“Normal olmadığının
farkındayım, ama kim normali sevmiş ki?”
“Sorun elbette ki
havuçlarla başladı. Havuçlar turuncu, bezelyeler ise yeşildir. Temas etmemeleri
gerekir.”
Turing’in çocukluğuna, okul yıllarına inen sekans serisi bu
sahneyle başlıyor. Yemekhanede büyük bir dikkatle bezelyeleriyle havuçlarını takıntılı
bir biçimde ayıran izole edilmiş bir çocuk var karşımızda. Ve böyle bir avın
peşine düşmekte geç kalmayan okulun “zorba” tipleri. Çocukların birbirine
yaptığı şiddetin dramatiklik dozu seyirciyi üzme görevini başarıyla yerine
getiriyor. Bu noktada Turing’in ağzından film boyunca iki kere duyduğumuz ve
filmin “highlight” repliklerinden birine şahit oluyoruz:
“İnsanlar neden
şiddeti sever biliyor musunuz? İyi hissettirdiği için tabii ki. İnsanlar
şiddeti son derece tatmin edici bulurlar. Ancak tatmin yok olunca eylemin içi
de boşalır.”
Belki de bu nokta da filmin en önemli karakteri karşımıza
çıkıyor: Christopher. Turing’in en yakın arkadaşı ve gelecekte yapacaklarının
zihinsel temellerini atan saf çocukluk aşkı. Christopher’la aralarında geçen konuşmalar
senaryonun özellikle üstünde durduğu bir nokta. Temelde tüm bu geriye dönüşler aynı
amaca hizmet ediyor: Turing’i Turing yapan onu dört bir tarafı nefretle
kuşatılmış yalnızlık hissinden kurtaran ve saf sevgi, destek ve merhametini
veren Christopher.
“-Beni dövmelerinin
tek sebebi onlardan daha akıllı olmam.
-Hayır, seni
dövmelerinin sebebi farklı olman.
-Annem yalnızca tuhaf
ördeğin teki olduğumu söylüyor ve kesinlikle haklı
-Fakat biliyorsun
Alan, bazen kimsenin hayal edemediği
şeyleri hayal edip yapan insanlar vardır.”
Bu noktada üzerinde dönüp duracağımız düşünce patikamızın
varmak istediği yere bakışlarımızı çevirmek en doğrusu olacak. Dışarıdan
sorunlu ve zavallı olarak yaftalanan yapayalnız bir dahi ve “Christopher”
imgesi The Imitation Game’in film boyunca farklı açılardan ele almaya çalıştığı
eşcinsel bir aşk. Kendi hissiyatım, filmin bu konuda vermek istediği genel
hissiyatın şu olduğu: “Lütfen ön yargılarından sıyrıl ve anlamaya çalış.”
Filmin büyük dramı bu noktadan başlayıp “tarihi bir gerçeklikle” sonlanıyor.
Eşcinselliğin “ahlaka aykırı davranış” olarak yasalarca cezalandırıldığı bir modern(!)
İngiltere ve hapse girmektense hormonal tedaviyle kimyasal hadımı seçen,
sonrasında yaşadığı yıkıcı sürece dayanamayıp intihar eden Turing üzerinden
belki de şimdilerde kendini hoşgörü timsali ilan eden batı dünyasını kendisiyle
yüzleştiriyor. Bu noktada kelimeleri kullanmakta zorlanıyorum, bu bıçak sırtına
döndürülmüş hassas meseleyi makro düzlemde ve üstünkörü konuşmak “ahkâm
kestiğimi” hissettiriyor. Durup
düşünmemiz gereken şu, eşcinsellerin hayatları üzerinde tahakküm alanını
genişletmek isteyen bir toplum ve genel geçer dünya görüşü elbette ki bir adım
uzaktan tek belirleyici değişken olarak gözükmekte olsa da bu bireysel bir
mesele. Tek tek her bireyin dramını ele almadan, anlamaya çalışmadan sosyolojik
kuramsal çözümlemeler yapmak; 41 yaşında kaybedilen bir dehaya vereceği nişanla
kendini aklamaya çalışan İngiliz kraliyetinin yaptığından pek de farklı
gözükmüyor.
Özetle The Imitation Game, toplumların “öteki” olarak
gördüğü bir kesimin ön plana çıkmış bir mensubunun dramını ele alarak bu konu
hakkında kendince bir şey söylemek isteyen bir film. Beğenirsiniz,
beğenmezsiniz, ele alış biçimini üstün körü bulursunuz, her şey mümkün. Yalnız
unutulmaması gereken bir şey var: Hikâyelerdir bizi birbirimize yakınlaştıran,
ön yargılarımızdan sıyıran. Kendi aczimizi idrak ettirip sonsuz evrendeki
hoşgörüsüz bakış açımızın ne kadar sığ olduğunu gösteren. Dünyayı daha güzel
bir yere getirmek birbirimizi anlamaktan geçiyor elbette ve bu seyrüseferimizde
bize eşlik eden her sanat eseri de desteği hak ediyor. Bu noktada söylemek
istediklerimi Turing’in dostlarından Joan’ın sözüyle bitirmek en güzeli belki
de:
“Normal hiç kimse bunu
yapamazdı. Biliyor musun, bu sabah, sen olmasaydın şu anda var olmayacak şehrin
birinden geçen bir trendeydim. Sen olmasaydın muhtemelen ölmüş olacak bir
adamdan bilet aldım. Tüm konularda bilimsel araştırma yapabiliyorsam, yalnızca
senin sayende. Şimdi normal olmayı istiyorsan, emin ol ki ben istemezdim. Öyle
olmadığın için dünya son derece iyi bir yer.”
