25 Aralık 2011 Pazar

Kontrast Twitter'da!



Sosyal medya her geçen gün biraz daha önem kazanırken ben de sürpriz bir kararla bloguma bir Twitter sayfası açmaya karar verdim. Blogger ve Twitter güçlerini birleştirip daha verimli bir üretim alanı sağlayabilmek umuduyla açtığım sayfayı sizlere haber vermek istedim. Twitter'daysanız mutlaka takip edin ve bana twitter adreslerinizi de gönderin, sizi takip edebileyim. Ayrıca takip etmemi önerdiğiniz sayfaları da belirtirseniz sevinirim.

Kontrast'ın Twitter Adresi: http://twitter.com/blogkontrast

Edebiyatla kalın!

24 Aralık 2011 Cumartesi

Bütün Kadınları Kafası Karışıktır - ECE TEMELKURAN


Size bambaşka bir kitap anlatacağım. Anlatımı, konusu ve "ruhu" bambaşka bir kitap... Evet, bir "ruhu" var bu kitabın. Kırık bir oyuncağı sıkı sıkıya tutan, belli belirsiz gülümsemesiyle hüzünlü mü mutlu mu belli olmayan bir kız çocuğunun ruhu.

Kız çocuğu ki, şaşkın şaşkın ovuşturuyor gözlerini, kırpıştırıyor güneş görmemiş yarasa misali. Hayata kırgınlıklarla başlamış, öyle anlatıyor bize. Biz de görüyoruz ki geçmişin kırgınlıkları bohça olmuş, yamalı ve binrenk bir bohça, taşıyor kız çocuğu onları. Hayat boyu. Zaman bohçanın fosforlu pembesini karartıp haki yeşiline dönüştürmekte adeta. Bu yüzden de aşkları da haki yeşili olmuş kızın, gülümsemesi donup kalmış yüzünde.Sevgilisinin ruhu da haki. Haki ruhlu oğlan haki bohçalı kızı dembedem şaşkına çeviriyor.

"ellerimi cebime sokmalıyım bazen. cepsiz şeylere dayanamam. insan ellerini nereye koyacağını şaşırıyor. şaşırdıkça ellerimiz çoğalır. dikkat edin bir kez, mutlaka çoğalır."

Tedirgin ruhların alışılageldik özelliklerinden biri değil belki elektrik direklerini suçluların cezalandırılacağı çarmıha benzetmek. Ama küçük kız her şeyden ve herkesten farklı zaten. Her şeye farklı bir gözle bakar. Ya da biz öyle zannederiz. Biz duvarlar arasında sıkışan ruhlar...

"besleme kızın kapıcıyla yapılan düğünündeki fosforlu neşedir öykü. limonata ve kuru pasta."

Duyduklarına, gördüklerine parantez açar kız çocuğu. Parantez açar ki kimse rahatsız olmasın. Parantez açar ki kederli kahkahası bilmiş gözlerin bilmiş kulaklarını rahatsız etmesin diye.Yalnız hisseder kendini hep. Derinden yalnız. Bir kadının içine sıkışıp kalmıştır kız çocuğu. Anlaşılmamak yakar yüreğini, dağlar ruhunu.

"hep böyle olmaz mı? erkekleri salonda bırakıp mutfağa gitmez miyiz? vatanımıza, doğal ortamımıza dönmenin huzuru. neden bir de mutfakta sorulur hal hatır? "nasılsın?" daha kısık ve doğrudan bir sesle, gerçeği duymak ister gibi, salondaki yalanları değil.

Kalabalıklar içinde küçük hisseder kendini. Kadınlığı rahatsız eder onu. Açılan gömlek düğmesinden çocukluğu sızacak diye tedirgin. belki bu tedirginliktendir, küçük harfle başlar cümlelerine. Ruhunu böyle yansıtır kağıda.

"öyle bir suçluluk duygusu var ki bende, yemeğin yemediğim yarısının bile kalbinin kırıldığını düşünüyorum."

Gerçeği hikayelerde arar kız çocuğu. Başkaları yalan dese de bunun adına. Kendini böyle iyi hisseder o, biliyorum, çünkü anlatmıştı bana:

"örneğin, "bir adamla tanıştım, çok hoştu." yerine niye "dünyanın yaşayan en eski ip cambazıyla tanıştım." demeyesiniz. bunun kime ne zararı var?"

Bana onu üzen kadınları da anlattı birer birer. Zeynep, Deniz, Türkü, Didem... Cosmo kızları, duyarlı ama demir gibi kadınları, ruhları sünnet edilmiş kadınları. Hepsini anlattı.

"ağlıyorum. ba-ğı-ra, ba-ğı-ra ağlıyorum. içim dışıma çıkıyor, ağzım gevşiyor, boynumdaki kasılmayı ve biriktirilmiş bütün çığlığımı kusuyorum.

Bütün Kadınların Kafası Karışıktır, işte bu küçük kızı anlatıyor. Ya da o küçük kız yalnız bana gösteriyor kendisini. Belki de bu yüzden yazdım kitabın yorumunu bu şekilde. Başka şekilde yazamazdım çünkü. Kelimeler yollarını kendileri çizdi bu kez.

Ece Temelkuran'ın kendine has anlatımı beni bu hale getiriyor. Hayatımda okuduğum en farklı kitap ruhumu böyle alt üst ediyor. Siz de gerçekten "ruhu" olan bir kitap okumak istiyorsanız, yüreğinizin kuytu köşelerine usulca saklanmaya da razıysanız hiç durmayın. Bu kitabı mutlaka alın.

"...BİR ÇİÇEĞİN YANINDAN GEÇER GİBİ YAŞAMALIYIZ ASLINDA."

Ece Temelkuran'a ve Everest Yayınları'na teşekkürler...

Edebiyatla kalın!

Kubilay

6 Kasım 2011 Pazar

Yol Hâli...



Yolculuk... Gitmek bir yerlere, görmek insanları; ruhları, hayalleri seyre dalabilmek. Gönlünün penceresini ardına dek açmak, esen rüzgarla dans edebilmek. Korkmamak. Kaybolmaktan değil de, kendini bulmaktan korkmamak. Çünkü yolculuğun ekşimtırak mayasının muhteviyatıdır kendini bulmak. Çıkacaksan yolculuğa - ister Kaf Dağı'nın ardına, ister Yeni Dünya'ya - dünya gezginlerinin ilk kuralını kabul etmek zorundasın: Nereye gidersen git, aslolan kalbine yaptığın yolculuktur.


Yolculuklar değiştirir insanları; alır silkeler, dip köşe tertemiz olursun. Belki de bu yüzden bu kadar çok istiyorum yollara düşmeyi ben. Kendimi en saf halimle görebilmek için. Uzun uzun düşünebilmek için. Kalabalıklar arasında kendimle baş başa kalabilmek için. Yabancı olmayı, öteki olmayı iliklerime kadar hissedebilmek için.

Bir yere gidebilmek en güzelidir mütereddit ruhlar için. Trenlerle bilhassa. Öyle ruhsuz trenlerle değil, eski ve klasik trenlerle. Sarsıla sarsıla yolculuktur belki de en iyisi. Cam kenarına oturmak, kafanı cama yaslamak. Yol boyu hayaller kurmak. Ne yaptım ben bugüne kadar, ne yapacağım diye düşünmek. Trenin o eski ve asil kokusunu içine çekmek. En iyi trenler eski trenlerdir bu yüzden, yaşanmışlıklar taşır durmadan.. Oradan buraya, kuzeyden güneye, doğudan batıya… Trene binebilsem ve uzun yolculuklara çıkabilsem keşke. Oturduğum yerde şimdiye kadar kimlerin oturduğunu ölesiye merak etsem. Gökyüzüne baksam doya doya, bulutları izlesem, çocukluk alışkanlığıma dönsem, onları benzetsem çiçeğe, kuşa, köpeğe... Sessizliğin tadına varabilsem. Ruhum aydınlasa da, umutla dolabilsem!

En basitinden bir simit alsam şöyle kendime. Yanında sıcacık bir çay. Belki de biraz peynir. Yerken susamları döksem kucağıma, sonra parmaklarımla teker teker toplasam onları. Çayımı ince belli bardakta içsem, sıcacık, dumanı tüte tüte... Hayatımın en güzel yemeği sayarım onları. Ruhun mutluysa zaten, her şey tamamdır zaten. Yediğin yemek bal, içtiğinse gül şerbeti oluverir.

Soğuk olsa hava biraz, kar taneleri hafiften oyuna başlasa gökyüzüne. İzlesem onları, kovalamaca oyunlarını. Yere konarkenki o büyülü anı yaşasam. Örtsem sırtıma bir battaniye, sıcacık ve yumuşacık... Sarsam boynuma bir atkı, arada dişlerimle kemirsem uçlarını, aynı çocukken yaptığım gibi.

Tren garlarında eski püskü bir banka otursam. İnsanları izlesem doya doya. Sarılan iki sevgili görsem karşımda ya da inse trende yaşlı bir teyze ve amca, karşılasa onları torunları, sarılsalar sıkı sıkı. Bir anne bebeğiyle geçse önümden, pembe yelek giymiş bir bebekle. Ha uyudu, ha uyuyacak şimdi. Başı arada düşse annesinin omzuna, kaldırsa sonra aniden, merakla bana baksa. Gülümsesem ona, o da bana bir gülücük atsa.

Gittiğim her yeri doya doya gezsem. Elimden kağıt kalem hiç eksik olmasa. Yazsam olanları, olmayanları. Fotoğraflarını çeksem insanların. Yüzlerindeki sevinci okuyabilsem. Bir dost kazansam oralarda bir yerlerde. Güvenebilsek birbirimizi sınırsızca. Hayat boyu görüşebilsek onunla. Gezerken ayakkabımın tabanına taşlar sıkışsa, toplasam onları. Her biri gittiğim yerden yadigâr. Kart atsam evime her şehirden. Karahindibaları üflesem sağa sola, çimlere uzansam sonra. Gökyüzüne bir de o açıdan baksam. Üstüm başım çimen lekesi olsa. Yağmur yağsa durmaksızın, sırılsıklam olsam. Bir müzik açsam arada, kimseyi aldırmadan dans etsem. Arada ağlayıp mutsuzlukları söküp atsam yüreğimden. Nehirler alıp götürse onları, bir daha getirmemek üzere...

