28 Aralık 2010 Salı

Ağrı'nın Derinliği - ECE TEMELKURAN


"Kadifeden kesesi kahveden gelir sesi
Oturmuş kumar oynar
Ah ciğerimin, ah ciğerimin köşesi..."

Candan Erçetin'in "kadife" gibi sesinden dinliyorum bu türküyü, dinlerken de düşünüyorum. Aynı türkünün aynı yerinde aynı "Ah!"ı çeken, aynı "şinanay"ı söyleyen bir halk nasıl bu hale geldi? Peki tekrar bir yolu var mı birlikte olmanın? Beraberce hüzünlenip, beraberce gülümseyebilmenin...

Sevgili Ece Temelkuran'ın kitabı böyle düşünmeme sebep olan. Hiç düşünmediğim kadar düşündüren. Sorgulayan, sorgulatan. Ece'yle beraber çıktığımız yolculuk olarak görüyorum ben bu kitabı. Soru işaretleriyle yola çıktığımız yolculukta sayfalarla birlikte bir rüzgar esiyor sanki, bizi oradan oraya sürükleyen.

Valizlerimizi toplayıp yola çıkıyoruz Ece'yle. Erivan'a. Toyuz daha, yavaş yavaş alışmaya çalışıyoruz yolculuğa. Merakla bakıyoruz etrafa. Olan bitene. Bitmeyene. Kendilerini Ağrı'ya ait hisseden insanları görüyoruz evvela. Yeryüzüne dağıldıkları nokta olduklarına inandıkları o dağ orada kaldkça kendilerininde yeryüzünde duracağına inanarak yaşayan bir halk. Ve ilk yürek burukluğunu şu cümleyi duyunca yaşıyorum: "Bi' görebilseniz, çok güzel görünür burdan Ararat."

Duygularıyla yaşayan insanlar. Hayata duygularıyla, hikayeleriyle tutunan insanlar. Yaşlılar, yetişkinler, gençler, çocuklar. Düşünüyoruz Ece'yle beraber. Hepimize, bütün dünya çocuklarına, nereye, hangi acıya ait olduklarına dair bir hikaye öğretildiği gerçeğini. Yolculuğun sonunda karşılaştığımız Babian'ın dedikleri geliyor aklıma: "Öğrenmezlerse kaybolurlar."



Ağrı bize kendini gösterdi mi göstermedi? Bilemiyoruz. "Öteki"ne yolculuğumuzun ta en başından dalıp gidiyoruz.  Merak ediyoruz, soruyoruz. "Soykırım" meselesi canınızı sıkmıyor mu? Bir insan ömür boyu bu acıyla yaşayabilir mi? Hiç mi bıkmıyorsunuz diyoruz, ağır gelmiyor mu her gün hüzün?
 
Sahi çocuklar ne zaman duyuyor bu hikayeyi? Daha doğrusu kendi hikayelerimizi nasıl öğreniriz? Bu an hep sır olarak kalıyor belki. Düşünün bir bakalım? Bazen neden yaptığınızı bilmediğiniz şeyler oldu mu hiç? Çocukken duyduğunuz hikayenin bıraktığı iz. Ece'nin aklına bir tekerleme geliyor. Saçma sözlere sahip, uydurma bir tekerleme. Ne zaman öğrendiğini hatırlayamıyor, yıllar sonra gün ışığına çıkan şişenin içindeki bir mesajı kimin gönderdiğini bilememek gibi, aynen.
 
Duymuşşunuzdur. "Şu binayı Rumlar yaptı, ah nerde o günler? Şimdiki evler dip dibe, estetikten yoksun, çarpık" dendiğini. "Yunanı denize dökdüğümüzü"de. Peki neden Ermenilerle ilgili bir bilgi kırıntısı bile yok bizde, gönlümüzde? Ece, doğduğu yer İzmir'de Ermeni mahallesi olduğunu öğrendiğinde afallıyor biraz. "Nerenin Rum mahallesi olduğunu ezbere sayabilirim ama... Nasıl oldu da hiç duymadım ben?" Şaşırıyor, şaşırıyoruz. Bir zamanlar iç içe yaşadığımız insanlardan bu kadar uzak olabilmeyi anlayamıyoruz. Coğrafyada öğrendiğimiz bir bilgi geliyor aklıma. Kıtaların kayma teorisi. Hani şu "çoooook eskiden" kıtaların tek bir kıta olup ardından ayrıldığı... Bin yıllar, milyon yıllar sürmüştü kıtaların birbirinden ayrılması için. Biz nasıl bu kadar çabuk unuttuk birbirimizi. Ece şöyle diyor: "Hatırlamak, bir çeşit unutmaktır aslında. İstediğin bilgiyi gün yüzüne çıkarıp, istediğini yerin dibine geçirmek. Anlaşılmaz bir duygu."
 
Ece anlatıyor, ben dinliyorum. Yazı dizisini yayınladığı zaman aldığı tepkileri anlatıyor. "Sen nasıl Ermenileri sevimli gösterirsin, nasıl oraya gidip bir de yazmaya cüret edersin?" diyenlerle karşılaşmış. İnsanlar onları neden iyi gösterdiğini sormuşlar ona, neden kötü şeyler yazmadıklarını... Ece şaşırmış, nedense anlayamamış. Gazetecilik hayatı boyunca "sakıncalı" addedilen konuları ele alırken hiç böyle şeyler yaşamamış. Tepkiler eskiden ya hakaretmiş, ya tehdit. Ama bu öyle değildi diyor. Farklıydı, insanlar dinlemek istemiyordu sadece. Tozlu bir sandığı açmıştı sanki ve ortalığı yeni temizleyen annesi ona kızacaktı. Tam olarak böyle olmuştu. Dinlemek, zor işti arkadaş.
 
