22 Aralık 2013 Pazar

Elif Şafak'la Harika Bir Gün!

Dün hayatımın en güzel günlerinden birini yaşadım. "Hayatımın yazarı" olarak adlandırdığım, gönlümde apayrı yeri olan Elif Şafak'la tanıştım. Bu vesileyle de İstanbul'dan ilk yazımı yazmış bulunuyorum Kontrast, nicelerine inşallah...


Sevgili Elif Şafak! İnce, zarif, kibar, ilgili, sıcakkanlı... Ondan beklediğim tüm sıfatların fazlasıyla karşıladı bizi. Okurlarıyla o kalpten bağı nasıl da güzel kurduğunu bizzat deneyimlemiş olmanın verdiği sevin içerisindeyim hale. Dile kolay, hayalimi gerçekleştirdim ben. Senelerden beridir süren tutkulu bir okurun başka ne istemesini beklersiniz? Televizyonlardan hep duyduğunuz o sesi yanı başınızda hissedince mutluluk sarhoşu oluyorsunuz bir nevi. Onunla sohbet etmenin zevki paha biçilemez. Belki başkalarına abartı gelebilir tüm bunlar ama yazarıyla gönül köprüsü kurmuş okurların beni anlayacağını düşünüyorum.

Kısmet oldu, blogum Kontrast'tan da bahsettim Elif Şafak'a, adresini de verdim. Bu yazıyı okuma ihtimali bile beni daha da mutlu etmeye yetiyor. İmza günleri aslında bir nevi tehlike, birkaç dakikada kafandaki yazarın o "idea" yazarın yerle bir olma ihtimali mevcut. Elif Şafak, samimiyetini bir an kaybetmeyen bir yazar ve kitaplarından kurulan bağı gerçek hayatta da güçlendiren bir "dost". Ve belki de en güzeli de Şehrin Aynaları'nı şöyle imzalaması: "Sevgili Kubilay, yollarımızın yeniden kesişmesi dileğiyle ve dostlukla..."



***

Tıp Fakültesi okumanın cilveleri diyelim, ayrı kaldım yine Kontrast'tan sizlerden. Elif Şafak'la görüşmeme vesile olan "Ustam ve Ben"e en kısa zamanda başlıyorum ve kapsamlı bir dosyayla karşınızda olacağım. Kısa zaman önce bitirdiğim bu sene Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Alice Munro'nun "Bazı Kadınlar"ının eleştirisini de "Ustam ve Ben"den evvel yayınlayacağım inşallah.

Edebiyatla kalın!

Kubilay

***
Daha önceki Elif Şafak kitap eleştirilerime ve yazılarıma ulaşmak için aşağıdaki linki kullanabilirsiniz:

http://kontrast9.blogspot.com/search/label/Elif%20%C5%9Eafak


15 Temmuz 2013 Pazartesi

Bülbülü Öldürmek: Utancın ve Umudun Romanı


 
“İstediğin kadar kuş avlayabilirsin ama, sakın bülbüle dokunma. Zararsız olanları öldürmenin günah olduğunu aklından çıkarma.”
Bülbülü Öldürmek. İki kelimeyle bir kitabın özünü okuyucunun kalbinde hissettirebilmek. Müthiş bir metafora sahip başlıkla okuyucuyla buluşmak. Yüreği olan okuyuculara seslenmek ve nefes alan bir kitap yazmak. Harper Lee’nin ilk ve tek kitabı bunların hepsini ve daha fazlasını karşılamış olmanın gururu ve her geçen yılın ona kattığı deneyimle bir anıt kitap artık. Zaman kavramını yok etmeyi başaran Bülbülü Öldürmek işlediği konuyla da –ne yazık ki- güncelliğini korumaya her geçen gün devam ediyor.
1930’ların Amerika’sının Alabama Eyaleti, Maycomb kasabasında yaşayan insanların hayatına mercek tutup örneklem tekniğiyle insanlığın en büyük sorunlarından birine, ırkçılığa, işaret eden ve konuyu bir romanın tüm olanaklarını kullanarak anlatan Bülbülü Öldürmek anlatım tarzıyla da hedeflediği noktaya yani okuyucunun kalbine ulaşmayı başarıyor. Avukat Atticus Finch’in kızı Scout’un gözünden bir panorama sunan Harper Lee yetişkinlerin doğru bulduğu ama aslında koca bir trajediden başka bir şey olmayan garip hal ve hareketlerini çocuksu bir duyarlılık ile sergiliyor. Aslında “çocuksu” kavramı da olan bitene aykırı. “İnsancıl” demek en doğrusu. Harper Lee olayı anlatmak için öyle güzel bir pencere seçiyor ki kırmızı harflerle yazılı korkunç bir geçmişe ve de geleceğe sahip ırkçılığı en hassas biçimde ele almayı başarıyor.
“Başını Dill’den yana salladı. “Bunun duyguları daha sertleşmemiş. Bir parça büyüsün, hoş görmeyi, katlanmayı öğrenecektir. Hastalanmayacak, ağlamayacaktır. İnsan olarak birçok şeye üzülecektir ama… artık ağlamayacaktır. Ancak birkaç yıl ister.”
“Ağlamak mı Bay Raymond, neye?” diye sordu Dill. Erkek olduğunu kavramaya başlamıştı sanırım.
“İnsanların birbirlerine verdikleri acıya… Kimilerinin hiç düşünmeden neden oldukları felaketlere…. Beyazların siyahlara yaşattığı cehennem hayatına… Onların da birer insan olduklarını akıllarına getirmeyişlerine…”
Harper Lee, kitabına varmak istediği noktaya gelmeden önce farklı bir yerden başlangıç yapıyor. Scout, abisi Jem ve arkadaşları Dill’i ve yaşadıkları mahalleyi bize tanıtıyor aslında. Çocukların başından geçen ve kitabın başında bilmesek de sonunda anladığımız “anahtar maceralar” okuyoruz ilk sayfalarda. Boo Radley isimli çekingen, yıllardır evinden dışarı adım atmamış, hakkında efsaneler dolaşan komşularını görebilmek için türlü oyunlar çeviren üçlü hayatlarında dönüm noktası olacak insanla böyle yarı eğlenceli yarı hüzünlü olaylarla, gizemli hediyeler ve ufak sıyırıklarla tanışıyorlar. Bu aşamada üçlüyü tamamen tanımış oluyoruz. Talihsiz olaylar silsilesi başladığında yazarın eli de böylece rahatlıyor tanıdık karakterlerle bir maceraya içi rahat bir şekilde bizi uğurluyor.
Kitabımızın ana karakteri Scout da benim hayatımdaki unutulmaz kitap karakterlerinden biri. Duygusal, hassas, sevecen, afacan, başkaldıran, insancıl ve sevgi dolu, zeki ve tatlı bir kız çocuğu Scout. Çocuk yaşını küçümseyenlere karşı kitap boyu büyük dersler veriyor. Yazar onu biraz da erkeksi bir kız çocuğu olarak çiziyor. Halası tarafından hanım hanımcık yapılmaya çalışılsa da içindeki “pantolonlu haşarı kız”ı bırakmıyor hiçbir zaman. Rol modelleri abisi ve babası olan Scout’un gördüğümüz kadarıyla kız arkadaşı yok. Erkeklerin dünyasını daha kolay buluyor, hanım hanımcıklığı gereken zamanlarda pek hoşlanmasa da “rol” olarak üstleniyor. Toplumun çizdiği normlara göre hareket etmeyi reddeden ama “gereken” yerlerde toplumun çarklarına sıkışıp kalan bir Scout’la Harper Lee önemli bir mesaj veriyor. Irkçılığın temelinde yatan “farklı” olmaktan duyulan korku Scout’la beraber ön planda olmasa da romanın iskeletine inceden inceye yayılıyor.
Scout’un abisi Jem de kitap ilerlerken büyüyen ve çocukluktan ergenliğe sancılı bir geçiş yapan bir karakter.  Scout’la tatlı tatlı atışsalar da kardeşini çok seven Jem babası gibi olmaya çalışıyor, karşılaştığı olaylardan etkileniyor, kalbi kırılıyor, hayret ediyor.
“ “Jem, bana sorarsan sadece bir tür insan var. O da insanın kendisi.”
Jem dönüp yastığına bir yumruk indirdi. Tekrar sırtını dayadığında yüzü bulutlanmıştı. Kendi içine kapanmak üzereydi. Kaşları çatıldı. Dudakları kapandı. İncecik bir çizgi oldu. Bir süre konuşmadı. Sonunda, “Ben de öyle düşünmüştüm.” dedi. “Senin yaşındayken. Bir tür insan varsa niçin birlikte geçinemiyorlar? Hepsi birbirine benziyorsa, niçin birbirlerini kırmak için bu kadar çaba harcıyorlar? Scout, öyle sanıyorum ki, bir şeyi anlamak üzereyim. Boo Radley’in bunca yıl niçin evine kapandığını anlıyorum gibiyim… Çünkü evinde kalmak istiyor…”
Kitabımızın ve dünya edebiyatının en eşsiz karakterlerinden Atticus Finch için ne desem az. Avukat Atticus toplumun değişmez normlarına aykırı bir baba, bir aktivist, ırkçılığa karşı göğüs germiş, bir Amerikalı değil, bir dünya vatandaşı her şeyden önce insanlık adına yakışan bir insan. Kitap boyu dediği her söz, çocuklarını yetiştirirken takındığı tavırlar örnek alınması gereken bir portre oluşturuyor karşımızda. Harper Lee’nin ve kalbi olan her insanın özlediği insan türü o. Köşeleri olmaya, mükemmel olmaya çalışmayan biri aynı zamanda. Harper Lee onu kahramanlaştırmadan ince bir çizgide taşıyor kitap boyu.
“ “Her şeyden önce” dedi. “Basit bir kuralı öğrenirsen, herkesle daha iyi geçinirsin Scout. Bir insanı, sorunu onun açısından düşünmeye alışmadıkça anlaman olanaksızdır.”
“Efendim?”
“Derisinin içine girip gezineceksin.” ”
İlk baskının kapak tasarımı (1960)
 
Geçtiğimiz sene yayınlanan filmiyle de büyük yankı uyandıran  ve Bülbülü Öldürmek’le temelde aynı meseleyi işleyen The Help (Duyguların Rengi) kitabının yazarı Kathryn Stockett’in de esinlendiğini düşündüğüm mahalle örnekleminden yola çıkarak ırkçılığı anlatma tekniğinin temeli bu kitapta atılıyor. Ortada bir siyahînin bir beyazın ırzına geçmekle suçlandığı bir dava ve dava ekseninde “onlar” ve “biz” ayrımını en keskin biçimde ortaya çıkaran kasaba halkı var. Siyah olmanın neredeyse hayvan olmakla eşleştirildiğini okumak insana acı veriyor. Daha da acısı aslında birkaç umut vaat eden adım atılmış olsa da temelde aynı hastalıktan muzdarip histerik bir insanoğlu günümüzde kanlı canlı varlığını sürdürüyor. Hedefler değişiyor sadece, mekânlar ve zamanların sessiz ev sahipliğinde. İnsanoğlunun büyük rezilliğinden bazen siyahîler, bazen etnik gruplar, bazen din mensupları ve her zaman masum insanlar mahvoluyor. Aklım almıyor, idrakime sığmıyor. Bir insan nasıl sırf ten renginden dolayı bu muameleleri görür, açıklama yapamıyorum. Yapamıyoruz. Geçiştiriyoruz. Yüzleşemiyoruz. Sözde insanlık bu. Manevi Taş Devri’nden ruhsal arkaiklikten kurtulamamış insanoğlu utandırmalı hepimizi. Atticus’un siyahî Tom için yaptığı müthiş savunmaya kulak vermekte fayda var:
“ Gerçek şudur. Bazı zenciler yalan söylerler, bazı zenciler kadınlara karşı saygısızdır, beyaz kadın olsun, siyah kadın olsun, fark etmez. Fakat bütün bunlar yalnız bir ırkı değil, bütün insanlığı ilgilendiren suçlardır. Bu salonda hayatında yalan söylememiş, ahlaksız bir davranışta bulunmamış bir insan olabileceğini sanmıyorum.”
Kalabalıklara karşı bir başına mücadele eden bir kahramanın hikâyesi bu. Atticus Finch, Bülbülü Öldürmek’le tarih yazıyor. Doğru bildiğinden bir an bile vazgeçmiyor. Scout’un Hitler’i lanetleyip siyahilere cephe alma ikilemi içinde bulunan öğretmeninin aksine tüm insanlığa sevgiyle yaklaşıyor Atticus:
“ “Ama Hitler’den nefret etmek doğru mu?”
“Doğru değil.” dedi. “Kim olursa olsun, nefret etmek doğru bir hareket değildir.” ”
Yazarının kelimeleriyle Bülbülü Öldürmek “anlatması gerekeni tek başına anlatabilen” bir kitap. Hakkında ne yazılırsa yazılsın yetersiz kalması da bundan. Bülbülü Öldürmek mutlaka ama mutlaka okunmalı. Bu best-seller tavsiyeleri gibi bir tavsiye değil ama. İnsanlığa çağrı. Satırlarında kan ve gözyaşı olan; masumiyet, hüzün ve utancın roman Bülbülü Öldürmek. Çocukluğun romanı. Yetişkinlere kendilerine çeki düzen vermelerini çocuk dilinden aktaran bir ihtar. Çocukları nasıl köşeye sıkıştırdığımızı ve onların içindeki cevherleri sıradanlaştırıp ruhlarını fakirleştirdiğimizi anlatan bir ağıt. İnsanlardan kaçıp saklanan Boo Radley’i ile bu durumun çözümünün ne kadar zor olduğuna işaret eden bir bildiri. Ama… Yine de umudun kitabı Bülbülü Öldürmek. İyi insanlar var dedirten bir ferahlık. Hassas insanların yalnız tadabildiği mütereddit bir ferahlık bu. Her şeye rağmen sarılacak bir dalımızın olduğunu hatırlatan bir başyapıt.
Harper Lee
 
Adıyla, karakterleriyle, olayları ve kurgusuyla, bilhassa dünya edebiyatının işlediği en önemli mahkemesi ve Atticus Finch’in efsanevi savunmasıyla kendisi de bir avukat-yazar olan Harper Lee’nin ilk ve tek romanı Bülbülü Öldürmek karşısında saygıyla eğiliyorum.
Böyle bir kitap hakkında yazılan yazıyı da ancak kendi satırlarıyla bitirebilirim:
“Yakından tanıdığında bütün insanlar iyidir Scout.”
*Büyük usta Harper Lee’yi sevgi ve hayranlıkla selamlıyor, Altın Yayınları’na ve dilimize bu başyapıtı kazandıran Özay Süsoy’a teşekkür ediyorum.

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Kafka'nın Doğum Gününde Mutlu Bir Haber

Bugün eşsiz yazar Franz Kafka'nın 130. doğum gününü kutlarken sizinle mutlu bir haberi paylaşmak istedim. Kısa bir süre önce yazdığım Dönüşüm yazım sayesinde Twitter aracılığıyla Kafka Okur oluşumuyla tanıştım. Ve ne mutlu ki Dönüşüm -ve tabii ki de Kafka sayesinde- bu oluşumda yer almam için teklif aldım. Böyle nitelikli bir işin içinde yer almayı seve seve kabul ettim.

Bundan sonra www.kafkaokur.com adresinden de paylaşımlarda bulunma mutluluğu içerisinde Kafka'ya bir kez daha teşekkür ediyorum, ne de olsa bu yeni kapı onun sayesinde açıldı önümde.

Kafka Okur'a mutlaka uğrayın. Tüm zamanların en eşsiz yazarlarını temele alan konseptiyle ve geniş edebi yelpazesiyle tüm edebiyat severleri bekliyor her zaman. Sitenin illüstrasyonlarla zenginleştirilmesi apayrı bir olay, yazımda da kullandığım bu çalışmaların tamamını görünce eminim ki sizler de hepsini çok beğeneceksiniz.

Sözleri bitirmeyi Usta'ya bırakıyorum. Ve tekrar... İyi ki doğdun Kafka!
      
"Bir kitap başımıza inen bir darbe gibi bizi sarsalamıyorsa neden zahmet edip okuyalım ki?"
 
Kafka Okur'un Web Adresi: www.kafkaokur.com
Twitter Hesabı: www.twitter.com/kafkaokur
Kontrast'ın Twitter Hesabı: www.twitter.com/blogkontrast

2 Temmuz 2013 Salı

Cehennem: Dante’nin İzinde Viral Roman Yazma Sanatı


“Ben Gölge’yim.
Acılar kentinden kaçarım.
Sonsuz kederin içinden uçarım.”

Cehennem’e hoş geldiniz! İşte karşınızda kelimenin tam anlamıyla sansasyonel yazar Dan Brown’un yeni başyapıtı. Dante’nin İlahi Komedya’sından beslenen, tarihi, coğrafik, kriptografik ve bilimsel ögelerle bezenmiş bir tablo Cehennem. Sürükleyici kelimesi hiç bu kadar yetersiz kalmamıştı, emin olabilirsiniz.
Belki de neden bu kadar hararetli bir başlangıç yaptığımı düşünenler olabilir. “Çok satan yazar soğukluğu” olan edebiyat okurlarına seslenmeliyim önce. Ön yargıları yıkmanın tam zamanı. Belki aradığınız edebi zevki bulamayabilirsiniz ama herkesin böyle bir kitabı okumaya ihtiyacı var. Kendi adıma uzun süredir beni böyle dünyadan koparan bir kitapla karşılaşmamıştım. Zaten bir kez okumaya başlasanız bile eminim ki bırakamayacaksınız, çünkü Brown eline geçirdiği okuru bırakmaya niyeti olmayan viral bir roman yazmış durumda.
Cehennem'in orijinal kapağı. Bizim kapağımızdaki gizemki Dante maskesinin
yerine Dante'nin portresi kullanılmış.
 
“Karanlık bir tünelde yüzerken nefessiz kaldığın dönüşü olmayan bir nokta gelir. Tek çaren, bilinmeyene doğru ileri yüzmek ve bir çıkış olması için dua etmektir.”

Belki de bu sözler Cehennem’in kurgusunu özetliyor. Brown’un vazgeçilmez başkarakteri Robert Langdon’un kitap boyu düsturu da bu söz aynı zamanda. Zamana karşı bir yarışın da olduğu unutulmazsa Dan Brown kurgusunu öyle sağlam ve sürprizli kuruyor ki merak etmeden okumak imkansız hale geliyor.
Cehennem Floransa, Venedik ve İstanbul üçgeninde geçiyor. Kötü kahramanımız transhümanist felsefenin savunucusu, germ-line mühendisliğinin kurucusu, deli mi dahi mi karar verilemeyen –ki bana sorarsanız deliliğe daha yakın- Francis Zobrist’in dünya nüfusunun aşırı artışının getireceği kaosu engellemek ve dünyanın kendi kendini tüketmesine izin vermeden yapay bir müdahaleyle nüfusu azaltmak için hazırladığı bir salgının yayılmasını engellemeye çalışan Robert Langdon bu bağlamda sayısız badireler atlatıyor, başına gelmedik kalmıyor. Bu sırada Robert Langdon’a yardıma eden Dr. Sienna Brooks, Brown’un klasik “Bond kızı” geleneğine uyuyor, yani yine Langdon’un yanında ondan daha zeki ve olayları çözmesinde anahtar rol oynayan bir kadın karakterimiz var. Dan Brown romanlarından kadın karakter ağırlıklı yazmayan bir romancı ve yazdıkları da tercihen daha az feminen ya da feminenliğini bilinçli olarak kullanan ruhu maskülen kadınlar diyebiliriz. Sienna dışında Dünya Sağlık Örgütü’nün direktörü Elizabeth Sinskey ve kısa bir süre de olsa kitapta yer alan Ajan Vayentha dışında Cehennem romanı erkeklerin egemenliğinde. En azından olaylarda aktif ve tam anlamıyla anahtar rol oynayan Sienna’yla bir nebze olsun bu eksiklik gideriliyor diyebiliriz.
Romanda önemli rol oynayan mekanlardan biri: Boboli Bahçeleri, Floransa
Sanat tarihi profesörü ve kriptografi uzmanı Robert Langdon bana her zaman yakın gelen ve Dan Brown’un da vazgeçemediği başkarakterken bu noktada asıl spot ışığı Sienna’nın üzerinde olmalı diye düşünüyorum. IQ’sunun 208 olduğu sık sık yazar tarafından zikredilen Dr. Sienna Brooks, iyi bir oyuncu ve kendini dünyayı kurtarmaya adamış bir aktivist. Çocukluktan beri bu farklılığı ona engel oluşturmuş ve toplum içinde yalnız kalmasına sebep olmuş. Brown bunu Sienna’ya ayırdığı özel bölümde çok başarılı bir şekilde anlatıyor:
“Çocukken olağanüstü bir zekâya sahip olan Sienna, büyürken kendini hep yabancı bir diyardaki bir yabancı gibi hissetmişti… Terk edilmiş bir dünyada tutsak kalmış bir uzaylı gibiydi. Arkadaş edinmeye çalışmıştı ama akranları onun ilgisini çekmeyen saçmalıklarla meşguldüler. Büyüklerine karşı hep saygılı olmaya çalışmıştı ama çoğu yetişkin ona dünyayla ilgili basit şeyleri bile kavrayamayan, daha da kötüsü hiç merak etmeyen ve endişelenmeyen yaşlanmış çocuklar gibi geliyordu.
Kendimi bir hiçliğin parçası gibi hissediyorum.

…Normal biri olma isteği…
İnsanlar onu, “Sienna yavaşla!” diye uyarıyorlardı. “Dünyayı kurtaramazsın!”

Ne korkunç bir laf.
…Bir kişi nasıl fark yaratabilir ki…
…Ben hasarlıyım…
Toplumdan soyutlanma ve yalnızlık temalarını işleyen Dan Brown güzel bir iş başarıyor ve kurgusuyla da Sienna’ya öyle bir rol biçiyor ki… Kitabı okuyacak olanların heyecanlarına zarar vermemek için ayrıntılardan bahsetmiyorum, okuduğunuz zaman ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Robert Langdon'un kabuslarına giren ve
Ortaçağ'da veba doktorlarının kullandığı maske

Bir başka inanılmaz karakter de kötü adamımız Francis Zobrist – daha çok Zobrist adıyla zikrediliyor kitabımızda- Nüfus artışı kontrol altına alınmadığı sürece insan ırkının tükeneceğini savunan Zobrist yayınladığı makalelerle toplum tarafından dışlanmış durumdayken dünyanın dört bir yanında ona hizmet eden müritlere sahip. Bir salgın yaratıp bununla gerekliği “temizliği” yapmak isteyen Zobrist’in fikirlerini ayrıntısıyla öğreniyoruz. Zaten kitabımız da macera oluşumuna sebep olan şahıs Zobrist’in ta kendisi. Asıl ilginç olansa Zobrist’in tüm bu planlarını Dante ve onun şaheseri İlahi Komedya – özellikle Cehennem- üzerine kurmuş olması. Kitabımıza adını veren Cehennem de buradan geliyor.
“Ayıklama Tanrı’nın doğal emridir. Kara Ölüm’ün ardından ne geldiğini kendinize sorun. Cevabı hepimiz biliyoruz. Rönesans. Yeniden doğuş. Her zaman böyle olmuştur. Ölümün ardından doğum gelir. Cennete ulaşmak için insanın cehennemden geçmesi gerekir. Usta bize bunu öğretti…
Ölümden korkmuyorum… Çünkü ölüm hayalcileri şehit mertebesine yükseltir… Asil fikirleri eyleme dönüştürür. İsa. Sokrates. Martin Luther. Bir gün onlara katılacağım.”
Kitabın en önemli anahtarlarından biri Boticelli'nin La Mappa dell' Inferno'su
Dante, Zobrist’in hayran olduğu bir sanatçı ve planlarını da onun Cehennem’i üzerine kuruyor ve hazırladığı şifre ve oyunlarla Robert Langdon’u üç şehirde Dante’nin yolculuğunun izini süren gizemli bir macera çıkarıyor. Zobrist, takıntılı ve histerik edebiyat düşkünü bir bilim adamı. Kitap boyu Dante her an karşınıza bambaşka yerlerden çıkacak ki ne dediğimi o zaman gayet iyi anlayacaksınız. Zobrist’i bir kenara bırakırsak Dan Brown Dante’nin İlahi Komedya’sını romanına zemin haline getirerek zarlarını sağlam atıyor ve kurgusuna her zamankinden daha kuvvetli bir sanatsal altyapı hazırlıyor. Botticelli’ler, Michelangelo’lar, Vasari’ler de resim ve heykel ayağını oluşturuyor işin –ki klasik bir Langdon macerası sanatsız olmaz- Gerçekten de bu durum tüm okuyucuların da hoşuna giden bir durum. Aynı zamanda daha önce duymayanlar için öğrenme fırsatı sağlaması da bence takdir edilmesi gereken bir olgu. Cehennem aynı zamanda Brown’un Langdon’a bizler için anlattırdığı bir sanat tarihi dersi.
Transhümanizmin Simgesi
Kitapta bahsedilen transhümanizm felsefesinden de bahsetmeden geçmek istemem. Transhümanizm insanın evrimine kendi eliyle çeki düzen vermesini isteyen, insandan yapay seçilimle bir süper tür yaratmayı planlayan, Langdon’un benzetmesiyle  “Hitler’in öjeniğinin –genetik seviyede etnik temizlik” bir benzerini yapmak isteyen ama daha geniş çapta etnik köken gözetmeksizin insan türünün sayısını ideale getirmeyi amaçlayan fütüristik bir hareket. Transhümanizim gücünü genetik mühendisliğinden alıyor ve dünya çapında sorumluluk sahibi bireylerden oluşuyor: Güvenilir bilim adamları, vizyon sahibi bireyler, hayalperestler ayrıca hareketi alevlendiren militanlar. Cehennem’in yayınlanmasıyla birlikte çok tartışılan ve tartışılmaya devam edilecek bir durum bu ve yine belirtmek gerekir ki Brown’un daha önce denediği tarzda bir tarikat olgusuyla kurguya hareketlilik katmak amaçlanıyor.
Aslında burada şu noktaya dikkat çekmek gerekir. Dan Brown yine alışılagelen tarzını kullanıyor tüm bu süreçte. Oluşturduğu kendine has roman kalıbını kullanıyor yine. Ama bu bir tekrara düşmek değil, Brown büyüsünün ana maddesi bu unsurlar zaten. Çok satan ve tüm dünyayı her denediğinde kasıp kavuran romanlarıyla bu formülün başarısını defalarca kanıtladığı göz önüne alınırsa Dan Brown’un neden bundan vazgeçmediği gayet iyi anlaşılabilir.
“Diz çök bilgeliğin kutsal mouseion’undan ve kulağını yere daya, dinle suyun şırıltısını.
Batık sarayın derinliklerine in, orada, karanlığın içinde bekler khthonik canavar kan kırmızısı sularına gömülmüştür lagünün ki yansıtmaz yıldızları.”

Göksel Gülensoy kitabın sürprizlerinden...
Bu satırlar nereyi işaret ediyor peki? Tabii ki de yazmamın bir nedeni var. Dan Brown’un bize özel sürprizi: İstanbul. Kadim şehir Brown’un romanında kilit rol oynuyor ve düşünmeden edemiyorsunuz neden daha önce İstanbul’u kullanmadı Dan Brown diye. İstanbul’un Vatikan’dan ya da Floransa’dan eksiği yok sanat ve tarih açısından ki bu da kitaba çok güzel yansıtılmış. Brown’un İstanbul’unda Langdon’la beraber Ayasofya’ya, Yerebatan Sarnıcı’na, Sultanahmet Camii’ne, Topkapı Sarayı’na rastlıyoruz. İstanbul’da bizi karşılayan rehber Mirsat’la birlikte kendisinden sadece bahsedilse de Göksel Gülensoy Cehennem’in Türkiye kadrosu. Göksel Gülensoy gerçek biri ve kendisi Ayasofya’nın altına, yer altı mağara ve galerilerine keşif amaçlı dalış yapan ve İstanbul’un saklı gizemlerini ortaya çıkaran kıymetli bir belgesel ve film yapımcısı, bu yüzden de Dan Brown onu romanına alarak güzel bir jest yapmış.
“Burası ikiye bölünmüş bir dünya, karşıt güçlerin şehriydi: Dindarlarla laikler; eskiyle yeni; Doğu’yla Batı… Avrupa ile Asya arasındaki coğrafi sınırda duran bu ebedi şehir, gerçekten de Eski Dünya’dan daha eski bir dünyaya uzanan bir köprüydü.”
Cehennem muhteşem kurgusu ve Dan Brown esintileriyle sizi sarıp sarmalayacak ve tuzaklı yapısı ve her bölümünü “en heyecanlı yerinde” bitiren, okumayı daha da hızlandıran 104 bölüme ayrılmış yapısıyla sizden ayrılmaya hiç niyeti olmayan bir roman. İster bunu itiraf edin isterseniz etmeyin ama yapılması gereken tek şey Dan Brown’u bir kez daha tebrik etmek.
Destansı bir yolculuk bu olsa gerek. Cehennem, yılın kitabı.
Dan Brown
*Kitabı en güzel ve aslına en yakın haliyle dilimize çeviren Petek Demir- İpek Demir ikilisine ve Altın Yayınları’na teşekkürler.
Kubilay

26 Haziran 2013 Çarşamba

Dönüşüm: Tüm Zamanların En Etkileyici Edebi Manifestosu


 
Bu benim ilk Kafka’m: Dönüşüm. Beni nasıl bir deneyimin beklediğini kestiremediğim bir başlangıçtı kitabı ilk elime aldığım anlar. Uzun zamandır Kafka hakkında o kadar çok kişiden, o kadar çok şey duymuş olmamla beraber bu kadar tarafsız –itiraf ediyorum aynı zamanda bilgisiz- bir başlangıç çok iyi oldu aslında. Yepyeni kıtalar bulmaya yelken açmış kâşifler misali önümde koca bir “Kafka Dünyası” açıldı sözün özü. Şimdi okuyacaklarınız Kafka Denizi’ne kıyısı olan Dönüşüm Adası’nda yapayalnız kalmış bir münzevinin anıları.

Dönüşüm, tüm zamanların en iyi başlangıç cümlelerinden biriyle başlayan uzun bir öykü. Gregor Samsa’yla yani kitabın başkarakteriyle tanışmak ancak bu kadar sade ve net, bir o kadar keskin bir ifadeyle olabilirdi:

“ Gregor Samsa, bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.”

Zaten bu başlangıç cümlesi yeterince iyiyken okuduğunuz her kelime sizi gerçekten de büyülüyor. Gözlerinizin önüne her şey capcanlı olarak gelmiyor aslında, Dönüşüm öyle bir kitap da değil zaten. Kafka’nın büyülerinden biri bu olmalı. Karşındaki dünya ne etten kemikten müteşekkil ne de bilinmez bir dünya. Dönüşüm karşınızda tam da bu ikisinin arasında, kelime karşılığı olmayan bir şekilde tasvir ediliyor. Her şey orda, elinizi uzatsanız tutabilecekseniz ama tuttuğunuz anda paramparça olacak sanki. Gri bir dünya. Arafta bir tasvir tarzı.

Dönüşüm’ün karakter kadrosu Gregor Samsa ve ailesi bir de başlangıç bölümündeki müdürden ibaret. Kafka’nın tüm karakterleri hatalarıyla kusurlarıyla gerçekçi karakterler. Hepsi ölümsüz karakterler aslında bizlerden parçalar taşıyan, bizler gibi bütüne varamayan karakterler.

Tabii ki de temel olayımız Gregor’un böceğe dönüşmesi. Kafka tüm zamanların en başarılı metaforlarından birini kullanıyor ki bu da öyküyü bir başyapıta çeviriyor. Neden başkarakteri böceğe dönüştürüyor Kafka? İki farklı görüşe ayrılıyor Kafka araştırmacıları bu noktada. Kimileri Kafka’nın ailesinde yaşadığı ezilmişliği gösterdiğini söylerken kimileri ise bireyin toplum içinde hiçliğini gösterdiğini söyleyerek durumu daha geniş bir düşünce aralığına yayıyor. Bana kalırsa ikinci düşünceye yakın olmakla birlikte ikisi de etkili aslında. Bu konuda başvuracağımız son nokta ise Kafka’nın Gustav Janouch’la konuşmaları oluyor. Kafka aynen şöyle diyor:

“Herkes, beraberinde taşıdığı parmaklığın ardında yaşıyor. Şimdi hayvanlarla ilgili bunca şey yazılmasının nedeni de bu. Özgür ve doğal bir yaşama duyulan özlemin ifadesi. Oysa insanlar için doğal yaşam, insanca yaşamdır. Ama bunu anlamıyorlar. Anlamak istemiyorlar. İnsan gibi yaşamak çok güç, o nedenle hiç olmazsa kurgusal düzeyde bundan kurtulma isteği var.”

Kafka Dönüşüm’le tüm zamanların en etkileyici edebi manifestosunu yazmış aslında. Usta bir yazar olmak belki de bu. Fikirlerini doğal olarak edebiyatla vermek. Ama öyle aralara serpiştirmek falan değil bu. Kitabın mayasını bunla yoğurmak. Katmanlı bir roman hazırlamak. Çok kapılı. İster böyle okursun Dönüşüm’ü ister fantezi olarak isterse bir aile dramı. Anlamak isteyenlere veriyor mesajı Kafka. Okuyucuya bir şeyler katmaya çabalamıyor. Onu özgür bırakıyor. Bir başyapıtın nasıl yazılması gerektiğini, öykü yazarı olmanın ne demek olduğunu, yazarların hayata karşı duruşlarını nasıl belli etmeleri gerektiğini anlatıyor Kafka Dönüşüm’üyle.

Kafka okuduğum yazarlar arasında en ayrıksı olanı. Max Brod’a öldükten sonra hiçbir eserinin yayınlanmamasını vasiyet etmesi başlı başına edebiyat tarihinin en unutulmaz olaylarından. Vasiyetinin gerçekleşmemesi bir yana Kafka yaşarken yazan, yazarken yaşayan bir adam. Can Yayınları’nın özenli baskısında yazarın nişanlısı Felice Bauer’e yazdığı mektupları incelemek yazarın yazma deneyimi hakkında büyük ipuçları da veriyor.

“Biraz önce dünkü öykümün başına geçtim, içimi bu öyküye dökmeye yönelik sınırsız bir tutkuyla, türlü çaresizliklerin tahrikiyle…”

Dönüşüm üç bölümden oluşan uzun bir öykü. Her bölümü üç temel olayın dallandırılmasıyla yazılmış. Gregor’un kardeşi Grete, annesi ve babası her bölümde yanımızda olan karakterlerken Gregor’un işyeri müdürü ilk bölümde bulunuyor. Aynı zamanda iki farklı hizmetçi de bulunmakta. Dönüşüm kendini okutan, okuturken kendinden başka bir şey düşündürmeyen, bittikten sonra da sanki alkışlatmak istercesine yazarını öne çıkaran bir kitap.

Dönüşüm’ün bence temel olayı günümüzde de kuvvetli bir şekilde ihtiyaç duyduğumuz farklılıklara tahammül aslında. “Böcek” olmak hala o kadar kolay ve bu durumdan kurtulmak o kadar zor ki. Dışlanmak, ezilmek, kapalı kapılar arkasında bırakılmak, yok sayılmak, saklanmak zorunda kalmak, ikinci sınıf olmak… Tüm bunlar Kafka’dan günümüzdeki tüm insanlığa bir ders aslında. Bir utanç vesikasının minyatürü Dönüşüm. Kolektivitenin eziciliğine karşı bireyin sessiz haykırışı, pasif direnişi ama yine –ve maalesef- farklı olanın kaybolup gitmesi. Kendimiz gibi olmayanlara ne kadar tahammül ediyoruz bizler? Kalplerimizin üzerini kaplayan, gözlerimizi perdeleyen bu öteki korkusu bizden neleri alıp götürüyor? Kafka bize tüm bunları düşündürüyor ve daha fazlasını. Açık ve net bir şekilde: Dönüşüm’ün sonu bize aslında o kadar da yabancı değil. Hala yerimizde sayacak mıyız? Kafka’nın da dediği gibi “Parmaklık, burada.” . Tam da gözümüzün önünde. Parmaklıklar arkasında tek tip bir dünyada daha ne kadar kalabilir ve hala asıl parmaklıklar ardına hapsedilenin farklı olanlar olduğu yanılgısı içinde olabilir insanoğlu?

Kafka’nın konuşmalarımızın elimizde olması büyük bir şans. Tüm anlattıklarımı büyük usta özetlemiş aslında. Belki de bu yazıya nokta koymanın en iyi yolu yine Kafka’nın ta kendisi:

“Düş, gerçekliği, tasarımı aşan gerçekliği ortaya çıkarır. Yaşamın korkunç, sanatın ise sarsıcı yanı, işte budur.”

Dönüşüm, “gerçek insana dönüşmek” isteyen herkese sonsuza dek kucak açmış bekliyor olacak. Gerisi size kalmış.

*Usta çevirmen Ahmet Celal’e; önsözüyle, sonsözüyle, mektuplarıyla en güzel şekilde derleyen ve Kafka’ya yakışan bir kitap basan Can Yayınları’na tüm Kafka sevdalıları adına teşekkürlerimi borç bilirim.

Kubilay

24 Haziran 2013 Pazartesi

Yeniden Başlamak

Robert Frost quote
 
Uzun zaman oldu. Kitaba hasret, edebiyata hasret, sanata hasret geçen günler son buldu artık. Koskoca bir sene dile kolay. Benim için çok yoğun günlerdi, öyle böyle değil. Çok şükür her şeyin bir sonu var, benim üniversite maratonumun “çalışma” safhasının sonu geldi inşallah. YGS de geçti LYS’ ler de artık. İyisiyle kötüsüyle, başarılarla hayal kırıklıklarıyla, yorgunlukla uykusuzlukla geçti günler, haftalar, aylar. Artık sonuçları bekleme zamanı, sonra tercihler, sonra kayıt derken hayatın akışı devam edecek. Hangi şehre giderim hiçbir tahminim yok. Sürprizli sınav maratonu hep belirsizliklerle dolu oldu zaten hem ben hem de tüm arkadaşlarım için. Hayatımın yepyeni bir bölümü başlamak üzereyken duyduğum garip hisleri, “acaba bundan sonra nerede yaşayacağım, kimlerle tanışacağım?” sorularının uçarılığı arasında ruh halim sarkaç misali. İnşallah en iyisi olur, en hayırlısı, kendime fayda sağlayıp hayallerime gerçekleşeceğim bir yer olur. Dualarınızı eksik etmeyin benim için…

Tüm bu zorlu sürecin benden çaldığı güzelliklerden biri de sevgili blogum Kontrast oldu ve birbirinden kıymetli blogger arkadaşlarım. Ama bundan sonra yine ve yeniden beraberiz inşallah. Blogun yeni tasarımıyla ve farklı yenilik fikirleriyle beraber. Bunlardan biri de müzik olacak. Kontrastın içeriğini genişletip müzik yazıları da yazmak aklımda var. Edebiyat yazılarının hızına yetişir mi bilmem ama yenilikler ve değişimler her zaman güzel değil midir? Bu müzik yazıları hakkında ne düşünüyosunuz,  yorumlarınızı bekliyorum ayrıca.

Daha dinamik, daha geniş içeriğiyle her zamanki kadar samimi bir Kontrast’la karşınızda olmak beni çok mutlu ediyor. En kısa zamanda yeni içerikleri yayınlamaya başlıyorum.

Kültür ve sanatın her daim kalp atışınız olduğu günler dileğiyle ;)

Kubilay

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...