Filmin fikri altyapısını oluşturan bir diğer olgu ise bilim
insanlarına karşı devletin ön yargısı ve bilime destek olmak yerine altında
çapanoğlu arayan devlet büyükleri(!) . Turing’in büyük emeklerle yaptığı
makinesini korumaya çalıştığı sahneler filmin en dramatik anlarından birisi. Evet,
bu noktada diyeceğimiz şu: Bu bir dram. Her yandan kösteğe uğramış Alan’ın
yüzünün güldüğü anlara nadiren rastlıyoruz. Tampon görevi ise Keira Knightley’in
canlandırdığı Joan Clarke karakteri oluyor. Filmimizin erkek egemen dünyasında
kendisine yer edinmeye çalışan zeki ve etkileyici Joan, Alan’ı bir anlamda
ehlileştiriyor ve hayatın güzel yüzünü görmesini sağlamaya çalışıyor.
Huysuzluktan vazgeçip etrafındaki insanlara “intikam alır gibi” davranmaması
gerektiğini öğretiyor. Tam bu anda oyuncuklardan bahis açmak gerekiyor. Keira
Knightley kendisine verilen rol kalıbı içerisinde hareket ediyor ve filmin
kısıtlı sayılabilecek sürede çok şeyi anlatmaya çalışmasından nasibini alıyor.
Bu yüzden ön plana çıkacak bir oyunculuktan ziyade güzel bir eşlikçi kıvamında
kalıyor.
Alan Turing’i canlandıran Benedict Cumberbatch filmin ona
sunduğu her avantajı kullanıp, boşlukları dolduran bir oyunculuğa imza atıyor.
Karakterine gerçek anlamda hayat veren Cumberbatch konuşması, mimikleri ile
imzasını atıyor. Son sekanslarda yer alan Knightley’le karşılıklı oynadığı
sahne ise kişisel sinema tarihimde hafızamdan asla kazınamayacak sahnelerden.
Filmin insani duygulara hitap eden yanı elbette beni daha
çok çeken kısmı ama filmi “koşturan” macera ve gizem unsurlarını da unutmamak
gerek. Filmimize başka bir taraftan bakarsak bu bir şifre çözme macerası,
kriptografi sanatının ve günümüz bilgisayarlarının temelinin atıldığı bir
bilimsel yolculuktan can alıcı kesitler. Film üç zamanda gelip giderken
şifrenin nasıl çözüleceğini de size merak ettiriyor. Bilimin getirdiği
çözümlerin insanın içinde uyandırdığı o yadsınamaz mutluluğu size hissettirmeye
başaran sahneler de mevcut.
Son tahlilde filmin eleştirebileceğim tek noktası kısa
sürede çok şey anlatmaya çalışması. Kurgusal bağlam bir yana değinmek istediği
sosyolojik ve toplumsal problemler, arka planda yalnızca bir süs gibi kalan savaş
gerçeği… Elbette film Turing’i odağına alıyor ama bazı noktalarda da “Madem
göstermeyecektin neden hatırlattın?” dedirten noktalara değiniyor. Kendi adıma
konuşacak olursam The Imitation Game’in tadı damağımda kaldı.
Film Akademi’nin zaaflarından yararlanıp mı bu ödülü aldı
diye düşünmek sizin kararınızda ama ilk başta dediğimi en sonda da söylemek
gerek. Bırakın ödülü bir kenara ve yalnızca hikayeye odaklanın. Bu dünyada olma
sebebimiz de hikayeler toplamak değil mi zaten?
“-Ne okuyorsun sen?
-Kriptografi hakkında
bir şey.
-Gizli mesajlar gibi
mi?
-Gizli değil, harika
olan kısmı da bu. Herkesin görebileceği mesajlar ama anahtarı yoksa kimse ne
anlama geldiğini bilemez.
-Konuşmaktan ne kadar
farklı?
-Konuşmak mı?
-İnsanlar
birbirleriyle konuşurken ne demek istediklerini asla söylemezler. Başka bir şey
söylerler ve senden yalnızca ne demek istediklerini anlaman beklenir.”
Kubilay
Filmin IMDB sayfası: http://www.imdb.com/title/tt2084970/
Filmin Wikipedia sayfası: http://en.wikipedia.org/wiki/The_Imitation_Game
Filmin Rotten Tomatoes sayfası: http://www.rottentomatoes.com/m/the_imitation_game/
Filmin IMDB sayfası: http://www.imdb.com/title/tt2084970/
Filmin Wikipedia sayfası: http://en.wikipedia.org/wiki/The_Imitation_Game
Filmin Rotten Tomatoes sayfası: http://www.rottentomatoes.com/m/the_imitation_game/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder