26 Temmuz 2014 Cumartesi

Ghost Stories: Ayrılıklar da Sevdaya Dâhil

Coldplay, yıldızların müziğini yapan grup. Bu dünyayı aşan müzikleriyle Coldplay evrene göz kırpar notalarla. Son olarak karşımıza Mylo Xyloto gibi devasa bir albüm projesi ve yoğun spot ışıkları altında çıkan grup, bu sefer daha sakin ve dingin bir albüm fikriyle karşımızdalar. Kamp ateşinin etrafına sıralanın ve günümüz ozanı Chris Martin’den hayalet hikâyelerini dinlemeye koyulun. Karşınızda Ghost Stories.

Hayaletler derken? Şarkı sözlerini dünyanın dört bir yanındaki kütüphanelerdeki hayalet hikâyelerinin içine gizleyip hayranlarını heyecanlı bir maceraya çıkarmak gibi başarılı ve eğlenceli bir promosyona imza atan Coldplay bu orta çağ izlenimli isimleriyle bize ne vaat ediyor peki? Mylo Xyloto’da renklerin içinde iki sevgilinin “Us Against The World” demesine şahit olup mutluluktan kanat açarken Ghost Stories’in sisli hayaletleri bu renk cümbüşünün üzerine gri bir perde indiriyor. Yer yer boşluklar olan eskimiş bir perde bu, hayalet hikâyelerine yakışır. Bu bir hüzün albümü değil aslında. Olsa olsa Coldplay hüznü bu. Coldplay’in duygu sarkacındaki çeşitlemelerin sonsuzluğundandır ki oluşturdukları notalar diyarında dünyaya ait tüm basmakalıp yargılar ortadan kalkıyor. Grubun solisti Chris Martin’in Gwyneth Paltrow’la ilişkisinin hazin bitişinin Martin’in haleti ruhiyesinde neler yarattığının albümü Ghost Stories. Renklerin yok oluşuna bir ağıt, ayrılığın evrensel hüznünün akustik anlatımı. Hayalet kavramı da Martin’in geçmişte yaşadığı her şeye verdiği bir isim. Ghost Stories hayaletlerin geçmişte aşka dair neler yaşattığı ve şimdi ayrılığa dair neler yaşatıyor olduğu üzerine kurulmuş bir albüm aslında.

Mylo Xyloto’nun rengârenk spot ışıkları ve bol promosyonlu, bol hitli dünyası Yellow’cu Coldplay fanlarını memnun etmemişti. Her zaman benim grubum dediğim Coldplay’in destansı Mylo Xyloto geçişi bana keyif vermişti, söylemezsem olmaz. İçerisinde Rihanna düeti “Princess of China” gibi önyargıya açık şarkıları barındıran ve “Abi bu nasıl alternatif, bildiğin ana akım olmuşlar!” dedirten Mylo’dan sonra Ghost Stories Martin’in kendi ağzından da bir kalibrasyon albümü. Beğeneni beğenmeyeni bir yana bırakalım grup Martin’in içinde bulunduğu ayrılık hüznünün de etkisiyle kendilerini ve müziklerini damıtıp safi Coldplay havasına ve akustik tınılara yoğunlaşmışlar. Abartılı nakaratlar ve dile dolanan vokaller vaat etmese de yine Martin’in kolay dinlenen ama bir o kadar da derinlikli sözleriyle Ghost Stories külliyatta bir direksiyon kırması havası oluşturuyor. Dikkat çekilmesi gereken nokta yine de hitlerinden kopamayan bir Coldplay bu, yarı u dönüşü yapmış bir grup. A Sky Full of Stars gibi harikulade bir hit bunun göstergesi. Klipteki bu karnaval havası çok Mylo Xyloto-vari değil mi sizce de?

Albümün standart versiyonu 9, deluxe versiyonu 12 şarkıdan oluşuyor. Always in My Head’le açılışı yaparken şarkı ruhani girişiyle albüm yapımı esnasında Martin’in etkilendiğini söylediği Sufi mistizmin havası çağrıştıran alt yapıya sahip. Karşımızda kalbine söz geçiremeyen ve ayrılığın esrikli havasını yaşayan bir anlatıcımız var bu şarkıda. Hava yine o evrensel hava, sitemsiz bir ayrılık ve vazgeçememenin kırgın hüznü. Karşısındakini suçlamayan bir ayrılık şarkısı. Aynı zamanda single olarak da yayınlanan Magic’le devam ederken ayrıldığı kadına “Yaşadığımız onca şeye rağmen seninle olmanın sihrine inanıyorum, evet kesinlikle!” diyen bir Martin karşımızda. Oz Büyücüsü havasındaki klibi ve sihirbaz temasının yapboz parçası gibi oturduğu klibiyle Magic albümün güzelliklerinden. 