"İnsan memleketini geride bıraktı mı kendinden en az bir parçasını feda etmeye hazır olmalıdır..." der Elif Şafak. Hatırlasam bu kelamı yol boyu. Özlem üzse de bazen, onunla yaşamayı bilsem. Memleketimde bıraktığım kalbimden bir parça küt küt atsa daima. "Yine gel!" dese kendine has ritmiyle. Dönünce geriye evime, sarılsam onunla, yine bütünleşsek ikimiz.

Gezsem doyasıya, yollarda olsam. Hindiba çiçeğin üzerinde dolaşsam her yeri. Mutluluğun kokusunu içime çeksem hep, gülümseyip dursam yol boyu...

Kubilay

***

"Kurban Bayramı'nız kutlu olsun!"

21 Ekim 2011 Cuma

Zor Zamanlar




Gerginlik had safhada, hava ayaz. Uzun mesafeleri hızla koşarak geçtikten sonra boğazımızda hissettiğimiz kesik ve kuvvettli bir acının içindeyiz şu günlerde... Nabzımın bedenimin her köşesinde attığını hissediyorum. Ürperiyorum daima. Sıkıca sarılmak istiyorum, sıcacık bir yataktaki kocaman bir yorgana.

Kelimeler duyuyorum durmaksızın. Tanıyamıyorum hiç birini. Kenara çekip soruyorum birine: "Hayrola, bu ne hal, ne oldu sizlere cancağızım?" Tersliyor beni. Donup kalıyorum o andan beri. Kelimeler ki ruhdaşlarım, sırdaşlarım, yoldaşlarım. Onlar da bırakırsa beni! En güvendiklerim de sırtını dönerse bana... Yüreğimin etrafında bir mengene. Nefes almak her defasında zorlaşıyor.

Ülkenin gündemini büyük siyah harflerle "TERÖR" dolduruyor birkaç gündür. Ve ben her saniye daha da üzülüyorum, kahroluyorum. Duymak istemediğim kelimeler, görmek istemediğim hareketler dört bir yandan taaruzza geçmiş gibiler. Tepkinin ilk defa bu kadar yakınımdan geldiğini görüyorum. Sokaklardan protesto sesleri eksik olmuyor. Tanıdığım çoğu insan acı sözler saçıyor etrafa. Kırıp döküyor, düşünmeden, etmeden...

Dün teneffüste arkadaşlarımın konuşmalarına şahit oluyorum. Siyah saçlı, kibar bir kızdı önceden. Bugün öyle değil ama. Suratı öfkeyle, kelimeleri hiddetle dolu. Yürüyüşe gitmiş o da. Yolda Kürtçe konuşan bir aileye rastgelmişler. "Linç edecektik!" diyor umursamadan. Fütursuzca dökülüyor sözcükler yere. Parçalandıkça kelimeler harflere, harfler noktalara katran karası bir sıvı akıyor yere. Kokusu, görüntüsü yürek dağlıyor. Devam eden konuşmanın başka bir bölümünde ise bir diğeri "Dayak delisi etseydin diyor!" bir başka hususta. Kelimeler bana, ben kelimeler bakıyorum. Harfler böyle bir dizilimin içinde yer almaktan kırgın. Çıkıp gidiyorlar sonra. Gidip topluyorum yerdeki harfleri. Üflüyorum pencereden bir bir. Özgürlüklerine kavuşmalarına yürekten seviniyorum. Ya da... Sevinemiyorum aslında. O kadar çok harf katran karası kelimelere dönüştü ki şu günlerde hızlarına yetişmek imkansız. En aklı selim gözükenler bile ayrımcılığa, kendini üstün görmeye, ırkçılığa, aşırı milliyetçiliğe sıkı sıkıya sarılıyorlar. En yakın görünenler bir bir dışlıyor aynı fikirde olmayınca. Yalnızlığın hiç bu kadar yakınıma geldiğini görmemiştim diyorum kendi kendime.

Barış ufuğun ötesine gidiyor koşar adımlarla. Ve bizim yüzümüzden oluyor tüm bunlar. Keskin fikirlerimiz, değişmez düşüncelerimiz, katı kelimelerimizin yüzünden. Barış ancak ve ancak birbirimizi anlamakla yakınlaşır bizlere. Nefreti bir kan davası gibi sürdürmenin hiçbir faydası yok. Yaralarımızı beraber onarmak yerine el birliğiyle kendi yara kabuğumuzu kendimizi koparmak çözüm sağlamayacak. Dışlamak, ötekileştirmek, daha dün iç içe olduğumuz komşumuzu, tanıdığımızı, ahbaplara bugün öfke gösterisinde bulunmak ancak kalplerimizi sertleştirir. Kan toplanır ortasında biçare kalplerin. Atmaz olur aniden. Nefes kesilir sonra. Karanlığa, o bitimsiz şeytani siyaha geri dönüşü olmayan bir adım...

Elbette ki terörün karşısında olmak her mantıklı zihnin ürünüdür. Ama her ne kadar karıştırmadığımızı söylesek de etnik kökenle terörü birbirine zincirlemek sorunu iyice karmaşıklaştırıyor. En doğrusu sakin kalabilmek, birbirimize sıkıca sarılabilmek. Kendimizden uzaklaştırdığımız her bireyle birlikte ülkemizi biz de parçalıyoruz aslında. Ön yargılarımızla kırıp döküyoruz sırça kalpleri.

Gidişat üzüyor beni, derinden yaralıyor. Umutsuz bir umut yazısı yazmaktan başka bir çare gelmiyor elimden. Gerginlik etrafımızı iyice sararken ellerimizi vicdanımıza koymalıyız. Kelimelerimize, hareketlerimize dikkat edelim dostlar. Yasımızı yaşayalım elbet, ama öfke... Öfkemize hakim olalım. Nefretin esiri olmak insanlığa yakışmaz.

Umut?

Tükeniyor gibi.

O zaman?

Umudu biz yaratalım, yok etmek yerine.

Göz yaşları kurumadan bir yenisini daha el birliğiyle eklememek için...

8 Ekim 2011 Cumartesi

Yeşil Kiraz - GÜLTEN DAYIOĞLU



Çok sevdiğim Gülten Dayıoğlu, Fadiş romanının 40. yılını kutlarken ben de kendi adıma bu kutlama katılmak istedim ve bunu da bir Gülten Dayıoğlu kitabı okuyarak gerçekleştirdim. Gülten Dayıoğlu külliyatını tamama erdirmeye yaklaşırken bir türlü okumaya fırsat bulamadığım Yeşil Kiraz'da karar kıldım...

Yeşil Kiraz, YKY'nin İlkgençlik Kitaplığı Serisi başlığı altında yayınladığı bir roman. Genç okuyucuya hitap edilen en güzel eserlerin seçildiği seride dünya çapında ün sahibi olan Harry Potter serisinin de bulunduğunu söylemeyi ihmal etmeyelim. Ayrıca Yeşil Kiraz, satış rakamları da oldukça yüksek bir kitap. İlk baskısı 1992 yılında yapılan kitabın, elimdeki Şubat 2009 tarihli baskıda "39.baskı" etiketiyle yayınlanıyor. Yeşil Kiraz'ı bu başarıya eriştiren de Gülten Dayıoğlu'nun okurlarıyla kurduğu sıkı sıkıya ve sevgiyle örülmüş bağ tabii ki...

Yeşil Kiraz, işlediği konularla sosyokültürel bir roman. Toplumun birçok önem arz eden gerçeğine parmak basan bu roman, gençlere hitap eden üslubuyla sıkıcılıktan da sıyrılıyor aynı zamanda. Didaktik notalar kimi zaman okuyucuyu sıkacak diye düşünülse de, Gülten Dayıoğlu genç okuyucunun sıkılgan ve öğüt istemeyen kişiliğine göre yazmayı ihmal etmemiş. Bilhassa kitabın kurgusunun merkezinde yer alan Kiraz karakterinin durumunu irdelemek de kitabı anlamak için önemli. Kiraz'ın hamurunu yoğururken Gülten Dayıoğlu sevecen kişiliğinin güçlü titreşimlerini öyle güzel kullanmış ki... Kiraz'a karşı duyduğu sevgi, onu yanlış davranışlarında bile itip kakması, satırlarıyla rencide etmemesi okuru da Kiraz'a hemencecik bağlıyor. Böylece hem Kiraz örneğinden yola çıkarak gençlerin azarlanmayla eğitilmeyeceğini kalemiyle bize gösteren Gülten Dayıoğlu, bir yandan da baş karakterini dışlamayarak romanın harcını sağlamlaştırıyor.

Yeşil Kiraz, bol karakterli bir roman. Her görüşten, durumdan, sınıftan insan Yeşil Kiraz'ın kadrosunda yerini alıyor. Dönemin durumunu da gayet iyi yansıtan bir roman Yeşil Kiraz... Burada sözü Gülten Dayıoğlu'na bırakmakta fayda var:

"...Yeşil Kiraz'ı, işte bu ortamda yazmaya başladım. Sosyal ortam, politik ve ideolojik çekişme ve çıkar dayatmaları nedeniyle çok kötü durumdaydı. Öğrenci olayları, doruklara tırmanmış, hatta liselere bile sıçramıştı. Çok üzülsem de elimden gelen bir şey yoktu. "Yazar, yaşadığı dönemin tanığıdır." söylemi çok doğruydu. Yazmaya çalıştığım romanı bu kanlı olaylardan soyutlayamıyordum. Roman kahramanlarını, ucundan kıyısından  da olsa, olaylarla ilişkilendirmekten kendimi alamıyordum."

Yeşil Kiraz'ın kurgusunda diskotek sahneleri de var, kulüplere yapılan gezmeler de, konken oynamalar da... Yazarın, daha sonra "Yaşadıklarım ve Düşlediklerim" kitabın da bu konudaki ayrıntılı satırlarından belirttiği gibi tüm bu bölümler özel bir çabayla yazılmış. İstese hayal gücünün oranını artırıp daha rahat bir şekilde kitabı tamamlayabilecekken Gülten Dayıoğlu işine verdiği önemi göstererek yazacağı her bölümün üzerine ayrı ayrı eğilmiş. Bunun için yazacağı yerlere gitmiş, oradan farklı farklı olaylar duymuş, birbirinden ilginç gözlemler elde edilmiş.

Ama romanın asıl teması yalancılık üzerinden gidiyor. Kiraz'ın küçüklükten beri yavaş yavaş edindiği yalancılık alışkanlığının, alışkan olmadığı bir dünyaya girince iyiden iyiye su yüzüne çıkmasıyla başından geçen olaylar anlatılıyor. Kitabın ilk kısımları aslında Kiraz'ın yalancılığa alışması sürecinin ayrıntılı bir dokümanı sayılabilir. Yazar böylece Kiraz'ın kişiliğini yavaş yavaş okuyucuya aşılarken, değinmek istediği türlü konulara da değiniyor. Gülten Dayıoğlu, Kiraz'ın ailesinin konumundan utanmasını da sık sık okuyucuya yansıtıyor. Böylece her daim güncelliğini koruyan bir roman da elde etmiş oluyor. Yıllar boyu aynı durumdaki birçok okur "İşte bu benim!" duygusuyla Yeşil Kiraz'ı bir solukta okuyabiliyor.

Yeşil Kiraz'ın her türlü kesimden insanı, her yaştan kişileri, çeşit çeşit olayları tasvir etmesi esnasındaki gerçeklik konumu okuyucuyu derinden etkiliyor. Gülten Dayıoğlu'nun şu satırları bunun en açık örneklerinden:

"...Değişik ortamlarda ya da dost toplantılarında, romanı gazeteden (Milliyet'ten bahsediliyor) izleyenler çıkıyor karşıma. "Yeşil Kiraz siz misiniz?" diye soranlar var. Çünkü romanda her şey, bire bir yaşanmış gibi yansıtılıyor. "Yeşil Kiraz değilim." diyorum soranlara..."

Yeşil Kiraz'ın beni tek hayal kırıklığına uğratan yanı son kısmı oldu. Daha ayrıntılı bir son beklediğimden dolayı biraz üzüldüm. Kitap boyu hayran kaldığım irdeleyerek yazılmış satırlardan sonra son bölümlerde kazanılan fazla hız beni şaşırttı. Bunda belki de benim kitaba fazlasıyla bağlanmamın da payı olabilir... Yeşil Kiraz'ın ikinci kitabının varlığının bir nedeni mi tam olarak bilemiyorum ama Yeşil Kiraz 2'yi okuduktan sonra daha sağlıklı bir yorum getirebileceğime inanıyorum.

Yeşil Kiraz, heyecan dolu ve sürükleyici bir roman. Akıcı ve sade üslubuyla, genç okuyucu kitlesine hitap eden anlatımıyla oldukça başarılı bir roman. Her yaştan okurun da rahatlıkla okuyabileceği, kendi açılarından farklı yollarla satırlarda yol alabileceklerini düşünüyorum. Bu nedenleyetişkinlerin de bu romanı okumasını gençliği anlamak ve toplumsal olaylara eleştirel bir gözle bakabilmesi açısından önemsiyorum.

Kitabın kapak tasarımı ve kapaktaki çizimin oldukça hoş olduğunu düşünüyorum. YKY kitabın yeni baskılarında düzeltti mi bilemiyorum ama bazı yazım yanlışları ve baskı hataları bulunuyor. Yeşil Kiraz'ı okura hak ettiği gibi daha da özenli sunmalarını isterim...

Okurlarıyla her daim nefes nefese, yürek yüreğe olan, benim kalbimde de kocaman bir yeri olan sevgili Gülten Dayıoğlu'na saygılarımı sunuyorum. Bizimle muhteşem satırlarını paylaşmaya devam edeceği uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum.

Edebiyatla kalın...

Kubilay

Yazıda kullanılan alıntılar Gülten Dayıoğlu'nun Yaşadıklarım ve Düşlediklerim" kitabının Mart 2010 tarihli baskısından alınmıştır.

18 Eylül 2011 Pazar

Bedia Ceylan Güzelce'den Teşekkür Yazısı


Geçtiğimiz günlerde beklenmedik ve beni çok mutlu eden bir e-posta aldım. Hem de ne mutluluk... Gelen mesajın 1473 kitabının yazarı Bedia Ceylan Güzelce'den olduğunu görünce tam anlamıyla havalar uçtum! Yazım hakkında nazik fikirlerini bildirmesi benim için çok büyük bir onur. Huzurlarınızda ona bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Kıymet verip 1473 yazımı okuduğu ve fikirlerini benimle paylaştığı için...

Sevgili Bedia Ceylan Güzelce'nin gönderdiği teşekkür yazısını sizlerle aynen paylaşıyorum:

Merhaba Kubilay Bey,

Bir arkadaşımın bilgilendirmesi üzerine internet sitenizde yer alan, 1473'e dair yazınızı okudum. Öncelikle bu özenli ve "dikkatli" okumanız için çok teşekkür ediyorum. Vakit ayırıp böyle güzel ve nitelikli bir yazı kaleme aldığınız için ayrıca teşekkür.

Sitenizdeki diğer yazıları da inceleme fırsatı buldum, her biri ayrı titizlizlikle hazırlanmış.

Nezaketiniz ve zarifliğiniz umarım sizin üslubunuz olur daima.

Bedia

(Bahsi geçen yazıyı okumak için tıklayın: 1473 - Bedia Ceylan Güzelce)

Edebiyatla kalın !

Kubilay

9 Eylül 2011 Cuma

Lütfen Anneme İyi Bak - KYUNG-SOOK SHIN




Karnımın ortasında ürpertici bir boşluk. Yatağını bulup akamayan şaşkın göz yaşlarım. Sersemlemiş bir dimağ. Berdevam değil, keskin ve ani bir hüzün. Aklımda asılı kalan tek bir cümle. İnsanı yaz ortasında titreten bir meltemle sağa sola salınan son cümle: "Lütfen anneme iyi bak!"

İnternette dolaşırken karşılaştığım kitaba hemen kanım kaynayıvermişti. Düşünmeden almak istediğim ender kitaplardan biri oldu. Beni çeken kendine belki rüzgarın önüne kattığı narin bir yaprak misali ismiydi, belki de kitaptaki kadının insanın ruhunu delip geçen gözleriydi. Aynen kitaptaki şu satırlar gibi: "Gözlerini hatırlıyorum, çünkü dürüst ve vefalı bir ifadeyle baktığını düşünmüştüm."

Uzun zamandır bittikten sonra beni bu kadar boşluğa düşüren bir kitap okumamıştım. Üstelik bu kitap bir çeviri! Genelde çeviri çoğu kitap aklımda kalıcı olmaz, bende derin izler bırakmaz. "Lütfen Anneme İyi Bak" ise etkileme bir yana adeta hızla çarptı bana. Öyküsü o kadar sağlam ki beni bir çeviride bile bu kadar çarptığına göre aslına okusam daha da ağır bir hüzün nöbetine girerdim.

Hikayenin ana ekseni, Seul Metro İstasyonu'nda kaybolan annelerini arayan aile bireylerinin yaşadıkları ve bu arama süreci boyunca geçmişle hesaplaşmaları etrafında çerçeveleniyor. Hayatları boyu annelerini fazlasıyla ihmal eden aile bireylerinin, o kaybolduğu zaman hissettikleri pişmanlıklara ve bol sancılı iç hesaplaşmalara tanık oluyoruz.

Anneleri onlarlayken hiç düşünmedikleri, kendilerine göre küçük ayrıntıların nasıl da büyük sorunlar olduğunu görüyoruz. En basit sorularına bile verdikleri ters cevapları, her an onlara hizmet etmesinin sanki ezelden beri göreviymiş gibi davranmaları, eşinin kendi hastalıklarına son derece önem verip, sıra karısına gelince ufak bir meseleymişçesine geçiştirmesi gibi davranışlar her birinin zihinlerini usul usul kemiriyor.

İlk bölüm, "Kimsecikler Bilmiyor"da olaylara adını bir başka bölümde öğrendiğimiz, ailenin büyük kızı Çi-hon'un gözünden bakıyoruz. Çi-hon aynı zamanda bir yazar. Bir yandan arama sürecinin başlangıcına bir yandan Çi-hon'un anılarına bakıyoruz. Bu farklı zamanlı yazılar öyle güzel birleştirilmiş ki... Kimi kitaplarda keskin hatlara sahne olan bu gibi durumlar, "Lütfen Anneme İyi Bak"ta ustalıkla düzenlenmiş. Daha ilk anda dikkatimi çeken durum ise anlatım şekli. Alışılagelmiş üçüncü tekil şahıs anlatımı yerine ikinci tekil şahıs kullanımına ilk defa bu kitapta rastladım. "Sen"le çekimlenen fiiller hikayeyi başka bir boyuta taşıyor. Sanki bu roman başka şekilde yazılamazmış gibi geliyor insana. Üstelik romanın bu yönü okuyucu resmen kendine bağlıyor. Siz okuyucu olmaktan çıkıp bir karakter oluyorsunuz. Kitap bu bakıma bir insana kendini sorgulatan bir roman işlevini yerine getiriyor.

İkinci bölüm "Özür Dilerim Hyong-çol" ise roman boyu anlatımın tek "3.tekil" üzerinden giden bölümü. Bu sefer Hyong-çol bize eşlik ediyor. Annesinin ilk göz ağrısı oğlu Hyong-çol'un onun gözündeki ayrıcalığına dikkat çekiyor yazar. Anne-oğul ilişkisi farklı bakış açılarıyla ele alınıyor. Annesine daha güzel imkanlar sunmak isteyen etten kemikten bir oğlan çocuğunu izliyoruz.

"Ben Geldim!" başlıklı üçüncü bölümde ise olanlara eşinin aracılığıyla bağlanıyoruz. İlk iki bölümden özellikle ayrılan yönü, bir "anne" olarak değil bir eş olarak alınması kayıp annenin. Eşinin kaybolmasıyla perişan olan bir adam... Kaybolmadan önce onu son görenin kendisi olması nedeniyle kendini sorumlu tutan baba derin hesaplaşmalar yaşıyor içinde. Acı ya da tatlı her anı yaraları biraz daha kanatıyor. Hayatı boyu yaptığı sorumsuzluklar ise gözünün önünde büyüdükçe büyüyor. Bu bölümle beraber anne yani Park So-nyo hakkında ayrıntılı bilgilere sahip oluyoruz.

Kitabın en son ve en sıra dışı bölümü ise "Başka Bir Kadın". Sonunda annenin penceresinden bambaşka şeyler görüyoruz. Kitabın en sihirli kısmı burası. O yüzden buradan detaylı bahsetmiyorum."Son söz" ön adıyla yer alan "Gül ağacından yapılmış tespih" kısmı ise romana ustalıklı bir son sunuyor. Kitap boyu avucunun içinde durduğumuz yazar, son bölümde efsunlu bileşiği de ekleyip bizi olduğumuz yere sabitliyor ve de biçare bir mermer heykel misali uçurumun kenarına yerleştiriyor.

Kitabın yazarı Kyung-sook Shin, Güney Kore'nin en çok satan yazarlarından biri. Halen Seul'da yaşayan yazar, "Lütfen Anneme İyi Bak"la dünya çapında bir başarı yakalıyor. Diğer kitaplarının da Türkçeye kazandırılması en büyük dileğim...



Romanla ilgili belirtmek istediğim başka bir konu ise köy yaşamınım etkileyici betimlemelerle ve Kore'nin sosyokültürel yaşam bilgisiyle güzelce harmanlaması. Kuvvetli mekan tasarımları da altı çizilesi ayrıntılardan.
Çeviri kitaplarla ilgili ön yargımı kıran çevirmenimiz Belgin Selen Haktanır Us da alkışları hak ediyor. Çevirmenlerin kitapların gizli kahramanları olduğu yadsınamaz bir gerçek.

Hayatımda okuduğum en etkileyici kitaplardan birini yazan Kyung-sook Shin'e, beni hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmayan Doğan Kitap'a teşekkürler.

Edebiyatla kalın!

Kubilay

30 Ağustos 2011 Salı

Bayramlar İyi Ki Var!


Biraz özlem, biraz hasret, biraz hüzün. Boynu bükük bir burukluk. Bir bakakalış hissi. Hani avucundaki kum parmaklarının arasından dökülür ya biteviye, öyle bir şey sanki. Elinde kalan son kum tanelerine doya doya sarılma isteği. Geceleyin üstü açılmış bir çocuğun üşümemek için kollarını kavuşturması misali. Böyleyim işte. Ruhum sarardı hafiften. Güneşin cıvıldaşan sarısı değil, çeyiz sandıklarının naftalinli sarısı bu. Ramazan'a elveda sarısı.

Üzülüyorum işte, Ramazan gidiyor diye. Bir ay ne çabuk geçti demekten alıkoyamıyorum kendimi yine. Sanki daha dün gece sahura kalktık, daha dün ilk iftarımızı yaptık. Ne zaman geçtin ey Ramazan? Böyle ayrılık olur mu cananım?

Bayram belki de bu hüznü ruha neşeyle yedirme fırsatı. Ramazan boyu yoğurduğumuz hamura iki ölçü neşe, bir avuç sevinç, bir tutam heyecan katmamız. Bayram, dudağımızın iki nazenin kenarının altına gelip yerleşen, var gücüye yukarı kaldıran iki zıpırcığın şefkat dolu annesi. Ruhumuza su serpip, hüznün o boğaz kurutan ateşini söndüren dostâne bir el. Şaşkın ruhlara kucak açan sıcacık bir penah.

Biraz çikolata, biraz şeker. Biraz kadayıf, biraz baklava. Biraz şekerpare, biraz sütlaç. Biraz harçlık, biraz kolonya. Bayram kadim bir tarife sahip şekerriz bir tatlı sanki. Gülümseyen, gülümseten.

Lokum gibi geleneksel, akide şekeri gibi keyifli, çikolata gibi lezzetli, damla sakızı gibi mis kokulu bayramlar diliyorum herkese...

Yüzünüzden gülümseme hiç eksik olmasın!

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Kaçık Sanat Tarihi - 5 "Michelangelo Buonarroti"

Büyük Sanatçıların Gizli Hayatları kitabından yola çıkarak hazırladığım Kaçık Sanat Tarihi yazılarından beşincisiyle karşınızdayım. Bugünkü konuğumuz İtalyan Rönesans'ının tanınmış simalarından Michelangelo Buonarroti. Gelin onu yakından tanıyalım...

Michelangelo Buonarroti
6 Mart 1475 -18 Şubat 1564
Burcu: Balık
Milliyeti: İtalyan
En Önemli Eseri: Adem'in Yaradılışı (1508-1512)
Tekniği: Fresk
Tarzı: İtalyan Rönesansı
Eserlerini Nerede Görebiliriz?: Sistine Şapeli, Vatikan, Roma
En Meşhur Sözü: "Eğer insanlar ustalığımı kazanmak için ne kadar çok çalıştığımı bilselerdi, hiç de böyle harika görünmezdi."
(Yandaki resim Jacopino del Conte'nin çizdiği portresidir.)

Aristokratların soyundan geldikleri varsayılan Buonarrotiler, eski yaşam tarzlarını kaybetmişlerdi ve bundan hiç hoşlanmıyorlardı. Belki de oğlu, ressamlığı meslek olarak yapmak istediği yolundaki niyeti açıklayınca, Michelangelo'nun babası Ludovico onun için bu kadar kızmıştır. Ludovico gönülsüzce Michelangelo'nun Floransalı bir ressamın atölyesinde eğitim görmesini ayarladı, ancak fevri genç adam, ustasıyla boyuna kavga ediyordu. Neyse ki 1490 sonlarında daha makul bir sanatsal çevreye geçebildi: Lorenzo de' Mediciler'in heykel bahçesine. Sandro Botticelli'nin büyük hamisi Lorenzo, değerine paha biçilmez bir kadim ve çağdaş heykel koleksiyonunu bir araya getirmişti ve umut veren heykelciler için bir atölyenin sponsorluğunu yapıyordu.

Michelangelo, Floransa'daki Fransız istilasından kurtulacak şekilde şehirden sıvışmıştı. 1495 sıralarında dönerek, vaiz Giralomo Savonarola'nın şehirde hüküm sürmesine tanık oldu, sonra 1496'da şehri alelacele terk etti; bu sefer birkaç yerel kardinal için heykel yapma işini üstlenmek üzere Roma'ya gitti.

Eşsiz Pietà

Roma'dayken Michelangelo, İsa'nın cansız bedenini kucağında tutan Bakire Meryem'i ustaca betimleyen Pietà'yı tamamladı.



Pietà
Pietà'da Meryem'in elbisesindeki katlardan, İsa'nın saçının dalga dalga dökülmesine kadar hayret verici canlı ayrıntılar ve dokularla, gruplaşma heykelde bir güç gösterisidir.



İsa'nın elindeki çivi izi, kollarındaki damarlar, parmakların canlı dokusu
ve Meryem'in elbisesinin katları heykelin can alıcı ayrıntıları...
İspatla Beni David!

Pietà Michelangelo'ya sağlam bir şöhret getirdi -ama sadece Roma'da. 1501'de Floransa'ya dönünce kendini yeni baştan kabul ettirmek zorunda kaldı. Bu zorlu işin üstesinde, Floransa katedralinin avlusunda1463'ten beri öylece duran dar, dört buçuk metreye yakın bir blok sayesinde geldi. Daha önceki sanatçılar tarafından üzerinde çalışılmış, ama taştan kaynaklanan sorunlar yüzünden bırakılmış olan bir bloktan heykel tamamlama işini kabul etti. Michelangelo zoru başardı ve David karşımızdaydı. Floransalıların ağzı açık aldı desek yeridir...

David
David'in kaş ayrıntıları, göz çukurlukları, küçük ağzı, azametli burnu
ve sert bakışları dikkat çekiyor.
Tavanın Tam Altında Biri "Michelangelo"

Kendini bir tavus kuşu kadar beğenmiş olan Papa Julius zaman içerisinde Michelangelo'yla çok uğraştı. Günün birinde ise ona Sistine Şapeli'nin tavanını süsleme görevi verdi. Sanatçı reddedemedi ama işin içinde bir bit yeniği olduğunu sezdi. Yeminli düşmanı Donato Bramante'nin Michelangelo'nun resim yapmaktan hoşlanmadığını bilerek ve başarısızlığa uğrayacağını umarak, ona bu işin verilmesi için dolap çevirdiğinden şüphelendi.

Ama resmi yaptı...


Sistine Şapeli'nin tavanı
Büyük kemerli mekan için Michelangelo, Eski Ahit'in bir özeti olan karmaşık sahneler, figürler ve mimari unsurlardan oluşan bir düzenleme geliştirdi. Beş ana pano, kozmosun yaradılışıyla başlayıp Nuh ve Tufan'la sona eren Tekvin'in açılış bölümlerinden olayları gösterir. Figürlerin helezonik dönüşü, dinamik, çalkantılı bir bütünle sonuçlanırken, mantıklı düzenleme, eserin anlaşılmazlığa düşmemesini sağlıyor. Kendine güven ve deneyim kazandıkça, tavan boyu Michelangelo'nun ilerleyişini izleyebilirsiniz.