Paris'e gidiyoruz ardından. Aklımıza fikirleri de sürükleyerek. Ece bana kadim bir sırrı söylüyor, aslında hep yanıbaşımızda olan görmediğimiz bir sırrı: Söz söylemek, insanlığın yüreğine bir kürekle dalıp pası, pusu kaldırmak, bulanıklık yerine berrak hakikatleri koymaktır.Ve gezi boyunca aklımızdan çıkmayacak bir şey fısıldıyor kulağıma: "Aslında konuşanlar biz değiliz, hayaletlerimiz. Geçmişteki hayaletlerimiz. Ninelerimizi, dedelerimizi oradan oraya sürüklüyoruz. Kimimiz masumiyetini kanıtlamak için, kimimiz mazlumiyetini. Rahatsız ediyoruz onları. Diyalog kurmak bize düşerken kemiklerini sızlatıyoruz yaşlı insanların adeta."
 
Paris'te bizi şaşkınlık bekliyor. Türklerden korkan insanlarla karşılaşıyoruz. "Öcü Top Ten"inde birinci sırada olmanın tuhaf hissini yaşıyoruz. Tanımlayamıyoruz bu hissi. Fransa'da kabul edilen yasayı konuşuyoruz "bizden korkmayanlarla"... Kimisi çok memnun, kimisi saçma buluyor. Ece'yi izliyorum. Usta bir gazeteci Ece. Onlarda bunu biliyor, oyunu kuralına göre oynuyorlar. Bir Türk +  Bir Gazeteciye mesafeli davranıyor hepsi. Hırçınlıkla başlıyorlar konuşmalara. Ece dinliyor onları, sessiz, sakin... Dinlenmenin keyifli tadına varıyor çoğu kalbinin derinliklerini açıveriyor. Ortalığa birkaç Türkçe kelime, Anadolu'ya hasret taşıveriyor aniden. Gözler buğulanıyor. Bazıları hiç görmedikleri o eski evlerine hasretle bakıyorlar. En usta konuşmacılardan Deveciyan bile, duygulanıveriyor aniden. Maskesini kısa bir süreliğinede olsa düşürüveriyor.
 
Düşünüyoruz. Nasıl olurda insan hiç görmediği bir yere bağlanabilir? Yıllar öncenin acısı hala kordur yüreklerinde? Ece, her çocuğun anne-babasını kurtarmak istediğini söylüyor bana. Kendisinin de yaşadığı bu olayla onları anlamaya yakın. Darbe yıllarında anne-babasının ona hiçbir şey anlatmadığı halde, annesinin gözündeki yaş ileride yapacağı "kurtarma operasyonlarının" baş nedeni oluveriyor aniden.
 
Ece'yle beraber Marten'in yanına gidiyoruz. Ne söyleyeciğini bilemiyor. Söylüyor, vazgeçiyor. Boşveriyor o, şarkısını söylüyor. Ece oynamaya kalkıyor ve hep beraber anlıyoruz ki aynı şarkının aynı notasında şinanay diyenleriz biz. Hakikatin kilimini ancak biz dokuyabiliriz.
 
Daha niceleriyle konuşuyoruz Paris'te, neler öğreniyoruz... Ece'nin not defterinde yazanlar  Paris'ten ayrılırken aklımızdan geçenlerin yansıması:
 
 
"Kim bilir belki de siz, tıpkı benim Paris'e gitmeden önce söylediğim gibi "Bu konunun bizimle ne ilgisi var? Niye bir şey hissetmeliyiz ki?" diyorsunuzdur. Doğru aslında, geçmişte, birtakım iktidarların yapmış olduğu bir kötülük niye bana bir şey hissettirsin ki? Ama düşünelim biraz, düşünmeye cesaret edelim. Şimdi bugün Hutular Afrika'da Tutsileri kesse ne fena oluyor içimiz. Nazi toplama kamplarını gösteren filmleri izlesek şimdi, bazen izleyemeyecek kadar fena oluyoruz. Çeçenya'da, acısından karanlığa bürünmüş  dul kadınlar kocalarının intikamını almaya yemin ederken donuyor kanımız. Filistin'de acıdan yol yol olmuş yüzleriyle çocuklar taşları fırlattığında, Irak'ta kadınlar yıkılmış evlerinin önünde buz keserken, Lübnan'da bombaların altında beklerken çocuklar... Hepsine bir şey hissediyoruz da bu konuda neden bir şey hissetmiyoruz? Tuhaf değil mi? Birileri bize uzaklardan diyor ki: "Bizim anneannelerimiz, dedelerimiz yok oldu bu topraklarda." Hep "suç" bizden uzaklaşşın diye mi dinlemiyoruz onları? Şimdi bir arpa boyu yol kat etsek, bu toprağın hayaletleri az gidecek uz gidecek, belki de hiç beklemediğimiz kadar çabuk dinecek öfkeleri. Biz ve onlar hayaletlerin  çocukları olmaktan kurtulacağız o zaman. O zaman ölüler değil, yaşayanlar konuşacal. Ölüm susacak, yaşamın sesi duyulacak."
 
Sonra... Hrant ölüyor. "Ezuuuu!" diye bir ses yankılanıyor etrafta. Bir imdat çağrısı. Ece üzgün. Ben o güne kadar hiç düşünmediğim bu meseleyle bir kez daha karşılaşıyorum. Ölüm. Ne kadar acı, ne kadar yıkıcı. Hrant Dink hakkında konuşulanları hatırlıyorum. Belki hayatında bir kere bile okumamış herhangi bir yazısını, yorumunu. Basıyor ama yaygarayı : "Birinden daha kurtulduk." Sadece barış isteyen bir insanı görüyorum Ece'nin anlattıklarında. İyi bir dostu görüyorum. Barış isteyen birini görüyorum gözlerinde. Ece üzgün, ben üzgün. Bugüne kadar duyarsız kalabilmeme şaşıyorum. Üzülüyorum. Farklı bir duygu bu. Kelimelerle anlatmakta zorlanıyorum.
 
Ece çok yorgun. Sıra Amerika'da, Los Angeles ve Boston'da.Şaşkınlıklarımıza şaşkınlıklar ekliyoruz. Barışın kaç lira edeceğini hesaplayanlarla karşılaşıyoruz. Ermenilerin diasporada bile ayrılıklar yaşadığını görüyoruz. Kimi sert olabildiğince, kimi daha sakince. Kırık ve kendi deyimleriyle "kaba" Türkçeleriyle konuştuklarında bambaşka bir duygu hissediyoruz. Uzaklarda evinden bir parçayı görmek gibi bir şey. Bir başkası Ece'nin Türkçe'sini yadırgıyor.  "Sen Avrupalı gibi konuşuyorsun" diyorlar.Eceyle gülümsüyoruz.
 
Phil ve Ceren'le karşılaşıyoruz ardından. Türk-Ermeni diyalogunu sağlamaya çalışan iki genç. Yadırgamışlar ilk başta birbirlerini. Zor olmuş anlaşmak tüm grup için. Yavaştan başlamışlar konuşmaya. Suya sabuna dokunmayan konulardan. Çok şey yaşamışlar. Tanıyorlar birbirlerini artık. Ece bazen sadece dinlemenin bile yeterli olduğunu söylüyor Ermenilerle anlaşırken. Phil ise hakiki konuşmanın yerini hiçbir şeyin tutamayacağını.
 
Gezinin sonuna geliyoruz. Venice Beach'te Ece tüm geziyi sorguluyor adeta. Yaşadıklarımıza bakıyoruz.Tanıştığımız onca insana. Gittiğimiz onca yere. Bir olay oluyor o sırada. Büyüsü kaçmasın istiyorum ama. Anlatmayacağım o yüzden. Okursanız o anı tek başınıza yaşamanızı istiyorum çünkü. Bu büyülü anı bozmaya hakkım yok.
 
Ece'yle beraber çok şey kazanıyor bu geziden. "Öteki"nin yanına, "biz"im kalbimize bir yolculuk bu yaptığımız adeta. Evsiz olmanın ne demek olduğunu çok iyi anladığını söylüyor Ece. Ve daha nice şey...
 
Ece de ben de artık mutlu olmak istiyoruz. Güzel günler geçirmeyi hep beraber. Belki toplumdaki o kadar gürültünün içinde yalnıza ufak bir sese dönüşse de bu ses, canı gönülden destekliyorum Ece'yi. Ufak sesler korosunun yapabileceğine güvendiğim için. Devam et Ece diyorum, ve de teşekkür ediyorum. Bana kazandırdığı yepyeni bakış açısı için.
 
Elif Şafak'ın sözleri geliyor aklıma. Sözlerimi onlarla bitirmek istiyorum:
 
"Hoşça bak zatına! Hoşça bak cümle kainata!"
 
Kitap boyunca çektiği güzel fotoğraflarla "yolculuğa" renk katan Yurttaş'a da teşekkür edip huzurlarınızdan ayrılıyorum.
 
Edebiyatla kalın!


26 Aralık 2010 Pazar

Pürtelaş Zamanlar


İçimde bir telaş var. Zıp zıp zıplayan muzır bir çocuk kıvamındayım. Yılın en sevdiğim zamanında, pürtelaş zamanlardayım...

Zihnim bayram yeri gibi adeta. Yılbaşı heyecanı benliğimi esir almış durumda. Evvelden beri yılbaşının benim için anlamı çok büyük. Kimilerince "popüler kültür" denilerek hor görülsede, yılbaşı kültürünün her bir elemanı benim için başlı başına birer mutluluk kaynağı.

Noel Baba! Benim için "çocukluk" demek. Asla kopamadığım yarım, hatta bütünüm :) Çocukluktan vazgeçemeyen biri olarak, Noel Baba benim için yılbaşını yılbaşı yapan en önemli unsurlardan. Her yılbaşı kartpostallardaki Noel Baba'ya bakarak; o an, onun yanında olabilmeyi dilerdim hep."Benim Noel Baba'm" Disney filmlerindeki çizgi karakterler olarak ete kemiğe bürünüyor zihnimde, benliğimde. Nedense "insan noel babalar" bana soğuk ve yapay geliyor. Animasyonlardaki Noel Baba figürü, yüreğimden hiç çıkmayan bir simge. Belki de çizgi filmlere bayılan bir çocuk olmamdan kaynaklanmıştır, bilemiyorum... Kartpostallerdeki karlar içinde Noel Baba benim vazgeçilmezim her yılbaşında. Fazla "Profesör Dumbledore" yüz hatları olmayan, tombiş Noel Baba'lar tercihim.



Yılbaşı ağaçları ve ağaç süslemelerini görmek beni yılbaşı havasına sokmaya yetiyor. ABD'deki Rockefeller Centre'daki kadar şaaşalı bir yılbaşı ağacımın olmasını istesemde daha mazbut bir yılbaşı ağacıyla yetiniyorum. Her yıl yılbaşından iki gün önce ışıklarını yakıp, yeni süslerle süsleyip, yanına oturup hayallere dalmak benim için bir ritüel haline geldi adeta. İlkokul ikinci sınıfa giderken canım anneanemin bana aldığı yılbaşı ağacım yıllardır yeni yılbaşı anılarıyla yüklenip kadim bir sembole dönüşme yolunda. Anneanneme öpücükler yolluyorum aynı zamanda, bana bu mutluluğu yaşattığı için. O gün bugündür ağacı aldığımız anı unutamam. Yılbaşı adetlerine "mesafeli" yaklaşan babamla beraber gitmiştik almaya. Anneannemin cebime sıkıştırdığı parayı sıkı sıkı tutarak gitmiştim markete. Babam ağacı alırken söylenmişti , "Hristiyan adeti bunlar!" nidaları arasında insanların onu yılbaşı ağacı alırken görmesini engellemek için oldukça hızlı davranıyordu. Bense özenle yılbaşı süsleri seçmekle meşguldüm. Rengarenk yılbaşı süsleri arasında kaybolmuştum , seçmek gerçekten zordu. İlerleyen dakikalarda babam daha ılımlı yaklaşmıştı olaya neyse ki... Her yıl bu zamanlar, bu anının tadı damağımda yuvarlanan bir akide şekeri gibi huzur yayar ruhuma. Yılbaşı ağacımın altına uzandım mı birde değme keyfime :)

Dosya:Happy new year 06463.jpg


Gözümün önünde birden koca fiyonklu hediye paketleri geliyor. Her ne kadar şu ana kadar kimsenin birbirine koca fiyonklu paketlerle hediye verdiğini görmesemde, hediye kelimesinin serkeşliği belleğime böyle yansımış anlaşılan. Sınıfta yapılan yılbaşı çekilişlerinde verilen hediyelerle hiç aram olmadı ayrıca. Bu yıl değişmesini umuyorum, şans dileyin lütfen! Ama aile içinde verilen hediyeler her yıl süper olur :) Kitap tutkuma bilen herkes yepyeni kitaplar alır bana. Çoğu zaman bana danışarak alınır, sürprizi kalmaz ama olsun. Önemli olan sevdiğim kitaplarla buluşabilmek. Bu yıl Demet Altınyeleklioğlu'nun Osmanlı Hanedanı serisine başlamayı düşünüyorum, yaptığım kulislerde hediyeler bu yönde olacağa benziyor...



Yılbaşının geleneksel yemeği bizim evde "tavuk dolması" dır. Annemin yaptığı leziz tavuk dolmasının iç pilavını hiç bir şeyle değişmem. Kestaneli, kuru üzümlü, tarçınlı güzelim iç pilav yılbaşının tadı tuzudur, olmazsa olmaz. Yemeğin yanında onlarca meze, salata, aperatif, ara sıcak say say bitmez. Devamında poğaçalar, börekler, her türlü abur cubur, cipsler, çikolatalar, kolalar, çerezler, aklınıza gelebilecek sağlıksız her şey anlayacağınız :) Kalori bombardımanı yaşanır her yıl bizim evde. Kendimi masallardaki şekerleme eve yada Charlie'nin Çikolata Fabrikası filmine düşmüş hissederim 31 Aralık'ta.Son yıllarda yaşadığım acı bir tecrübeden sonra daha temkinli yemeye başladım o ayrı. Az kalsın hastaneyi boyluyordum, mide fesadından...



Şarkılı, müzikli programlar izleriz hep. Yılın tüm yorgunluğunu atıp, umutla başlayabilmek için. Tombala oynarız hep. Bol mızmızlanmalı :) En çok da ben mızmızlanırım. Gözümü hırs bürümüş gibi. Dans ederiz bol bol. Yerimizde duramayız. Şarkılara eşlik ederiz. "O kanalda ne var, ya şuna da bi bakalım" diye diye bol zappingli bir gece geçiririz. Geçmiş yılbaşı anılarımızı hatırlarız. Gün içinde yaşadıklarımızı. Mutlaka kardeşimle günün anlam ve önemine uygun bir Disney yapımı izleriz. Her yıl "yeni yıla nasıl girersen, öyle devam eder" geyiği yaparız. 10'dan geriye sayıp , sarılırız birbirimize. Umutla açarız gözümü yepyeni bir yıla...

Noel Baba'lı, yılbaşı ağaçlı, havaifişekli, bol şatafatlı sofralı, kızak çeken geyikli, Noel Baba'nın elfleriyle dolu, eğlenceli ve şen şakrak yeni yıl kutlamaları diliyorum hepinize... Ama hepsinden daha önemlisi bol umutlu, bol neşeli; insanların birbirlerine saygı duyduğu, farklılıklara kulak verdiği; benliğinin tozlu odalarındaki önyargıları silip "öteki"ne kucak açabildiği; hiçbir ırkın, mezhebin ve önemlisi hiçbir insanlık değerinin aşağılanmadığı; hoşgörülü, demokrasi ve söz hakkı dolu bir yıl diliyorum. Hepimize, ülkemize...

Aynı zamanda bol kültürlü, bol kitaplı, çokça entellektüel bir yıl diliyorum hepimize. Kendim içinde ufacık bir dileğim var! Yeni yılın ilk günlerinde gerçekleşecek Adana Tüyap Kitap Fuarı'na Elif Şafak ve Ece Temelkuran'ın gelmesini diliyorum. Bakarsınız gerçek oluverir - lütfen, lütfen, lütfen ! - Geçen sene de olduğu gibi bu yılda edebiyatla kalmanızı canı gönülden isteyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum.

Tüm dostların, ruhdaşların, edebiyatseverlerin, hikayeperestlerin yeni yılını kutluyorum. Yepyeni bir senede, yepyeni yazılarla görüşmek üzere.

***

Ufak notlarım olacak sizlere:
  • Kitap yorumları hazır, yeni yılda elimden geldiğince yeni yazılarla sizlerle buluşacağım. Bu yılki aksaklıklar nedeniyle hepinizden özür diliyorum, tekrardan.
  • Ağrı'nın Derinliği'ni okuyorum, yeni yılda güzel bir yorumla karşınızda olacak ilk yazı.
  • Elif Şafak'ın tadına doyum olmaz yeni yıl yazısı, okumak isteyenler için: Buraya tıklayın.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Med-Cezir - ELİF ŞAFAK


Siz bir kitaba a-lış-tı-nız mı hiç? Her gün "yapılacaklar" listenize "o kitabı" okumayı eklediğiniz oldu mu? Med-Cezir kalbimde böyle bir yer seçti kendine, halet-i ruhiyemin baş köşesinde...

Med-Cezir, Elif Şafak'ın çeşitli dergi ve gazetelerde kaleme aldığı yazılardan oluşan bir deneme kitabı. Halihazırda da gazetelerde yazmaya devam eden Elif Şafak her yazısında ustalığını gösteriyor. Bu ustalığın en nadide eserlerinden bir seçki karşımızda. Özenle seçilmiş "en iyileri". Ve sonuç : Harika bir kitap.

Elif Şafak'ın seçkilerinden oluşan ilk kitap özelliğini taşıyan Med-Cezir ( Diğerleri: Kağıt Helva ve bu yazıyı yayınladığım gün kitapçıların raflarında yeni yeni boy gösteren ve almak için sabırsızlandığım Firarperest ) bitmesini hiç istemediğim bir kitap oldu. Okuduğum sürece benimle yaşadı sanki. Gündelik koşuşturmaca sırasında da yanımdaydı - güç veriyordu - gün bitip eve dönünce de yanı başımdaydı - yorgunluğumu unutturuyordu - . Bir dost, bir sırdaş olmuştuk. Dilediğim zaman sohbet edebileceğim kültürlü bir kelimebaz, akide şekeri tadında üslubuyla büyüleyip durdu beni anlaycağınız.

Her biri farklı anlarda, farklı şehirlerde yazılmış, binbir türlü konuda... İstanbul, Madrid, Michigan, Boston, Arizona hepsi farklı bir tat katmış denemelere, bir parça tarçın eklemiş aşure kıvamında yazılara. Elif Şafak'ın dünya görüşünü yansıtmışlar el ele verip. Doğu-Batı, cinsiyetçilik,ayrımcılık, aidiyet-göçebelik, tarih bilinci, inanç, mistizim belli başlı konular. Her bir yazı ele aldığı konuyu samimiyetle anlatıyor.

Hikayelerin isimleri de özenle ve yerinde seçilmiş. Yaza Yaza Silmek Üzere'yle başlayan Elif Şafak, Eşiklere Basarsan Şayet ve Evham Hanım'la mükemmelliğin ne olduğunu gözler önüne seriyor. Bahsettiğim yazıları gördüğüm tüm dostlarıma okudum. O kadar güzeller ki, paylaşmamak bencillik olur kanaatimce.

Kökü Olmayan Ağaçlar başlığında Tuba Ağacı'nı anlatıyor. Kökleri havada Tuba Ağacı... Sevgili Ece Temelkuran kitaptaki tüm yazıları Tuba Ağacı'na benzetmiş. Elif Şafak'ın göçebe ruhunun yansıması yazıyla birlikte kuvvet kazanıyor.

Eylül'de Ayrılıyorum İstanbul'dan, İstanbul'u görme isteğini binlerce kez katmerliyor adeta...

Tüm yazılar öylesine güzel ki! Bahsedemediklerim adına üzülüyorum. Hepsi benim kıymetli evlatlarım gibi. "Kadın" Kelimesinin Sözlüklerden Silinme Önerisi onlardan biri. Hayatıma etki eden yazılardan biri oldu, kullandığım kelimelere daha da dikkat ediyorm. Yazarken benim için daha kolay bu durum ama konuşurken daha temkinli olmaya çalışıyorum, bu bağlamda bu yazı bana yardımcı oldu fazlasıyla. Sadece bahsedilenlerden değil, tüm incitici kelimeleri kullanmaya çalışıyorum.

Zerde'nin Safranı, Gümüş Mâzi, Küskün Kadınlar Şovenizmi başarılı gözlem gücüyle yazılmışlar. Hepsi "bizden" yazılar. Yanıbaşımda vukû bulan ama farkında olmadığım olaylara dair birbirinden farklı pencereler açtı ruhumda.

Köprü 'deki "korkutma" tespitleri, toplum yapımıza öyle güzel ışık tutuyor ki. İşgal Altında Sanat Mümkün Mü Hala diyor Elif Şafak, hiç düşünmediğim bir konuyu düşündürüyor. Göçebenin Müziği ise yazarları sırf ideolojileri için okumamanın yanlış olduğunu bir daha anlatıyor... Kahkaha'nın Kefareti'ne ne demeli? Acı acı gülümsetiyor insanı, sonra da içimizdeki soytarıya kahkaha attırmamızı nasihat ediyor. Kitabın Endişesi, Siyah Süt ve diğer yazılarında da bahsettiği kitap öncesi-sonrası yaşadığı ruh hallerini anlatıyor. Okuduğunuz kitapların arka pkanına göz atma imkanı buluyoruz.

Bir çok yazıda da yeni kitaplarla tanıştım. Okumam gereken bir sürü kitap. Anna Karenina ve Şehir Mektupları sadece içlerinden ikisi. Bu anlamda da bir rehber oldu bana.

Önce Yüzlerimizi Sileri Sevdiklerimizin ve Kahve Falı en başarılı yazılar. Dilleri öyle güzeli değindikleri konula öylesine önemli :

Hurufi ki
Harften mânâlar devşirir,
Hurufi ki,
Harfle ağlar harfle sevişir,
Hurufi ki,
İnsanın yüzünde harfler, harflerin yüzünde insancıklar bulur,
Hurufi ki,
Suret okur, surette kaybolur...

Peki neden Med-Cezir ? Med ve Cezir Arasında Bir Dem bunu da açıklıyor bizlere. Romanı başlama-bitirme ve arasında kalan süreci med-cezire benzetiyor Elif Şafak. Ruhunun Med-Cezir'ini yansıtıyor bizlere. Tüm yazdıklarını med-cezir hallerine borçlu olduğunun altını çiziyor:

"Med-cezir kıymetli kelime bireysel sözlüğümde, kelimeden öte bir nevi kimyasal madde damarlarımda dolaşan, ben bilsem de bilmesem de. Zehirim de o panzehirim de. Bu kitaba med-cezir demem, bu isimle çağırmam işte bu sebepten."

İşte tüm bu anlattıklarımdan sonra, diyeceğim şu: Med-Cezir bana çok şey kattı. Başucu kitabı oldu, olmaya devam edecek. Kitaplığımda beni bekleyen, her fırsatta yanına koştuğum bir dostum olacak. Güzel kitap Med-Cezir. Güzide kitap...

Elif Şafak'ın romanlarının üzerine lezzetli bir sos olarak eşlik eden bir kitap Med-Cezir. Hem eşlikçi bir yandan, bir yandan da tüm bu eşliğin ta kendisi. Elif Şafak hakkında çoğu bilgi de Med-Cezir'in içinde, kalbinde. Elif Şafak külliyatının temel taşlarından.

"Sarkaç,
bir ağulu salınım,
asla bir bütüne tamamlanamayan,
kendine kavuştuğunda dahi, bir öte Ben'e hasret kalan."

Defalarca okunmalı her yazı, sayfaların ve kelamın kokusunu içine çeke çeke, yüreğin derinliklerine..

Elif Şafak ve DK'ya teşekkürler.

Puan: 5 üzerinden 5.

Edebiyatla kalın...



29 Ekim 2010 Cuma

Seyr-i Yağmur...


Yağmur yağıyor. Uzunca bir süre bizden esirgediği yüzünü pudralayıp dönmüş anlaşılan. Yine bir kırıklık var üstümde, papatya çayımı yudumlarken yağmuru izliyorum. İlkbahar rahiyaları içinde, sonbahar yağmuru olanca heybetiyle karşımda.

Geçmişten gelen buruk bir ziyaretçi artık papatyalar. Varlıklarını sıcacık suyun içinde sürdürüyorlar şu sıralarda. Her ne kadar kokuları odamda hakimsede dışarıda öyle değil bu durum. Cinlerin meşveret yerine nazire pencereden bir adım sonra hakimiyet ıslanmış toprak kokusunun. Kırıklık münasebetiyle pencere kapalı. Bundandır ki şu papatya egemenliğini doyasıya yaşıyor. Islak toprak kokusunu özlüyorum, yağmurun kokusunu... Oldum olası hayranım ona. Bu sefer buluşamıyorum onunla pencereden endamını seyredip kokusunu hayal etmekle yetiniyorum.

Camda yağmur damlaları... Bir garipler bugün, parçalanmışlar sanki. Üzgün ve yorgunlar. Anlaşılan majesteleri rüzgar bu yönde lütfetmiyor bugün. Yağmur damlalarının üzgünlüğüne benim kadar dertlenenlerin dışında, bir de olanca neşeleriyle karşılık verenler de var. Papatya çayının boğazımdan ılık ılık akarken yaptığı afacan tavırlar bunu gösteriyor. Her gün gördüğümüz o insanları hatırlıyorum, başkalarının mutsuzluğundan neşe devşirenleri...



Pazarcıları görüyorum pencereden. Hepsi telaş içinde. Ekmek teknelerini en az hasarla kurtarmanın derdindeler her biri. Onların yerinde olduğumu düşünğyorum birden. Ne hayatlar var şu dünyada? Ne maceralar, bitmek bilmez hikayeler.

Papatya çayı bitiyor. Kokusu hala buralara hakim. Yakında gider diye düşünüyorum. Peki ya sonra? Koca bir hiç. Zıtlıklar olmasa böyle olurdu dünya herhalde. Tatsız, tutsuz, tek düze... Olmaması gereken gibi.

Yavaşlıyor yağmur biraz... Dinlenip güç toplamak için. Şimdilerde böyle olmuş. Görmeyeli huy değiştirmiş anlaşılan. Olsun, ben onu her haliyle seviyorum! Gerçek sevgi de bu galiba. Her haliyle sevebilmek.

Yemek kokuları, papatyanın gidişini fırsat bilip sarıyor etrafımı. Annem yine lezzetli yemekler hazırlıyor anlaşılan. Yağmur geliyor aklıma. Hazır buradayken pencereyi hafif aralamayı düşünüyorum. Ve de yapıyorum aklımdakini. Usulca aralayıp toprak kokusunu içime çekiyorum. Eski bir dostla hasret giderir gibi...

*Cumhuriyet Bayramı'nız kutlu olsun...


Sıcacık gülümsemenle hep aklımızdasın. Emanet ettiğin cumhuriyete sahip çıkmaya devam edeceğiz...

Kubilay

28 Ekim 2010 Perşembe

Yeniden Merhaba! - Bit Palas / ELİF ŞAFAK


Merhaba!

Bana çok uzun gelen, herkesi, her şeyi çok özlediğim bir aradan sonra bloguma dönmenin sevinci içindeyim. Tüm dostlarımdan zorunlu olarak verdiğim ara için özür diliyorum. Kontrast yeniden karşınızda. Elif Şafak'ın kelamı, durumu özetliyor : "Tüm dostlara, ruhdaş okurlara, edebiyatseverlere, hikayeperestlere, kelimebazlara, muhabbete kıymet verenlere..." Merhaba! Hepinize yeni bir merhaba... 
Yazın sonlarında hazırladığım ama sizlerle paylaşamadığım "Bit Palas" yorumlarımı yayınlıyorum. Keyifle okumanız dileğiyle.



Tatildeyken en çok özlediğim şeylerin başında geliyor doyasıya gezeceğim bir kitapçı. Burada - Silifke'de- çok kapsamlı bir kitapçı bulunamıyor maalesef. Olanlarda kısıtlı, az sayıda...

Gönlündeki Elif Şafak sevgisi son hızla büyümeye devam ederken, "tüme dört kala", yeni bir Elif Şafak okumanın tam zamanıydı. Lakin her girdiğim yerde ya hiç bulamıyor ya da sadece Aşk'ı buluyordum. Tüm umutlar tükenmişken, son ümit yelkenlisi ufuk çizgisinden "hoşça kal" derken, tanıdık bir isim çarptı gözüme : Semerkant.

"Semerkant Kitabevi" yazıyordu kalın harflerle tabelada. İçeri girdiğimde sonuç aynı gözüktü gözüme. Son bir çabayla, boğulmanın pençesinden kurtulmaya çalışan bir kazazedenin beyhude imdadına nazire, görevliden yardım istedim. "Yok, ama isterseniz yarına getirtebiliriz." demesiyle ümit yelkenlisinden "Yelkenler fora!!!" diye bir ses yükseldi...

Gemi geledursun görevli ağır çekimdeymişçesine ahizeyi uzanıp, hızlandırılmış bir filmdeki gibi depoya bağlanması bir oldu: "Hangi kitaptı?"

Bu soruyu duyunca neden bu kadar şaşırdım anlamadım. Beynimdeki tüm çekmeceler hunharca çekilip, en dip köşedeki bilgi tortusuna kadar bakmama rağmen aklıma yalnızca Bit Palas geldi. İki kitap istiyordum istemesine ama yaramaz bir çocuk gibi Bit Palas diğerlerini ite kaka öne geçmeye çalışmıştı.

Ağzımın kenarlarına çarpa çarpa ilerleyip son bir hamleyle dişlerimi araladı ve bezgince, şaşkınca belli belirsiz bir "Bit Palas" sesi havaya karıştı.

Demek ki okunmalıydı. Bir bilinen vardı elbet, ki Bit Palas okunsun.

Hikayem böyle, yani hikayemiz. Bit Palas'la yollarımızın kesişmesi. Büyük umutlarla, sıladaki dostunu gurbette bulmuşçasına sarıldığım Bit Palas beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı.

Kitap bir apartmanda, "Bonbon Palas"ta geçiyor. Fikrimce Bit Palas'ın  hayattan bir kesit, hepimize tanıdık gelen bir pencereden bakış, içinde yaşadığımız için parçalara dikkat edip bütününü kaçırdığımız bir fotoğraf karesi.

Kitabun başında kim olduğunu bilmediğimiz biri - ki ben yazarın kendisi sanmıştım - alttan alta romanın arka planını yansıtıyor okurlara. Yalanı dikey, hakikatı yatay çizgi olarak tasvir ettikten sonra saçmalığın bir çember olduğunu söylüyor. "Saçmalıkların gerçekliği" bu andan başlayarak kitap boyu gösteriliyor bizlere. Kitap bir ana ve de birçok içre çemberlerden oluşuyor. "Öncesi - Daha öncesi - Şimdi - Ya Sonra" gibi bölümlerden mürekkep Bit Palas, gri yuvarlak çöp tenekesi kapağını bir "yer-zaman-mekan" çizelgesi olarak kullanıp hikayeyi başlatıyor.

Kitabın tüm bölümleri farklı dairelerde bağımsız ama bir o kadar bağımlı hikayelerde gelişiyor. Önceleri eksiklik hissi uyandıran ve sonunda ne olacağını hayal bile edemeyeceğiniz yapbozun parçaları ilerde ustaca tamamlanıyor.

Kuaför Cemal&Celal'in 3 numaralı dairesinden başlayarak insanlık ve insanlık halleri üzerinden bizi bize anlatıyor. İlk tanıştığımız Kuaför Cemal&Celal ve daha sonraları tanıyacağımız Sidar ile Gaba'nın göçmen yaşamları ve küçük yaştaki yurt dışı maceraları, ülke ve aile kopuklukları; Mavi Metres ve Nadya'nın umutsuz vaka evlilikleri ve sonunda kendini buluşları her apartman dairesini birbiriyle kesişen halkalar olduğunu gösteriyor. Bu benzerliklerin yanında her ailenin birbirinden farklılıkları da var. Ateşmizacoğullarının tüm aile fertlerinin baş harflerinin "Z" olması, kapıcı dairesinde yaşayan Musa, Meryem, eski sevgilisi İsa, oğulları Muhammet'in bir ilahi bütünlük içindeki halleri Bit Palas'ın özenle çizilen tablosundaki önemli çizgilerden.
Nakış gibi işlenen hikayeler böcekler ve bitler gibi unsurları kullanarak da romanın altyapısını sağlamlaştırıyor.

Son bölüme kadar "yarımlık" hissi veren , Asuman Kafaoülu Büke'nün deyimiyle "çember her an bizi üzerinden atacakmışçasına" okuyoruz Bit Palas'ı. Şimdiye kadar çıkardığım sonuçlar kitabı bitirene kadar silik birer silüetti. Apartmanın "7 Numaralı" sakini "Ben", "ben" olmasına rağmen bizim bildiğimiz çoğu gerçeği de bilmiyor. Kendini bilmeyen bir "ben" dikkat edilecek bir ayrıntı. Karakter tasvirleri yine çok başarılı. Beni en çok etkileyense "Madam Teyze" ve onu bekleyen acı son. Hatırlayınca bile içim sızlıyor...

Gizemli, büyüleyici tüm bu yönleriyle Bit Palas tam bir modern çağ masalı. Şaşırtan anlatımı ve mükemmel dilbilgisiyle göz kamaştırıyor. Elif Şafak'ın böcekbilim, anatomi bilgilerine hakimliği ise her romanı için yaptığı ön çalışmaya ne kadar değer verdiğini gösteriyor.