Üçüncü şarkı Ink, ne kadar acıtsa da aşkının ruhani mürekkebiyle ruhuna dövme yaptırmaktan zevk alan bir adamı anlatıyor. Evet üç şarkı dinledik neler oluyor dediniz eminim. Ağlamadan sızlamadan sözleriyle kaleler kuran Martin ayrılığı en iyi ben anlatırım diyor adeta. Üç şarkıda albümün gidişatını belirleyen Coldplay dördüncü şarkı True Love’la ritmik bir hüzün güzellemesi yapıyor. “Tell me you love me,/If you don’t then lie to me…” nakaratıyla çaresizliğin anatomisi 101 dersinin açılışını yapan True Love, kişisel favorilerimden biri. Enstrümantal bölümleri ve Martin’in hayalet vokalleriyle tüy gibi bir şarkı bu.

Beşinci şarkı albüm yayınlanmadan ilk olarak duyduğumuz ve bizleri dumura uğratan Midnight. Alternatifliğin buram buram hissedildiği havası, Martin’in düzenlenmiş ve oynanmış vokalleri, robotik hüznü ve görselliğin müzikle dansını anlatan tekinsiz klibiyle albümün ayrık otu. Adeta bir trans müziği, kendinden geçiş, bir ışığa kavuşmak uğruna yalvar yakan olan karanlıkların sessiz sesi. Altıncı sırada “Şimdi ağlayacağız!” dediğimiz girişi ve şimdiye kadarki en sakin vokalleri ve “Another’s Arms” gibi damardan bir isime sahip şarkıyla karşılıyor bizi Coldplay. Yalnızlığın ve terk edilmişliğin marşı olacak bu hüzünlü şiirsel anlatım müzikle kelimelerin Coldplay uyumunda şahlanıyor adeta. Düzenlemesiyle kelimelerinin ruhunu kulaklarımızdan beynimize akıtan Coldplay’e şapka çıkarmak elde değil. 7. Şarkı Oceans’la aşk için değişmek/değişememek üzerine sözler çalınıyor kulağımıza. Romantiklik arttıkça albümün ritmi düşüyor ve 7. şarkı dinginliğin pik noktasında yer alıyor. Meditatif havasıyla bizi gerçek anlamda da okyanus sesleriyle de buluşturan şarkı Mylo Xyloto geçişlerine göz kırpıyor. (A Hopefull Transmission tarzı, hatırlayan olacaktır…)

8. sırada A Sky Full of Stars’la bombayı patlatıyor Coldplay ve gizli hitini açığa vuruyor. A Sky Full of Stars Coldplay evreninde ayrılığın nasıl neşeli aynalardan da yansıyabileceğini bizlere gösteriyor. Martin’in eski aşkına verdiği değerin şiirselliğini görünce bu ayrılığa üzülmemek elde değil. Evet, albümün bence en iyi sözleri burada. Karnaval havasındaki klibi bir yana canlı performansını da izleyince bu şarkıya ve gruba her notalarıyla bir kez daha hayran olmamak mümkün değil. Hep bir ağızdan şarkıyı mırıldanıyoruz bu noktada: “Such a heavenly view!”

Standart albümün son şarkısı ritim bu kadar yükselmişken kanatlarımızdan tutup Martin’in piyanosunun üzerine tüy gibi bırakıyor bizi. “O” albümün şaşırtıcı tercihlerinden birini yapıp bu ilginç şarkı sıralamasına sahip serkeş albümü beklenmedik bir biçimde sonlandırıyor. Yine Mylo Xyloto’ya dönecek olursak Up in Flames ve Don’t Let It Break Your Heart havasına sahip bir şarkı O, gökyüzüne dingin bir selam, bulutlar üzerindeki kaleye son bir bakış, düşmeden önceki boşluk hissi.

Deluxe versiyonun ilk şarkısı All Your Friends Coldplay hayranları dışındaki dinleyicileri bir anda vuramayacak bir şarkı ama albümü baştan sona dinleme şansına erişenler için o sarhoşluk arasında fark edilmeyen bir tökezleme. Ghost Story ismiyle müsemma bize ateşin etrafında akustik gitarlarla oturmuş bir hikâye dinlediğimiz hayalini yaşatan bir şarkı oluyor. Hayalet meselesini harfi harfine açıklayan bu şarkıda Martin’in bir parça duman içindeki fısıltıya benzetmesi kendini, varlıkla yokluk arasında ince çizginin ayrılıkla ne kadar belirginleştiğini gösteriyor bizlere. Neden bu şarkı standart versiyonda yok, sormadan edemiyor insan. Depresif ruhun hayaleti Ghost Stories’te aslında bizlere veda ediyor ve O (Part 2 – Reprise) ismiyle yine standart versiyondaki gibi bir sonla karşı karşıya bırakıyor. Bu sözsüz vedayla bulutların üzerinde yapayalnız bırakıyor dinleyicisini tüyden kanatlarıyla.


Coldplay, yılın en çok beklenen albümlerinden birine imza atmış durumda. Dinleyicisinin doğrudan kalbine hitap eden Ghost Stories listelerde de başarıyı yakalamaya devam ediyor, edecek. Ama Coldplay sihri burada işliyor: Coldplay sihri liste başarısı değil, ruhlara işleyen müzik yapmak demek. Mavi renkli hüznüyle hepimizi geçmişimizdeki kalp kırıklarıyla yüzleştiren albümü mutlaka dinleyin. Çünkü ayrılık da sevdaya dâhil…

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Kayıplara Karışmak: Kelimelerin Kanatlandığı Macera

Bizi, kişiliğimizi var eden çocukken okuduğumuz kitaplardır aslında. İlk gençliğimizin heyecanı içinde karıştırdığımız sayfalar bilincimizin en derin katmanlarına yerleşir. Tam da bu nedenle çocuk ve gençlik edebiyatı geleceğin okurlarını oluşturmada vazgeçilmez bir dayanak oluşturur. Üç kuşaktır sayısız çocuğu  -ne şanslıyım ki beni de- okumanın sınırsız hazzıyla tanıştıran Gülten Dayıoğlu, üstadım, kıymetli hocam çocuk ve gençlik edebiyatında 50. Yılını Kayıplara Karışmak isimli yeni gençlik romanıyla taçlandırıyor. Bize de okumak ve haddimizi aşmadan yorumlamak düşer o zaman...

Genel de kitap yorumlarıma kapaktan bahsederek başlamam ama Kayıplara Karışmak’ın kapağı Altın Yayınları’nın sonunda Gülten Dayıoğlu’na yakışan kitap kapakları hazırladığını bizlere gösteriyor. Daha önce yayınlanmış Gülten Dayıoğlu külliyatının kapaklarının başarılı şekilde yenilenmesini sevinçle izleyen ben Kayıplara Karışmak’ın kapağını görünce çok mutlu oldum. Yabancı çocuk/gençlik yazarlarının kaliteli kapaklarıyla boy ölçüşecek bir tasarım ön kapakta bizi karşılarken arka kapakta Altın Kitaplar’ın gelenekselleşmiş havası dengeyi bozuyor, söylemekte yarar var. Ön kapakla bütünleşmiş bir arka kapak ve yazı düzeni de olsaydı tam puanı hak edecekti. Umarım yayıncı kuruluş yeni baskılarda bu durumu dikkat edip yeni bir düzenleme getirir.

Gelelim romanımıza… Kayıplara Karışmak daha önce Mo’nun Gizemi üçlemesinden tanıdık olduğumuz yazar-roman sentezine sahip bir kitap. Gülten Dayıoğlu genç okuyucusunun merak duygusunu körükleyecek bu yazım tarzını ustalıkla kullanıyor. Kendisini de romana dâhil edip bir okur olarak bir Gülten Dayıoğlu romanı denilince aklıma gelen “fantastik-sıradanlık” olarak tanımlayabileceğim duyguyu oluşturuyor. Bu yöntemle kitabın okuru sarmalayıcı etkisi artıyor ve fantastik ögelerin havada kalmaması sağlanıyor. Bir başka dikkat çekici durum da yine Gülten Dayıoğlu okurların hatırlayacağı gibi bölüm alt başlıklarının okunacak bölümün anahtar özetini vermesi durumu yine karşımıza çıkıyor. Alt başlıklarla genç okurun dikkat dağılması sonucu kitaptan kopması engelleniyor ve geri dönüşlerini kolaylaştırıyor. Belki de Gülten Dayıoğlu bize bir gence nasıl kitap yazılacağını burada gösteriyor. Zaten ustalıkla senelerdir kullandığı kalemi şöyle dursun, romanı güçlendiren bu tip olgularla bize nasıl her çağa hitap edip zamansız bir yazar olunacağını gösteriyor.