Son sahneler, özellikle de Adem'in Yaradılışı, oldukça akılda kalıcı niteliktedir. Narin kaslı Adem, bir melekler kalabalığının desteklediği sakallı bir adam olan Tanrı'ya aygın baygın bakar. Tanrı, Adem'in gevşek eline dokunup hayat kıvılcımını vermek için maksatlı bir parmak uzatır.


Adem'in Yaradılışı
Tanrı'nın Adem'e hayat verdiği bu resim zaman içinde bir
ikon hâlini almıştır.


Kokulu Ressam!

Sistine Şapeli freskleri hakkında birkaç mit ortaya çıkmıştır. Birincisi, Michelangelo sırt üstü yatarak çalışmadı. Kocaman bir iskele tavanın altında asılıydı, o da kolları başının üstünde çalıştı. Projenin hepsine de kendi tamamlamadı. Onunla birlikte, boyaları ezen ve alçıyı karıştıran birkaç asistan çalıştı. Çoğunun, tavanın tamamlanmasının sürdüğü yaklaşık dört yıllık sürede işten ayrıldığı doğrudur - ekip, Michelangelo'nun küçük stüdyosunda birlikte yaşadığı ve tek bir yatağı paylaştığı için bunda şaşacak pek bir şey yok. Michelangelo banyo yapmanın sağlığına zararlı olduğuna inandığı için, personel mümkün mertebe kısa sürede kapıyı bulmaya hevesli olabilir. Bu arada Papa Julius'un, dünyaya armağanının sefasını sürmek için pek fırsatı olmadı; 1519'da, fresklerin tamamlanmasından birkaç ay sonra öldü.

İlerleyen zamanda Papa VII. Clement, Michelangelo'yu Sistine Şapeli'ne son rötuşu kondurması için görevlendirdi. Karşınızda The Last Judgment (Son Yargı)...


The Last Judgment (Son Yargı)
Fresk, İsa ile Bakire Meryem'in dünyanın sonuna nezaret etmelerini gösterir. Çevrelerini azizler, piskoposlar ve çoğu kurban oluşlarının sembollerini taşıyan din kurbanlarından oluşan bir anafor sarmıştır. Kurtulanlar topraktan yükselirken, bu semavi diyarın altında lanetliler, gudebet boynuzlu şeytanlar tarafından cehenneme sürüklenir. 1535-1541 yılları arasında yapılmış olan Son Yargı, Michelangelo'nun neredeyse otuz yılda ne kadar evrim geçirdiğini, kompozisyonları ile renk kullanımında daha maceracı hale geldiğini açıkça gösterir.

Derisi yüzülen Aziz Bartholomew kendi derisini tutar, yüzünün Michelangelo'nun
alaycı bir otoportresi olduğuna inanılır.
Ne Kaba Bir Kadın!

Michelangelo çıplak bedenin, özellikle de erkek bedeninin sanatın en büyük başarısını temsil ettiğine inanırdı. Erkek çıplaklığına öyle aşkla bağlıydı ki, kadın nüleri bile erkeğe benzerdi. Michelangelo'nun kadın model kullanmaktan hoşlanmayışının nedeni belki de cehalettir -kimi bilginler onun hiç çıplak kadın görüp görmediğini sorgular.


Soldaki iki kadının bedenlerini yanlarındaki erkeklerle karşılaştıracak
olursanız pek fark göremezsiniz. En soldaki kadının kaslı vücudunun üzerinde eğreti
gibi duran göğüsleri, kaslı bacakları, eğilen kadının kolları bu durumu ispatlar
nitelikte...
Nihayetinde bu çıplak her şeye olan sevgi, Michelangelo'nun başını derde soktu. 1530'ların yeni muhafazakârlaşmış atmosferinde Son Yargı'yı tamamladığında, eleştirmenler, azizler ile din kurbanlarını doğal halleriyle gösterdiği için hemen ona saldırdı. Bir yazar, "Böyle şeyler görmemek için bir genelev bile gözlerini kaçırırdı." diye yazdı. Bir miktar tartışmanın ardından, kilise hiyerarşisi, figürlerin şehvetli olduğunu kabule etti ve yaramaz parçaların üstüne kumaş koysunlar diye daha az önemli ressamlar tuttu. Michelangelo mesajı aldı. Daha sonraki fresklerinde melekler nadiren giysisiz görünür.

Ne Ressamı Be!

Michelangelo fevri yapıda, patlayıcı eğilimleri, derin sevgileri ve ani hiddet nöbetleri olan bir adamdı -kısacası, terribilita'sı vardı, duygu yoğunluğu ya da korkutuculuk diye çevrilebilen bir İtalyan deyişi.


Adem ve Havva'nın cennetten kovuluşu, Sistine Şapeli tavanından bir sahne

Onun terribilita'sını ateşlemenin emin bir yolu, ona ressam demekti. Kendini heykeltıraş sayardı - hatta mektuplarını "Michelangelo Buonarroti, Heykeltıraş" diye imzalardı - ve insanlar iki sanatı karıştırdığı zaman ciddi bir öfkeye kapılırdı. Oysa kendini ressam saymayan bir adam için, ne harika şeyler çizmişti! Sistine Şapeli freskleri pek çok sanat tarihçisi için Yüksek Rönesans'ın en büyük başarısını temsil eder. İşe bakın ki o, dikkatini sevgili mermerinden başka tarafa çekecek bir şey istemiyordu. Şaşırtıcı bir güç ve duyarlılığa sahip heykeller yaptığı inkar edilemez, ama resimleri de Batı sanatının şaheserleri olarak hemen fark edilir.

Benim fikrim...

Michelangelo gerçekten de bir sanatkâr. Özellikle Sistine Şapeli'nin tavan süslemelerine bakınca hayran kalmamak elde değil. Renkleri kullanışı ve canlılığı da hayli merak uyandırıcı. Eserlerini gidip yerinde görmeyi çok isterim. Sonsuz saygılar Michelangelo!

Yazımız burada son buluyor. Kaçık Sanat Tarihi yazılarının Rönesans devrini böylece kapatmış oluyoruz. Bu yazı dizisinin son kısmı. İleri de bir gün yeniden başlayabilirim ama şu an için bu durum kesin sonu işaret etmekte. Blog yayın akışı normal şekild devam edecek tabi...

Yeniden buluşuncaya dek sanatla kalın!

28 Ağustos 2011 Pazar

Kaçık Sanat Tarihi - 4 "Albrecht Dürer"

Büyük Sanatçıların Gizli Hayatları kitabından yola çıkarak hazırladığım sanat tarihi yazılarından dördüncüsüyle karşınızdayız. Konuğumuz Kuzey Rönesansı'nın en ünlü isimlerinden Albrecht Dürer.

Albrecht Dürer
21 Mayıs 1471 - 6 Nisan 1528
Burcu: İkizler
Milliyeti: Alman
En Önemli Çalışması: Şövalye, Ölüm ve Şeytan (1513)
Tekniği: Gravür
Tarzı: Kuzey Rönesans
Eserlerini Nerede Görebiliriz?: London Universiy College, San Fransisco Güzel Sanatlar Müzeleri, NY Metropolitan Müzesi...
En Meşhur Sözü: "Eğer insan kendini sanatına adarsa, tembellik ettiği zaman başa gelebilecek pek çok kötülükten kaçınılır."
(Üstteki resim otoportresidir...)

Albrecht Dürer, kuyumcu Büyük Albrecht Dürer ve karısı Barbara'nın on sekiz çocuğundan biriydi - sadece üç tanesi çocukluğu sağ salim geride bırakabildi. Eğitimini tamamlayıp, belli başlı bir pirinç ustasının kızıyla evlendi. Venedik'te İtalyan sanatı okuduktan sonra, hırslı genç Albrecht, Nüremberg düşünür takımının yerleşik bir üyesi oldu. Dürer'in, çoğu tanınmış hümanist bilginler olan yeni arkadaşları, işine sadece zanaat değil de liberal sanatlardan biri muamelesi etmesi için ona ilham verdiler.

Kitleler İçin Sanat

Bu arada Dürer atölyesinde baskının potansiyelini araştırdı. Tahta baskılardan ya da gravürlerden yapılan baskıların taşınabilir nitelikte ve makul fiyatlı olması, onları yeni filizlenen, evleri ve iş yerlerini süsleme peşindeki orta sınıf için ideal bir ürün haline getirmişti. Bir müşteri ya da bir basımcının iş önerisiyle ona gelmesini beklemektense, popüler konular üzerinde baskılar tasarladı ve üretti. Sonra da işini Avrupa'da tanıtmak üzere satıcılar tuttu. Çok geçmeden Dürer baskıları Rotterdam'dan Roma'ya kadar duvarlara asılmıştı.

Ünlü Gravür...

Dürer, gravürü de araştırdı. Özellikle de içinde tehdit edici bir peyzajda at üstünde seyahat eden kararlı bir şövalyeyi gösteren Ritter, Tod und Teufel yani Şövalye, Ölüm ve Şeytan'ın da aralarında olduğu üç "ustaca baskısında"...


Şövalye, Ölüm ve Şeytan
Şövalye, Ölüm ve Şeytan ortada cesareti temsil eden bir şövalyeyi, iskeletimsi bir yapıya sahip olan ve bitkin haldeki bir ata binen  "ölüm"ü, çok boynuzlu ve keçi benzeri bir yaratık olan şeytanı dağınık ağaç kökleri arasında pusuya yatmış olarak gösteriyor.

Resmin simgesel bir özelliği de var. Dikkat ederseniz eğer, şövalyenin etrafındaki onca korkunçluğa rağmen umursamadan yürüyüşünü görebilirsiniz. Ve bu da "cesaret"i işaret ediyor bizlere. Resmin ilhamının nereden geldiğine bakmadan önce, birkaç ayrıntıya göz gezdirelim...

Ölüm'ün elindeki kum saati Şövalye'ye hayatın bir gün biteceğini
daima hatırlatması anlamına geliyor...
Ölüm'ün ağırlığı altında ezilen bitkin at ve eğildikçe yaklaştığı
kafatası yine bir çok simgeselliğe ev sahipliği yapıyor.
Resmin fonundaki ayrıntılı bir kale çizimi göze çarpıyor.
Şeytan'ın ince keçi bacaklarını ve ona doğru yürüyen kertenkeleyi
dikkatle bakınca görebilirsiniz.
"Ölümün gölgesinin vadisinden geçmeme rağmen, şeytandan korkmayacağım." Tanıdık geldi mi? Dürer, gravürünün ilhamını hümanist arkadaşlarının birinden almıştı: Rotterdamlı Erasmus. Erasamus'un yazdığı Hristiyan Askerin El Kitabı'ndan satırlar bunlar. Devam eden yıllarda bu etkilenmeler Dürer'i reformist hareketin ortasına sürükledi. Dürer, Luther'in Doksan Beş Tez'ini Almanca'ya çevrildikten hemen sonra okudu, daha sonra, nihayetinde Protestan Reformu'na giden münakaşaların içine daha derinlemesine çekilecekti.

Dur, Hırsız! "Dünya Üzerindeki İlk Ticari Marka"

Şövalye, Ölüm ve Şeytan'ı bu kadar önemli yapan bir diğer ayrıntı ise bu resimde dünya üzerindeki ilk ticari markanın kullanılmış olmasıdır. Ressamın baş harflerinde oluşan bir logo!


Salus(Kurtuluş), 1513 yazısı ve ressamın logosu
Başarılı her iş adamı gibi Dürer de sahtecilikten korkardı - gerçek bir tehdit, çünkü o sıralar başka bir ressamın eserlerin kopyalamak yasadışı değildi. Sanatını korumaya önce monogramını - daha büyük bir "A"nın bacaklarına sığınmış olan "D" - bütün baskılarına ve resimlerine ekleyerek girişti; aslında, ilk ticari markayı yarattı. Ne yazık ki, monogramı taklit etmek oldukça kolaydı ve şöhretini artırmaya faydası olsa da, eserlerini koruma açısından monogram pek bir işe yaramadı. Hatta Dürer, eserlerini kopyalayıp, "AD" monogramıyla işaretleyen Venedikli ressam Marcantonio Raimondi'ye karşı yasal işlem yürütmek zorunda kaldı.

Havalı Otoportre!

Dürer'in otoportrelerinden biri oldukça şaşırtıcıdır. On sekiz yaşındaki Dürer kendini tam cepheden gösterir, yaslı ifadesiyle doğrudan doğruya izleyiciye bakar ve saçı omuzlarına dökülür. Gözünüz bir yerden ısırıyor mu? Yoksa İsa mı dediniz?


Dürer'in otoportesi

Kasıtlı olarak yapılmıştı, ama dine hakaret kasıtlanmamıştı doğrusu. Dürer izleyicilerine, bütün insanlar gibi kendisinin de Tanrı'nın suretinde yaratıldığını (İncil'e göre) hatırlatmak istemişti. Elbette, Dürer'de her zaman olduğu gibi, sanatsal seçiminin arkasında iş dürtüleri gizliydi. Bu resim, becerilerini göstermenin harika bir yoluydu, satış sloganını hayal etmek kolay: Eğer kendimi Tanrı'nın Oğlu'na benzetebilirsem, düşün hele, senin için neler yaparım! Bugün olsa kuşkusuz mallarını dünyanın dört yanında evden alışveriş edilen iletişim ağlarında pazarlıyor olurdu...

Bir Gergedan, Bir Tavşan...

Feldhase (Genç Tavşan)
Dürer'in en kalıcı eserlerinden bazıları en basit olanlarıdır. Bugün sulu boyayla yaptığı bir tavşan, özenli mihrap resimlerinin hepsinden daha popülerdir...

1515 tarihli gergedan ağaç baskısı, sadece hoş olmakla kalmadı, etkili de oldu. Dürer, benekli zırha sahip hantal bir yaratık olan gergedanının, hayvanı bir kez bile görmemiş olduğu halde oluşturmuştu. Gravürüne, Lizbon'a yerleşmiş bir iş adamının Nüremberg'deki bir arkadaşına gönderdiği yazılı bir tanım ve eskizi temel almıştı. Bugün Dürer'in, hayvanın anatomisini resmedişinin gerçeğe uymayan birçok yanı olduğunu bilsek de 18. yüzyıla kadar gerçekçi olarak kabul edilmişti.

Benim Fikrim...

Dürer, tarzıyla tanıdığım Rönesans isimlerinde oldukça farklı. Yaygın olan yağlı boya gibi malzemeler yerine baskı ve gravür tekniği kullanmış olmasa oldukça ilgi çekici. Özellikle Şövalye, Ölüm ve Şeytan'ının ayrıntılarına hayran kaldım. Bir başka yönden ise ilk imza örneğini gördüğümüz Jan Van Eyck'ten sonra en radikal kararlara sahip Rönesans ressamı. Bu açıdan hem bir ressam hem de gerçekten de bir iş adamı. Evet sevdim ben Albrecht'i!

Yazımız burada sona eriyor. Tüm görüşlerinizi, yorumlarınızı, eleştirilerinizi bekliyorum. Yarın Kaçık Sanat Tarihi'nin son yazısıyla karşınızda olacağım. (Neden mi son? Ayrıntılı bilgi için tıkla ve oku: Tık )Son konuğumuzda Michelangelo Buonarroti olacak. Kaçırmayın!

Sanatla kalın!

Kafası Karışık Bir Yazı



Bugünlerde bir dağınıklık hakim kafamın içinde, biliyorum. Ramazan telaşı da eklenince işin içine işler iyice sarpa sardı. Blog da bunlardan biri...

Öncelikle bir karar almıştım, takip edenler mutlaka biliyorlardır. Büyük Sanatçıların Gizli Hayatları kitabından yola çıkarak Kaçık Sanat Tarihi yazıları hazırlamaya başlamıştım. İlk üç yazı halihazırda yayında. Ama ben uzun uzun düşünmelerden sonra fikrimi değiştirdim. Kaçık Sanat Tarihi yazılarını en azından şimdilik son vermeyi istiyorum. Nedenine gelirsek, ben de tam netleştirmiş değilim... Kitap yazılarımı sekteye uğrattığını düşünüyorum biraz, bloga uydu mu uymadı mı gibi düşünceler var bir de. Fazlasıyla emek harcanan yazılar olduğu için başka gönderiler hazırlamaya zaman da kalmıyor. Tüm bu nedenlerin toplamı, biraz daha fazlası ya da biraz daha azı... Yine de başladığım bir iş, ortada kalsın istemiyorum. Bu nedenle iki yazı daha yazıp en azından "Rönesans sanatçıları" kısmını bitirmek istiyorum. Bir sorun çıkmazsa eğer, bugün Albrecht Dürer'i yarın da Michelangelo'yu konuk edip Kaçık Sanat Tarihi'ne son vereceğim. Belki ileri de, bölüm bölüm devam edebilirim, ama şimdi mutlaka bir ara vermeli.

Kitaplara dönersek eğer, Mor Salkımlı Ev'i okuyorum. Keyifle ve merakla. Ona da bu aralar hız vermeyi düşünüyorum. Dün de kitapçıya gidip Handan'ı ve Çaresaz'ı aldım. Halide Edib külliyatını yavaş ama emin adımlarla devirmek istiyorum. Halide Edib ilk Vurun Kahpeye ile hayran kaldığım bir yazar. Onun kalemine, duruşuna, yaptıklarına hayranım. Şu an tüm ilgim Halide Edib'e odaklanmış durumda.




Sıradaki kitap yorumu da mutlaka ama mutlaka Lütfen Anneme İyi Bak olacak, ne zamandır kafamda... Sanat tarihi meselesi bir hallolsun, tamamdır.

İşte bu ahval ve şerait içerisindeyim dostlar. Bayrama bomba gibi bir giriş yapmak için bu kafa karışıklığını gidermeyelim. Evet, kesinlikle gidermeliyim.

İmza: "Kafası fena halde karışık" Kubilay

26 Ağustos 2011 Cuma

Kaçık Sanat Tarihi - 3 "Leonardo da Vinci"

Büyük Sanatçıların Gizli Hayatları kitabından yola çıkarak hazırladığım Kaçık Sanat Tarihi yazılarının üçüncüsüyle karşınızdayım. Sıradaki konuğumuz meşhurlar meşhuru Leonardo da Vinci... Önce hakkında biraz bilgi sahibi olalım:

Leonardo da Vinci
15 Nisan 1452 - 2 Mayıs 1519

Burcu: Koç
Milliyeti: İtalyan
En Önemli Eseri: Mona Lisa (Yaklaşık 1503-7)
Tekniği: Kavak Pano Üzerine Yağlı Boya
Eserlerini Nerede Görebiliriz?: Louvre Müzesi, Paris
En Meşhur Sözü: "Sanat eseri hiçbir zaman bitirilmez, sadece terk edilir."
(Yandaki kırmızı tebeşirle yapılan çizim otoportresidir.)


Leonardo geride bir avuç resim bıraktı -yirmiden az, kimileri ciddi hasar görmüş ya da tamamlanmamış halde. Heykelleri ya bitirilmemişti ya da sonradan tahrip edilmişti. Elimizde bol bol olan şey defterler anlaşılan -13 bin sayfa kadar- ve uzmanlar daha pek çok notun kaybolmuş olabileceğine inanıyor. Ona değer biçmemiz için bu kadar az sanat eseri olmasına rağmen, Leonardo dünyanın en büyük ressamlarından biri olarak tanınır. Çoğu kişi resimlerinden sadece birini bilse de, ona Rönesans'ın en büyük adamı denir.

 Leonardo efsanesi, balkondaki bir kadının sade portresi olan Mona Lisa'ya dayanır. Her yıl bu esrarengiz esere bakmak için Paris'in Louvre Müzesi'ni dolduran turist kitlesi onun resimlerinin en iyisi, Leonardo'nun da ressamların en büyüğü olduğunu sorgusuz sualsiz kabul eder. Peki... Mona Lisa öyle midir? Leonardo öyle miydi?

Olaylı Geçmiş

Leonardo, 15 Nisan 1452'de , cennet gibi Toskana tepelerindeki küçük Vinci, kasabasında doğdu, ama mutlu bir çekirdek ailenin çocuğu olduğu söylenemez. Annesi ve babası evli değildi, farklı toplumsal sınıflardan geliyorlardı. Gayrimeşru Leo, başka bir kadınla evlenen babasıyla oturdu. Bu mütevazi başlangıçtan sonra toplumsal basamakları birer birer aşarak, krallar ve düklerin ressamı oldu. 1476'da eşcinsel birliktelik ile suçlandı, suçlanan diğer adamlardan birinin bağlantısı sayesinde bir uyarıyla kurtuldu. 1482'de Floransa'dan ayrılan Leonardo, Milano'ya yerleşti ve askeri mühendis, ressam ve müzisyen olarak şehri yöneten Ludovico Sfarzo'ya hizmetlerini sundu... 1495 tarihli The Last Supper gibi. Yani Son Akşam Yemeği...

Son Akşam Yemeği

Son Akşam Yemeği
 Resim tam anlamıyla bir yenilikçilikti. Daha önceki Ortaçağ ressamları, İsa ve havarilerini tipik olarak sakin ve dertsiz tasasız halde sunmuşlardı. Leonardo ise bunun aksine, havarilerin İsa'nın ihanete uğrayacağını açıklamasına karşı duygusal tepkilerini göstermeyi seçti - adamlar el kol hareketleri yapıyor, bağırıyor, dehşet içinde geri çekiliyor ya da tartışmak için öne eğiliyor.

Hey! Size de resim biraz bulanık gelmedi mi? Ne yazık ki Son Akşam Yemeği Leonardo'nun en talihsiz resimlerinden. Leonardo'nun ıslak yerine kuru alçıya resim yapma kararı yüzünden resim en baştan zarar görmeye hazırdı. (Islak alçı kuruyunca resme bir daha rötuş yapılması, renklerin gölgelenmesi ve harmanlaması zor olduğundan Leo seçimini kuru alçıdan kullanmıştı.) Kuru alçı çok geçmeden pul pul dökülmeye başladı. Devam eden yıllarda Fransız birlikler duvara taş attı, beceriksizce restorasyonlar yapıldı, II. Dünya Savaşı'nda bina bombalandı, 1999'da resim restorasyonla sabitlendi. Başına gelenler pişmiş tavuğun yanında yerini almış gibi...


II. Dünya Savaşı sırasında Son Akşam Yemeği'ne
ev sahipliği yapan binanın bombalanmış hali
Esrardan Şahesere "La Gioconda"

Tanıdık gelmedi mi? Hadi açık konuşalım, bahsettiğim hepimizin çok iyi tanıdığı biri: Mona Lisa.


Mona Lisa
Kahverengi gözlü bir kadın, geniş bir alnı, yuvarlak bir çenesi var. Pilileri zarifçe yapılmış bir elbise giyiyor, elleri de koltuğun kolçağında duruyor. Oturduğu loca, olanak dışı bir şekilde bir yollar ile nehirler, tepeler ve vadiler manzarasına bakan bir uçurumun üstüne uzanmış. Peki yeni olan ne?

Önce, pozu. Lisa izleyiciden uzağa bakacak şekilde oturmuş, ama bedeninin üst kısmını bize bakacak şekilde döndürmüş. Bu eksen dışı konum, bir contrapposto (İtalyanca "ters" anlamına geliyormuş) biçimi olan duruş, figüre bir hareket duygusu katıyor.

 Harika peyzaj da başka bir yenilik, çünkü dönemin resimlerinin çoğunda pek az fon var.

Ama çoğu kişiye Mona Lisa'nın neyinin ayırt edici olduğunu sorarsanız size figürün muammalı bir bakışı ve her şeyin üstünde, "esrarengiz" bir tebessümü diyecektirler. Lisa'nın tebessümü hafif, yüzündeki anlamı okumak da gerçekten zor - ama bütün bunlar Mona Lisa'ya özgü değil. Leo, tıpkı Ginevra de' Benci ve pek çok Bakire ile azizede olduğu gibi diğer kadınları da muammalı bakışlarla çizerdi.


Ginevra de' Benci ve muammalı bakışları
Yolunmuş Lisa!

Ah Mona Lisa'nın kaşları! Sorun ne mi? Figürün kaşları yok. Sahiden. Tekrar bakın.

Kimi sanat tarihçileri Lisa'nın Floransa modasına kapılıp kaşlarını almış olabileceğini iddia ettiler, ama bu pek mümkün görünmüyor; çünkü Leonardo'nunkiler dahil, dönemin diğer portrelerinde kadınların kaşları var. Ya Leonardo onları hiç resmetmedi, ya da daha sonraki bir restorasyonda kazayla silindiler.

Yetiş Doktor Lisa Ölüyor...

Çağdaş doktorlar, gözlerini Mona Lisa'da resmedilmiş kadının sağlığına diktiler. Sadece resme dayanarak ona tiroid bezesinin büyümesi, strabismus (şaşı göz), yüz felci, bruksizm (diş gıcırdatmayı alışkanlık haline getirmek) ve korkutucu bir şekilde, "yüz kaslarının asimetrik hipofonksiyonu" teşhisleri kondu. Zavallı kadın. Tebessüm edebilmesi bile bir mucize.

Mona Lisa Şöhret Yolunda

Mona Lisa'yı bir şahesere dönüştürmek için on dokuzuncu yüzyıl ortasındaki Fransız sembolist şairlerin ilgisi gerekti. Femmes fatale'lerden, güzel oldukları kadar insanı yiyip bitirdiklerine inanılan kadınlardan büyülenme eğilimi geliştirmişlerdi ve nedense Mona Lisa'yı bu kategoriye koyuverdiler. İngiliz eleştirmen Water Pater, bu fikri 1869'da şöyle açıkladı: "Arasında oturduğu kayalardan daha yaşlı; vampir gibi, defalarca ölmüş ve mezarın sırlarını öğrenmiş."


Mona Lisa'nın boş yeri, 1911

Ondan sonra halkın büyülenmesini pekiştirecek şey, hırsızlıktı. 1911'de bir müze ziyaretçisi duvarda Mona Lisa'nın yerinin boş olduğunu fark etti. Sonra soruşturmalar, garip iddialar, takipler...Derken 1913'te Vincenzo Peruggia adında sabık bir Louvre çalışanının resmi kaçırdığı anlaşıldı.

Mona Lisa'nın bulunuşu uluslararası bir olaydı, ondan sonra da şöhreti tartışılmaz bir hal aldı. Louvre yıllar boyu, resme sıradan bir resim gibi davranmayı seçse de şimdi havası kontrollü, kurşun geçirmez, etrafı çevrili, özel bir sergileme mekanında asılı duruyor. Herhangi bir şeyi ender olarak bitiren bir adamın yaptığı sade portre için hiç de fena sayılmaz.

İkon Taşlama

Ressamların bir sanat eserine kusur bulmaları için gereken tek şey, halkın onu sevmesidir. Diğer resimlerin hepsinden fazla sanatsal hakaret ve uyarlamanın konusu olmuş Mona Lisa'nın kaderine göz atalım:



Marcel Duchamp'ın Mona Lisa kartpostalının üzerine çizdiği sakal ve bıyık
her şeyi başlatan oldu. Eserine verdiği adın okunuşu kulağa şu deyimle aynı geliyor:
"Elle a chaud au cul!" (Fransızca "Sıkı bir poposu var!")

Fotoğrafçı Philippe Halsman, elbiseyi giymiş ve Mona Lisa fonuna yerleştirilmiş
Salvador Dali'nin yüzünün ve meşhur bıyığının fotomontajını tamamladı.
Mona Lisa devam eden yıllarda gorile, Batman'a ve daha nelere dönüştürüldü ama ben daha fazlasını yayınlayamıyorum. Sayfa biter korkusuyla!

Benim Fikrim...

Leonardo da Vinci'nin resimleri bana oldum olası çok canlı gelmiştir. Yüzler, tenler kanlı canlıdır adeta. Özellikle Mona Lisa'ya saatlerce bakabilirim. Benim sevdiğim bir ressam o. Ama unutmamak gerek ki o aynı zamanda heykeltıraş, mimar, müzisyen, bilim adamı, matematikçi, mühendis, mucit, anatomist, jeolog, kartografyacı, botanikçi ve yazar. Dahinin tanımı tam da bu olmalı. Çok yaşa Leo!

Tabii ki resim alanında yalnızca Mona Lisa'dan ibaret de değil. Şimdi birbirinden güzel tablolarını bir saygı duruşu olarak sizlerle paylaşıyorum:


Madonna Litta

Lady with an Ermine
Virgin of the Rocks
Vitruvian Man
Leonardo hakkında daha konuşulacak çok şey var tabii. Belirli bir pencereden konuyu ele almaya çalıştım. Yazımız burada sona eriyor. Her türlü yorumunuzu, eleştirinizi, görüşünüzü bekliyorum. Bir sonraki yazıda Albrecht Dürer'i ele alacağız.

Sanatla kalın!

Önemli Not:

Kaçık Sanat Tarihi yazılarının üçüncüsü olan bu yazıyı ne yazık ki biraz geç yayınlayabildim. İki gündür Blogger düzenleyicimde bir resim sorunu vardı. Gecikmenin nedeni bu durum. Hepinizden özür dilerim...

Kubilay

25 Ağustos 2011 Perşembe

Nazar Boncuğu Öyküleri

Evil Eye Bead Tree in Turkey
Beni takip eden, yazılarımı okuyan, yorumlar yapan sizlerden bir ricam olacak. Kendi çapımda ufak bir proje üzerinde çalışıyorum. Bunun için sizlerin de yardımına ihtiyacım var... İstediğimse sizden bazı anılarınızı paylaşmanız. Ama bu anılarda ya nazar boncuğu konunun merkezinde olacak ya da kuvvetli bir yere sahip olacak. Sizin, çevrenizin, yakın arkadaşlarınızın, akrabalarınızın nazar boncuğuyla ilgili yaşadıkları anıları bekliyorum.

Yardımcı olan herkese şimdiden çok teşekkür ederim. İsteyen yazıma yorum olarak katkılarını paylaşabilir, isteyen e-posta adresime yollayabilir.

(kontrast.iletisim@yahoo.com)

Şükranlarımla...

Kubilay

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Kaçık Sanat Tarihi - 2 "Sandro Botticelli"

Büyük Sanatçıların Gizli Hayatları kitabından yola çıkarak hazırladığım Kaçık Sanat Tarihi yazılarının ikincisiyle karşınızdayım. Bugünkü konuğumuz İtalyan Rönesansı'nın en önemli isimlerinden Sandro Botticelli. Gelin onu biraz daha yakından tanıyalım:


Sandro Botticelli
1444 - 17 Mayıs 1510

Milliyeti: İtalyan
En Önemli Eseri: Venüs'ün Doğuşu (Yaklaşık 1486)
Tekniği: Tuval Üzerine Tempere
Tarzı: İtalyan Rönesansı
Eserlerini Nerede Görebilirsiniz? : Uffizi Galerisi, Floransa, İtalya
(Yandaki resim, ressamın Kâhinlerin Tapınması adlı tablosunda yer alan otoportresidir...)


Uzun İsmi, Komik Soyadı !

Asıl adı Alessandro di Mariano Filipepi olan, herkesin hitap ettiği adıyla Sandro, ailesinin hayatta kalan dört çocuğundan biriydi. Edindiği soyadı Botticelli, erkek kardeşinin ("küçük fıçı" anlamına gelen) lakabı Botticello'dan türetilmişti.

Sponsorluk Meselesi...

Rönesans Floransa'sı, kuzeybatıda İskoçya'ya, güneydoğuda ise Levant'a (doğu Akdeniz ülkelerine) uzanan büyük bir ticaret çarkının göbeğinin oluşturuyordu. Şehir bir cumhuriyet görünümdeydi, ama perdenin arkasından şehri meşhur bir aile yönetirdi. Mediciler... Bu aile aynı zamanda uluslararası bankacılığı icat ederek hayli zengin olmuştur. Muhteşem Lorenzo, babasının ölümü üzerine hem bankanın, hem de Floransa şehrinin kontrolünü ele geçirdiğinde henüz on dokuz yaşındaydı. Botticelli, Lorenzo'nun büyülenmiş imtiyazlı yakınlarının bir parçası haline geldi. Elizabeth Lunday bu konuda şöyle diyor: "Ressam, hamisinin heykel bahçesinde dolaşıp kızarmış tavus kuşu yerken, burası ile babasının tavuk pisliği ve at idrarı yüzünden kokusu göklere vuran tabakhanesinin arasındaki zıtlığı şiddetle hissetmiş olmalı."

Bu ihtişam ve zenginliğin bir bedeli olmalıydı. 1475'te ona şöhret getiren resmi Kâhinlerin Tapınması'nı tamamlamıştı. Madonna ve Çocuk'u şefkatle çizmiş olması kadar, hamileri Mediciler'e bağlılığı da dikkate değer. Ortaçağ'dan beri süregelen bu geleneği devam ettiren Botticelli müşterisinin tüm ailesini de tabloya yerleştirmiştir. Biraz reklamdan kimseye zarar gelmez, öyle değil mi?



Kâhinlerin Tapınması (The Adoration of the Magi)
 Gelelim asıl meseleye...

Botticelli, bu tablosuna bir portre daha eklemiştir: Hardal sarısı bir cübbe giymiş, doğrudan doğruya, adeta meydan okurcasına resme bakan bir adam... Kendisi! Bu noktada aklıma Jan Van Eyck'in tablolara adını yazması geldi. Botticelli'de bir başka yolla resme bakanlara kendi önemini gösteriyor olmasın?

Botticelli...
O Meşhur Tablo

Roma'da, Sistin Şapeli'nde freskler yaparak kısa bir süre geçirdikten sonra Botticelli klasizm yüzünden zıvanadan çıkmış Floransa'ya geri döndü. (Klasisizmin temel öğeleri kendi içinde soyluluk, akılcılık, uyum, açıklık, sınırlılık, evrensellik, idealizm, denge, ölçülülük, güzellik, görkemliliktir. Yani bir eserin klasik sayılabilmesi için bu özellikleri barındırması gerekmektedir.) Floransalılar Eflatun'a mumlar yakıyor ve samimiyetle ruhtan söz ediyorlardı. Botticelli, "mitolojilerini", İlkbahar (Primavera) ve Venüs'ün Doğuşu'nun (The Birth of Venus) dahil olduğu resimlerini işte bu atmosfer içinde tamamladı. Üslupları garip bir karışımdır: Figürler klasik tanrılar ve tanrıçaları temsil etse de, sahneler has Rönesans icatlarıdır.

Venüs'ün Doğuşu
Venüs'ün Doğuşu'nda aşk tanrıçası denizin köpüğünden henüz doğmuş olarak bir deniz kabuğuna tünemiştir. Felsefi bir yorumla Venüs güzelliği canlandırır, güzellik de hakikat olduğuna göre, eser hakikatin dünyaya girişinin alegorisidir. Ya da doğrudan doğruya aşkın kutsanışıdır ve kadın güzelliğine saygı sunuşudur. Sizce hangisi?

Süper Ucube

Venüs'ün Doğuşu'nda yüzünün güzelliği dikkatimizi orantısız bedeninden uzaklaştırmayı başarıyor. Gelin hep beraber inceleyelim...

Vücudunda kürek kemiği ve göğüs kafesi yok, sol kolu da
 tuhaf bir şekilde yana sarkmış durumda.
Göğüsleri fazla yuvarlak ve vücuduna göre çok küçük...
Göbek deliği karnında çok yükseğe yerleştirilmiş.
Ağırlığı sol kalçasına öyle bir kaydırılmış ki,
okyanusa düştü düşecek gibi görünüyor.
Ama bu hatalar hiçbir şekilde resmin değerini azaltmıyor. Botticelli, her zaman zarafeti, biçimin gerçekçi resmedilmesinden üstün tutmuş ve Venüs'ün boynu garip bir şekilde uzun olsa bile, gene de inkar edilmez bir güzellikte.

Devam Eden Yıllarda Botticelli

Medicilerin ortadan kaybolması ve şehirde dini coşkunun yükselmesiyle Botticelli'de yön değiştirdi (ya da değiştirmek zorunda kaldı.) 1490'lardaki eserlerinde artmış bir sadelik hatta ciddiyet havası vardır. Paganlık devri bitmiş, Hristiyanlık devri başlamıştı. Bu süreçte vaiz Savanarola'nın etkisi büyüktür.


İlkbahar (Primavera)
Soldan Sağa: Merkür, Üç Güzeller, Venüs, Flora, Chloris, Zephyrus
 Botticelli üç yüz yıl kadar unutulmuş kaldı. Eserleri ancak 1800'lerin ortasında yeniden keşfedildi ve kitleler tarafından yeniden takdir edildi. Dini resimleri bugün neredeyse hiç fark edilmese de, mitolojileri, tuhaf bir şekilde olsa da, ikon statüsü edinmiştir. Venüs'ün Doğuşu'na kahve fincanlarında, ekran koruyucularda ve Simpsons dizisinin bölümlerinde rastlanıyor, ama hâlâ ona ne anlam vereceğimizi bilemiyoruz. Belki de sorun, ressamın tam anlamının yüzyıllarla kaybolmuş olmasında. Botticelli, Leonardo Da Vinci'den de, Michelangelo'dan da fazla, Floransa Rönesansı'nın adamıydı.


Popüler kültür ikonu olarak Simpsons tarzında Venüs'ün Doğuşu

Bir başka pop ikonu Lady Gaga'nın Judas videosundaki Venüs'ün Doğuşu yorumu...
Asabi Adam!

Giorgi Vasari (ki, eğlenceli bazen de süslenmiş biyografileriyle tanınıyormuş) ressamı "kaprisli ve egzantrik" biri olarak tanımlıyor. Bir hikâye, bir dokumacının nasıl Botticelli'nin yanındaki evi aldığı ve buraya, Botticelli'nin çalışmasını engelleyecek bir şamata koparan dokuma tezgâhları koyduğunu anlatır. Ressam komşusuna şikayette bulundu, o da kendi evinde ne isterse yapabileceğini söyleyerek cevap verdi. Botticelli, kendi çatısına, her an komşunun tavanından içeri girip kırıp dökeceğe benzeyen dev bir kaya yerleştirdi. Komşusu şikayet edince de, kendi evinde ne isterse yapabileceğini söyledi. Komşusunun tezgâhları kaldırması çok uzun sürmedi. Nasıl ama?

Venüs ve Mars
Benim fikrim...

Botticelli, renkleri kullanma konusunda oldukça başarılı. Özellikle Venüs ve Mars tablosundaki renkler çok canlı gözüküyor. Botticelli hepimizin az çok göz aşinâlığına sahip olduğu Yunan tanrıları kalıbına uygun olarak resimler çizmiş, ki bu da klasizmden kaynaklanıyor. Tüm resimlerinde mükemmel kişilerin ön planda, güzeller ve yakışıklılar. Muhtemelen günümüzdeki Barbie bebekler misali bir dayatma olmuştur bu tablolar Rönesans kadınlarına. Siz ne dersiniz?

Kaçık Sanat Tarihi yazılarının ikincisinde Sandro Botticelli'yi ele aldık, umarım beğenmişsinizdir. Bir sonraki konuğumuz Leonardo Da Vinci, haberiniz olsun :)

Görüşlerinizi, eleştirilerinizi, yorumlarınızı bekliyorum.

Sanatla kalın!

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...