ne kadar
ezildiğini ve kendine ait hayatının olmasının bir lüks addedildiğini dramatik
bir şekilde dile getiriyor. Bunu yaparken de gerçekçiliğin topuzunu melodrama
kaçırmamayı başarıyor. Olivia, hayatın ona verdiği-vermediği desteklerle yoluna
bir anlamda yalnız başına devam eden bir karakter. Filmi bir “annenin çocuğu”
etiketiyle izleyen herkesin düşüneceği ve kendine soracağı çok şeyler var.
Arquette’nin oyunculuğun zirve yaptığı anda söyledikleri ise hikaye içinde
hikaye yaşamlarımızın en sorgulatıcı anlarından biri oluyor:
“Neyi fark ediyorum
biliyor musun? Hayatım böyle geçip gidecek. Bir dizi dönüm noktası: Evlenmek,
çocuk sahibi olmak, boşanmak, disleksi olduğunu sanmamız, sana bisiklete
binmeyi öğretmem, yine boşanmam, yüksek lisans diploması almam, nihayet
istediğim işe girmem, Samantha’yı üniversiteye yollamam, seni üniversiteye
yollamam. Sırada ne var biliyor musun? Kahrolası cenazem.
Sadece daha fazlasını
ummuştum.
Linklater filmlerinin vazgeçilmezi, Before
Sunset-Sunrise-Midnight üçlemesinden hatırlayacağımız Ethan Hawke, Boyhood’da
muhtemelen kariyerinin en keyifli rolünü oynuyor. Doğallığı ve samimiyetiyle hikâyeye
çok şey katan Hawke, baba rolünün hakkını veriyor. Bu baba figürü, anneyle ayrı
olsa da çocuklarıyla bağlarını her daim sıkı tutmaya çalışan ve hayatla
cebelleşen bir annenin yanında çocukların ruh sağlığını için bir denge unsuru
gerekliliğini karşılıyor. Linklater bize hatalarıyla doğrularıyla sevgi dolu
bir baba figürü çiziyor. Mason’ın lise mezuniyetinden sonraki günlerde
babasıyla yaptığı anlamlı konuşma da filmin “highlight”larından:
“-Peki ne anlamı var?
-Neyin?
-Bilmem, tüm bunların,
her şeyin.
-Her şeyin mi? Ne
anlamı mı var? Ben biliyorsam senin olsun. Kimse de bilmiyor, tamam mı? Sadece
idare ediyoruz. Güzel olan bir şeyler hissetmen, buna sıkı tutunmalısın.
Ciddiyim, yaşlandıkça hislerin köreliyor. Nasır bağlıyorsun…”
Mason’ın anne ve babası hayat maceralarında olgunluk
çağlarının sancılarını çekerlerken Mason’ın da kendini tanıma ve anlamlandırma
süreci içine girdiğine ve “büyüdüğüne” şahit oluyoruz. Daha ilk sahnede boncuk
gözleriyle gökyüzüne anlam arz eden bakış fırlatan bu ufaklığın hayatın
anlamını sorgulayan bir gence dönüşmemesi mümkün mü? Mason, lise aşkıyla
yaptığı konuşmalar senaryonun onun karakterini yansıtmada zirve yaptığı
noktalar oluyor:
“-Peki kimsenin seni
kontrol edemediği mükemmel bir dünya olsaydı ne fark ederdi? Ne değişirdi?
-Her şey. Sadece
istediğim her şeyi yapabilmek istiyorum, çünkü o zaman yaşadığımı hissediyorum.
Bir normallik yanılsaması yaşamaktansa…”
Boyhood, “büyüyen” bir film olma ayrıcalığını arka planda
zaman akışı hissiyatını koruyarak seyirciyi odaklıyor. Bir yanda küçük bir
kızken Britney Spears hayranı olan Samantha’yı ergenliğinde Lady Gaga dinlerken
buluyoruz, diğer yanda ise bizim her yaşı derinlikli yaşayan Mason’ımızın
ağzından Linklater’ın günümüz sosyal medya ve insan ilişkileri konulu
düşüncelerini dinliyoruz:
“Sonunda olayı çözdüm.
Bence her şey cyborg ve robot yapmanın fazla pahalı olduğunu fark etmeleriyle
başladı. Masrafları karşılamak imkânsızdı. Onlarda insanların kendilerini
robota dönüştürmesine izin vermekte karar kıldı. Şu anda yaşanan bu!
… Geçen gün bir yazı
okudum. Gelen kutumuzda yeni e-posta sesi duyduğumuzda beynimizde dopamin
salgılanıyormuş. Beynimizin yıkanmasına izin verdiğimiz için kimyasal olarak
ödüllendiriliyoruz sanki. Nasıl bir şeytanlık bu? Yanmışız biz…
… Sadece hayatımı bir
monitörden yaşamamayı denemek istiyorum. Gerçek etkileşim istiyorum. Gerçek bir
insanla, koyduğu profille değil.
Sabahtan beri
telefonunu kontrol ediyorsun, peki asıl amacın ne?”
Filmin tüm bu samimi ışıltıya sahip oyuncuları ve gerçekçi
ve çarpıcı kurgusunun yanı sıra mekan ve nesne kullanımı da görsel bir zevk
veriyor. Özellikle Amerika’nın doğal güzelliklerine şahit olduğumuz panoramik
çekimler ve bu panoramanın arasında doğanın bir parçasına dönüşen
karakterlerimizin inanılmaz estetik bir hava yarattığını söylemeliyim. Ayrıca filmin harika müziklere de sahip olması tüm bu şiirselliği ete kemiğe büründürüyor.
Özetle Boyhood tam anlamıyla seyirciler için bir “deneyim”.
Bir ailenin hikayesi bu ve aynı zamanda hepimizin gerçekliği. Adına hayat
dediğimiz bu kısa süreli sonsuzluğu bu kadar sihirli yapan da bizim hikayelerimiz
değil mi?
Kubilay
Filmin IMDB sayfası: http://www.imdb.com/title/tt1065073/
Filmin Wikipedia sayfası: http://en.wikipedia.org/wiki/Boyhood_%28film%29
Filmin Resmi Adresi: http://boyhoodmovie.tumblr.com/#
1 yorum:
Blogunuzun tasarımını değiştirmişsiniz sanırım? uzun zaman olmuş görüşmeyeli:) bu filmi merak ediyordum, infografik de oldukça ilginç, paylaşımınız için teşekkürler:)
Yorum Gönder