İtiraf etmem gerekirse sevgili Gülten Dayıoğlu’nun Mo’nun Gizemi’nde bizlere alıştırdığı fantastik dozu adeta damarlarımızda gezdiren yeni bir hikâyeyle beklerken Kayıplara Karışmak’la karşılaşınca şaşırdım. Benim gözlemim romanın fantastik alt yapıda düzenlenmiş bir aşk/macera kitabı olduğu. Şahsi tercihim Gülten Dayıoğlu’nun uçsuz bucaksız hayal gücüyle oluşturduğu safi fantastik dünyalar olsa da Kayıplara Karışmak’ta durum böyle. Gür ve Güneş’in zorlu maceralarla örülü hikâyesi ve tutkulu çocukluk aşkları ile karşı karşıyayız. Yazarımız romana Şimti kavramıyla fantastik pencereyi açıyor. Başkarakterlerimizden Güneş, Şimti topluluğun bir üyesi. Hz. Âdem’in oğlu Habil’in ikiz kız kardeşinden türeyen bir ırk olan Şimtiler safkan kalabilmek için birbirleriyle evlenen bir topluluk. Kutsal Şimti kitaplarına göre gelecekte insanoğlunun kaderini değiştirecek zamanlarda anahtar rol oynacaklarına dayanarak soylarının bozulmasını engellemeye çalışan Şimtiler, böylece bizim romanımızın aşk ögesine de imkânsızlık katıyorlar (ya da en azından zorluk diyelim) Güneş’in bir Şimti’yle evlenmesi gerekliliği epeyce üzerinde durulan bir mesele oluyor. Kul Şimtalar, Şimti Alfabesi, Şimtilerin kendi aralarındaki tanıma şekli ve iletişim ağlarını içeren bu Şimti kurgusu bir okur olarak beni doyurmadı maalesef. Sevgili Gülten Dayıoğlu’nun bambaşka bir roman akışında bu birbirinden mükemmel ögeleri kullanarak sadece bir Şimti macerası yazabileceği gerçeği beni çok heyecanlandırıyor. Son tahlilde daha çok karakterleri üzerinden akan Kayıplara Karışmak, Şimti kurgusunu tam olarak ön plana çıkarmıyor ve romanı doğrudan fantastik etiketi yapıştırmamızı engelliyor.

Aynı zamanda bir insan okuyucu olarak her zaman hayran olduğum Gülten Dayıoğlu daha önce bizi Yeşil Kiraz örneğinde toplumun her kesiminden insanla tanıştırmıştı. Gülten Dayıoğlu’nun romanlarında kullanmayı sevdiği ögelerden biri de toplumumuzun en belirgin sosyolojik bileşeni olan sınıf ayrımı ve Doğu-Batı çatışması. Romanımızın omurgasını oluşturan aşk, bir yandan Şimtilik kısıtlamalarıyla engellenirken bir yandan da bu sınıf çatışması da olayların gidişatında yönlendirmeler yapıyor. Kırsal kesimin insanını da dışlamadan, örselemeden yine sevgi titreşimleri içeren kelimeleriyle ele alan yazarımız bize Celal Ağa ve ailesini olanca içtenliğiyle tanıtıyor. Çiftlik ve doğa betimlemelerini kültürel ögeler ve Doğu’nun çok eşlilik gerçekliği ve ağalık düzeninin getirdikleriyle birleştirerek canlı bir tablo oluşturuyor. Satır aralarında ağalık düzenini eleştirilerini yakalamamıza rağmen genel çerçeve de Celal Ağa’nın  olumlu kişiliğine sığınarak şimdilik bu düzeni affeden bir yazar izlenimi hissediyoruz. Gülten Dayıoğlu, öğretmen geçmişini de kullanarak yine öğretmen-öğrenci ilişkisi ve okul gibi temalar üzerinden de romanı destekliyor.

En çok üzerinde durmamız gerekenlerden biri de Kayıplara Karışmak’ın karakterleri başta Gür ve Güneş olmak üzere hatalar yapan, pişman olan, “mükemmel” olmayan karakterler. Belki de çoğu çocuk/genç edebiyatı yazarının yaptığı didaktiklik ve mükemmeliyetçilik olgusunu Gülten Dayıoğlu bu romanda ustalıkla kırmış.

Dipnot olarak aynı zamanda bir seyyah olan Gülten Dayıoğlu hem kendi ağzından yazdığı satırlarda hem de karakterlerin maceralarında bizi ayrıntılı olmasa da farklı şehirlerde konaklatıyor.

Kayıplara Karışmak inanılmaz derecede beklenmedik bir son içermiyor ama zaten genel gidişatında yazarın bu romandan beklentisinin bu olmadığı da hissediliyor. Hissedilen bir başka durum da yazarın bu romana devam yazma kapısını kapatması…(Tabii bu sadece bir his, gönlümüzü her zaman ustamızdan yeni satırlara kavuşmakta.) Ağdalı olmayan, su gibi anlatımı; uzun cümleler kullanmayan akıcı yapısı ve gençlere Türkçenin duru güzelliğini hissettiren kelime kullanımıyla Kayıplara Karışmak Gülten Dayıoğlu külliyatında Mo’nun Gizemi, Yeşil Kiraz ve Sekizinci Renk kitaplarının oluşturduğu üçgenin ortasında bir yerlerde yer alıyor. Karşımızda okuru kendine hemencecik bağlayan ve okumayı zevke dönüştüren bir kitap var. Kayıplara Karışmak hem genç okurları hem de Gülten Dayıoğlu’nun kelimeleriyle yetişen ruhu genç yetişkinlere hitap eden sıcacık bir roman.

Gülten Dayıoğlu’dan daha nice güzel kitaplar okumak dileğiyle!

Not: Kitabın bölüm başlarında Şimti alfabesinin harfleriyle oluşturulan şifre ve bunun için arka iç kapakta verilen ve akordeon tarzı açılan kuşe kağıttaki üçlü sayfadaki alfabe okuyucusu, Habil ve Kabil’in hiyeroglif tarzında anlatılmış hikayesi ve yine çözülmeyi bekleyen şifreleriyle bu papirüs havasındaki ek ve kitaba entegre ediliş şekli çocuk edebiyatında genelde yabancı kitaplarda gördüğümüz interaktivite olgusunun güzel bir denemesi olmuş. Dikkatleri çeken bu ayrıntıya siz de mutlaka göz atmayı unutmayın.

Kubilay

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Life of Pi: Senin Hikâyen Hangisi?

Hepimiz hikâye toplayıcılarız. Hayat dinlediğimiz, okuduğumuz, izlediğimiz hikâyelerden ibaret. Kısa süre önce aramızdan ayrılan Marquez şöyle demişti: “…Hayat hatırladıklarımız ve hatırladıklarımızı nasıl anlattığımızdan ibaret.” Sinema tarihinde bu durumu en güzel anlatan filmlerden biriyle karşı karşıyayız: Life of Pi. Üstelik Yann Martel’in aynı adlı romanından uyarlama olan film hayatın, edebiyatın ve sinemanın destansı bir harmanına dönüşüyor.

Hintli Piscine Monitor Patel ya da diğer adıyla Pi’nin bir gemi kazası sonucu su üstünde kalan tek filikada Bengal kaplanı Richard Parker’la beraber verdiği yaşam mücadelesini anlatan bir film olarak tanımlansa da aslında cümlelere sığmayacak hikayesi olan bir film Life of Pi. Pi’nin zorlu macerasını seneler sonra yetişkin Pi’nin ağzından dinliyoruz. Pi hikayeyi bir yazara anlatıyor ve biz de geri dönüş sekanslarıyla olayın akışına dahil oluyoruz. Yönetmen Ang Lee büyük bir uyarlama fiyaskosu olan anlatıcı-olay akışı ikilemini tam kıvamında çözüyor. Karşımızda kitabın havasını taşıyan bir eser çıktığını her saniye anlayabiliyorsunuz. Hayal gücünüzde oluşturduğunuz kişisel kitap maceranızın beyaz perdeye yansıması. Pi’nin alamet-i farikasının temel taşlarından en önemlisi belki de bu.

Adını bir yüzme havuzundan alan Piscine Monitor’un (Monitor Havuzu) kendine Pi ismini veriş öyküsü ve Pi’nin genç yaştaki manevi arayışını olabilecek en mükemmel biçimde izliyoruz. Beyaz perdede nasıl karakter betimlemesi yapılacağını öğrenmek bu olsa gerek. Hikayenin devamına ve resmin bütününe hakim olabilmemizi sağlayan altyapı da burada oluşuyor. Bu noktada din olgusu Life of Pi’nin mükemmel anlatısını güçlendiren fikri çatıyı oluşturuyor. Pi bir Hindu, bir Hıristiyan ve bir Müslüman. Yazarın deyişiyle biraz da Yahudi, üniversite de Kabala inancıyla ilgili dersler veriyor. Senaryo bu dakikalarında her biri uzun bir çözümlemeye konu olabilecek vurucu repliklere sahip:

 “Efsanelerin tatlı yalanların sizi kandırmasına izin vermeyin çocuklar. Din karanlıktır.”
“Nihayetinde onu tanrı değil batının tip ilmi kurtarmış.”
“Dinimiz onu geçmişine bağlayan tek şeydi.”
“Suçluların günahlarının kefareti için masumları feda etmek, nasıl bir sevgidir bu?”
“Teşekkürler Vishnu, bana İsa’yı tanıttığın için.”
“Çünkü aynı anda her şeye inanmak, hiçbir şeye inanmamakla eşdeğerdir.”
“Bilim dışarıda neler olup bittiğini bize öğretebilir ama kalpte olanı değil.”
“-İnanç çok odalı bir evdir. – Ama şüpheye odası yoktur. –Hayır, sürüyle hem de her katında. Şüphe yararlıdır, inancı canlı tutar.”

Film boyunca Pi’nin rasyonel düşünceyle maneviyat-din arasında gidip gelmesi çocukluğundan başlıyor. Üniversite eğitimi almış ve dinine düşkün bir anne, dini kökenlerine düşkün alt sınıf bir aileden gelen rasyonalist düşünceye sahip bilime dinden daha çok güvenen bir baba gibi ikilemlere sahip ebeveynlerin çocuğu Pi. Pi’nin Yaşamı ustalıklı metaforlara sahip bir hikâye olma özelliğini burada kazanıyor. Film boyunca kafanızda soru kasırgaları oluşuyor: Benim hikâyem hangisi? Din ve rasyonel düşünce çatışması ne anlam ifade ediyor? Peki benim tarafım hangisi? Adını bilimsel bir kökene sahip “irrasyonel” bir sayıdan alan Pi başlı başına bir sorgulama, bir arayış insanı. Fırtına sonrası filikada, uçsuz bucaksız okyanusta kalan Pi Tanrı’yla konuşuyor. Kısa süre önce izlediğim Nuh: Büyük Tufan’ı hatırlayınca kimi zaman Nuh’u andıran bir sorgulama seziliyor. Repliklerden biri de buna işaret ediyor aslında. “Pi’nin Nuh Gemisi’ne hoş geldiniz.” Öykü burada bir Nuh Peygamberin hayvanlarla dolu gemisine bir gönderme içeriyor. Bu arada sahne geçişlerinde Pi’nin Albert Camus’nun Yabancı’sını okuduğu ayrıntısını da gözden kaçırmamak gerek.

Filmin kudretli hikâye anlatımı ve metaforu yanında daha sinematografik açıdan yaklaşırsak çok başarılı görsel efektlere sahip. Okyanus sahneleri, gece olunca ışık deryasına dönüşen deniz canlılarına sahip derin sular görüntülerle şiir yazıyor. Hele ki durgun sulara yansıyan turuncu tonlarda gökyüzü ve sonsuzluğun sahne aldığı sekanslar sizi masalsı bir rüyada hissettiriyor. Söyleyecek çok şeyi olan filmin bunu böylesine başarılı görsel efektler, ses kullanımı ve müziklerle desteklemesi Life of Pi’yi unutulmaz yapıyor. Bengal kaplanının ve diğer hayvanların Pi’yle yaşadıkları ise animasyon teknikleri konusunda ağzımızı açık bırakacak cinsten.

Bengal Kaplanı Richard Parker’dan söz etmeden geçmek olmaz. Edebiyat ve sinema tarihinin hayvanlarla bağ kuran insanlar olgusunu yerle bir eden Richard Parker, bizi hayvanlar hakkında da düşünmeye davet ediyor. Hayvanların derinlikli duyguları var mı yoksa onların yöneten tek şey vahşi güdüleri mi? Hikâyenin bilinçsizce önemini artıran Richard Parker Pi’nin içindeki vahşiyi sorgulamasını sağlıyor. Filmin gidişatına büyük aksiyon da böylece eklenmiş oluyor. Bol hareketli sahneler akışkanlığı ve seyir keyfini artırıyor. Fırtına sahneleri de hikâyeye hız veriyor. Böylece temelde insanoğlunun çıkmazlarına dalan felsefi sorgulamaya sahip bir film bu kadar keyifli, heyecanlı, aksiyon dolu bir aile-macera filmine dönüşüyor. Sadece görseli ve bahsettiğim ögeler bile göz önünde tutulunca hiçbir izleyicinin sıkılmayacağına garanti verebilirim.

Film bu kadar başarılı ögelere sahipken oyunculukların bir adım geriye düştüğünü söyleyebilirim. Life of Pi, işi zaten oyuncularına bırakmayan bir film olsa da oyuncuların da paylarına düşeni yaptıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir sürpriz olarak Gerard Depardieu da geminin aksi aşçısı rolünde karşımıza çıkıyor.
Life of Pi 2012 Oscarlarında En İyi Yönetmen (Ang Lee), En İyi Görsel Efektler de aralarında olmak üzere 4 heykelciği evine götürmüş bir film olarak da sinema tarihinin sayfalarına altın harflerle yazılmış durumda. Birkaç sene içinde bir klasiğe dönüşmüş olması ve evrensel anlatısının zamansızlığı bu başarının hak edilmiş olduğunu su götürmez şekilde gösteriyor.

Hepimiz bir arayış içinde değil miyiz? Amacınız, hedefiniz, varmak istediğiniz nokta ne olursa olsun Life of Pi size bir başucu hikâyesi sunuyor. İki saatlik yolculuğunuz bittikten sonra sizi zihniniz derinliklerindeki okyanusta yapayalnız bırakıyor. Sahi sizin hikâyeniz hangisi?

Kubilay

***

Filmin IMDB Sayfası: http://www.imdb.com/title/tt0454876/
Filmin resmi web sayfası: http://www.lifeofpimovie.com/

3 Temmuz 2014 Perşembe

Ultraviolence: Yeniden Yaz Zamanı Hüznü

Cızırtılı mikrofonların bezgin sesli şarkıcısı Lana Del Rey yeni albümü Ultraviolence’i “Cruel World” şarkısıyla açarken bir bildiği vardı elbet. Yine bir Del Rey müzikalitesiyle açılış yapan şarkı yaz ritminde atan kalplerimizi sekteye uğratıyor. Albümün genel havası da böyle aslında hayatlarımıza “yaz zamanı hüznü” kavramını sokan Amerikan Rüyası kadının yine bizlere acımadan sızılar içinde bıraktığını hissediyoruz.

“Lana Del Rey” müziği bu aslında. Sahilde kulaklıklarınızı takıp dinleyebileceğiniz gelmiş geçmiş en kederli şarkılar. Yaz mevsiminin ruhuna bu kadar aykırı biçimde yerleşmiş yapboz parçalarını ancak ondan bekliyorduk ve “ultra şiddet”le sarsıldık. Dream pop olarak adlandırılsa da Lana’nın müziğini bir kalıba sokmak o kadar zor ki… En son Young&Beautiful’la bizi hasrette bırakan Lana Del Rey Ultraviolence’la ayrıksı aromasını yeni tarifiyle ruhumuza sunuyor. Evet, ruhumuza; deneyin, kapatın gözlerinizi ve açın müziğin sesini. Ruhunuzu havalandığını hissedeceksiniz, bedeniniz nerdeyseniz orda kalsa da ruhunuz Amerika’nın orta yerinde çöl yollarında Cadillac’la rüzgâra karşı bir yolculuğa çıkacak.

Adını Anthony Burgess’in Otomatik Portakal’ında kullandığı bir terimden alan ve aynı isimli Kubrick filmi de olan Ultraviolence, standart versiyonu 11 şarkıdan oluşan bir albüm. “Vücudumu ve zihnimi seninle paylaştım ama hepsi bu kadar.” dizelerine sahip Cruel World’le açılışı yapan Lana Born To Die’dan bu yana takipte olduğumuz aşklarının uğrattığı hayal kırıklığını içimizde hissettiriyor. Şarkının enstrüman kullanımı çok etkileyici. Ana hatlarında Lana’nın baskın sesiyle akan şarkı, fısıltılı back-vokaller ve nakaratta patlayan enstrüman kullanımı ve Lana’nın ses tonu değişimleriyle mükemmelleşiyor. Albüme adını veren Ultraviolence’la devam ederken Lana’nın “zehirli sarmaşık” göndermeleriyle Tropico hisleri yaşıyoruz. Hiçbir zaman bir feminist ikon olmayan Lana’nın şiddeti şiirleştirme isteği başarılı bir eser doğurmuş, yalan yok. Bana ilk albüm Born To Die zamanının tınısına yakın gelen şarkı, Lana’nın konuşmasıyla “National Anthem” havası yakalıyor.

Kliplenen şarkı Shades of Cool, Lana deyince akıllara gelen retro hava ve Amerikan Dream’e büyük selam çakan şarkı. Uzun palmiyelerle kaplı ıssız yollarda Lolita havasına bürünmüş Lana’nın vokali albüme 3. sağlam şarkıyı da kazandırmış. Gitarların derinden öyle bir eşliği var ki. Nakarattaki yoğun orkestra havası şarkının temel büyüsü. 4. şarkı Brooklyn Baby, bambaşka gitar ritimleri ve Lana’nın mırıldanmalarıyla başlayarak farklı bir mekan yaratıyor Ultraviolence sahnesinde. Lou Redd’e de sözlerinde atıfta bulunan şarkı Lana’nın bir zamanlar Ride’da yansıttığı havaya çok uygun. Erkek arkadaşınının yanında yalnızları oynayan Lana’nın albümdeki ilk ayrıksı havayı estirmesine şahit oluyoruz. Sıradaki şarkı “West Coast” ilk single olarak sunulan ve kliplenen şarkı. İtiraf etmek gerekirse albümden önce tek başına dinlediğimde iyi bir izlenim bırakmamıştı. Düşük temposuyla ilk anda geri adım attıran şarkı bence albümde bulunduğu yer itibariyle anlam kazanmış. Biraz da Lana’nın ilk 4 şarkısında yarattığı havaya alışan bünye bu sefer West Coast’ı kabullendi. 


6. Şarkı Sad Girl’de “diğer kadın” olan Lana sinemaskopik hüzünde doz aşımı yaratıyor. Albüme bu noktadan itibaren geri dönüp baktığımızda Lana’nın nakarat girişlerini hep benzer şekilde söylediğini söyleyebiliriz. Albüme bir süreklilik katan ve dinleyiciyi Ultraviolence ruhuna alıştıran bu hile ısrarla kullanılmış. Bu noktada bizi “Pretty When You Cry” yakıcı ismiyle karşılıyor. Downtown’da salaş bir pub’da sahne alan Lana havası hakim. Gitar sololarına eşlik eden vokallerle şarkı zirve hissini yaşatıyor. 8. şarkı Money Power Glory şöhret üzerine bir çift lafı olan bir şarkı. Tematik Lana gidişatına bakacak olursak da varoş kökenlerine saygı duruşundaki salon kadını ruhu şarkının ritimlerinde gizli. Zamanında “National Anthem”de paraya güzellemeler yapan Lana’nın bir başka Amerikan rüyası içeriğini sihirli tarife eklediğini görüyoruz bu noktada. 

Fucked My Way Up The Top 9. sırada bir durgunluk yaratıyor. Bence burası albümün kırılgan geçişlerinden biri. Önündeki yoğun havaya ve zirve hissine ulaşamadığını hissettiriyor. Tam bu noktada Lana dümeni kırıyor ve 10. sırada piyanolu açılışıyla kırmızı uzun elbisesiyle balo salonunda bizi karşılayan Lana var. Senfonik bir arka plana sahip Old Money Gatsby havası solutan notalarıyla kişisel favorilerimden.  Albümün sonuna doğru bu hava değişimiyle ihtişamlı retro ritimler ve cızırtılı mikrofon vokaller The Other Woman’la jübilesini yapıyor. Standart versiyonun son şarkısı gerçekten de Ultraviolence sahnesinin perdesini 1920’lerin yangınına veriyor.

Deluxe versiyonun üç sürprizine geçmeden araya West Coast’un Radio Mix adı altında yeni bir düzenlemesi eklenmiş. Zirveye oynamak için piyasaya rahat hitap eden bu altyapıyla Lana Del Rey’in Born To Die hayran kitlesinin ve genel anlamda ana akım piyasanın ağzının tadına uygun bu düzenlemenin kulağa daha hoş geldiği ve yakalayıcı tınılar içeren akustik havaya sahip olduğunu söyleyebiliriz.

 Deluxe versiyonun ilk sürprizi Black Beauty, “Blue Velvet” havasıyla açılış yapan ve bir anlamda standart versiyonun bıraktığı yerden bayrağı devralan bir şarkı.  Guns And Roses’la yine kendini uçsuz bucaksız yollara vuran Lana rüzgârları esiyor. Lana’nın büyük bir Guns n Roses hayranı olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Bir diğer kişisel favorim Florida Kilos Deluxe versiyonun son şarkısı. İnanılmaz bir açılışı olan, şaşırtıcı vokallerle devam eden ve tekerleme tadında kısımlara sahip Florida Kilos albümün altına atılmış bir imza adeta.

Genel bir bakışta Ultraviolence, Born To Die ve Born To Die Paradise Edition’da hayatımıza giren Lana’dan farklı bir albüm çalışması. Lana kişiliğiyle şarkılarını birbirine o kadar perçinlemiş bir isim ki sağlam temellere sahip olmayan bir başka sanatçının altından kalkamayacağı bir değişikliğin kolayca altından kalkıyor. Kendini tekrar etme kâbusundan kurtulup hayranlarının alıştığı havayı da yitirmeyen Lana Del Rey şiddetin ultra halini başarının ultra haline dönüştürecek gibi. Listelerde gidişat ne olur bilemem ama Lana bir albüm şarkıcısı. Tematik bir yolculuğun sarhoş rehberi. Şarkılar Born To Die elemanları gibi hit olabilecek mi göreceğiz ama albümün senenin en iyi albümlerinden olduğunu söyleyebiliriz. Kendi açtığı yolda emin adımlarla ilerleyen Lana günümüz müziğinin sembol karakterlerinden biri olduğunu Ultraviolence’la ilan ediyor.

Yeniden yaz zamanı hüznünü yaşamaya var mısınız?

***

Kontrast’ta taze bir hava ve keyifli bir değişiklik adına ilk albüm kritik yazımı paylaşmanın heyecanı içerisindeyim. Umarım beğenirsiniz, fikirlerinizi bekliyorum.


Kubilay

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...