Elif Şafak'ın Bit Palas'a verdiği emek çok fazla. Kitabın sonunda başlangıca dönüp çemberi tamamladıktan sonra ( ya da tamamlayamadıktan ?! ) içimizi her an her şeyin bağlantılı olduğu ve her masalın gerçekliği inancıyla ayrılıyoruz kitaptan.

Bu kitap beni esir aldı diyebilirim. Çünkü anlatılan bizi, hepimiziz. Capcanlı bir fotoğraf karesi. Her bakışta beni hüzünlendiren...

Bit Palas aynı zamanda birçok dile de çevrildi.

   

Bit Palas'ı herkese tavsiye ederim.

Elif Şafak'a ve DK'ya teşekkürler.

Puan: 5 üzerinden 5.

Edebiyatla kalın...

Kubilay

15 Eylül 2010 Çarşamba

Limon Ağacı - SANDY TOLAN


Kitap, uzun süredir elimdeydi. Yıl boyunca başucumda en uzun kalan kitap oldu Limon Ağacı. Hızla geçebilirdim sayfalarını ama sindire sindire okunmayı hak ediyordu her satırı.

Limon Ağacı, konumumuzdan dolayı fazlasıyla içli dışlı olduğumuz bir konuyu ele alıyor. Yıllardır süregelen İsrail - Filistin anlaşmazlıkları. Romandan ziyade, keyifli bir tarih kitabı. İsrail ve Filistin'in ortak tarihini - en başından günümüze kadar - tüm ayrıntılarıyla anlatan Limon Ağacı karakterlere de sahip. İki ana karakterin - Dalia ve Beşir- etrafında gelişen olaylar tarihin paralel akışında farklı görüşleri ortaya koyarak "objektif vakanüvisliği" sağlıyor.

Karakterler son bölümlere kadar geri plandayken, son bölümlerde iyiden iyiye arz-ı endam eyliyorlar.

Dramatik öykümüz, Avrupa'da mülteci hayatı yaşayan Yahudilerin kutsal addettikleri topraklara dönüşüyle, sayısız insanın evlerinden uzakta mülteci hayatı yaşamalarına neden olmalarıyla başlıyor. Beşir'in babası Ahmed Hairi'nin elleriyle inşa ettikleri evden sürülmeleri ve Dalia'nın da içinde bulunduğu Eşkenazi ailesinin buraya yerleşmesi daha sonra yaşanacak olaylar için kilit nokta.

İki aileye de ev sahipliği yapmış, bahçesinde "Limon Ağacı" bulunan ev işte burası...


Filistin ve İsrail arasındaki problemin başlangıcı ne olursa olsun, problemin devamı hoşgörüsüzlükten kaynaklanıyor. Peki bu insanlar nefret dolu mu, ki hoşgörü göstermiyor? İşte kitabın en önemli özelliği bu nokta: İki tarafın gözünden de olaylara bakabiliyoruz, böylece olaya tarafsız yaklaşabiliyoruz. Ve görünen o ki iki taraf da haklı. Ve iki taraf da haksız. Köprüde karşılaşmış iki keçi durumu bir nevi. Düzelmesi zor, yıllar geçiyor ama düzelmiyor görüyoruz ki. Halk hoşgörü gösterse devlet soğuk bakıyır, devlet hoşgörü gösterse halk karşı çıkıyor. Yaşanan acılara bakacak olursak bu davranışlar sıradışı değil:

"Beşir, Dalia'nın "Sanırım sen küçükken evi terk etmiştiniz. Belki de bizim geldiğimiz yıl," dediğini hatırlıyordu. Beşir bağırmak istiyordu, Biz evi terk etmedik! Siz bizi çıkmamız için zorladınız. "

"Dalia yıllar sonra "Ve ben onların bir mabette yürür gibi, sessizlik içinde yürüdüklerini hissediyordum." diye hatırlayacaktı. " Ve her bir adım onlar için o kadar çok şey ifade ediyordu ki."

" "Eğer altınımız varsa bizimle yanar" dedi babası. Susannah bunun ne demek olduğunu biliyordu. Babası Nazi Almanyası'nda duyduğu hikayeleri ona anlatıyordu."

" Mati ağlıyordu. ... Arkadaşına garip bir şekilde bakıyordu: "Polonya'dan bir kalıp sabun alırsan, lütfen yüzünü yıka. Büyük bir olasılıkla benden yapılmış bir sabun olacaktır. Ve böylece ben de yüzüne bir kez daha dokunabileceğim." "

Her okuyuşta içimizi acıtacak satırlardan birkaçı bunlar. Düşünün ki, okuyunca hayretlere düşeceğiniz satırlar yaşanmış! En can alıcı noktalardan biri de bu. Tamamen gerçek bir hikaye bu. Olayları bir yana bırakın, kişiler de gerçek. İnternette ufak bir araştırmayla Dalia'yı da Beşir'i de yaşlanmış halleriyle buldum:


Dalia Eşkenazi ve Beşir Hairi
 Her insan okuduğu kitabın karakterlerinin gerçek olmasını ister - ya da en azından ben - Limon Ağacı'nda hayale gerek yok ve bu beni fazlasıyla cezbeden yönü.

İlk başlarda daha yavaş olan okuma hızım ilerleyen bölümlerde daha arttı. Az çok bildiğimiz, yakn tarihi okumak benim için daha rahat. Hiç bilmediğim bir tarih daha zor geldi tabii. Limon Ağacı bir anlamda da milat oldu benim için. İsrail - Filistin hakkında aklıma bile gelmeyecek o kadar çok bilgi edindim ki. Kendimi geliştirdim bu bakımdan.

Kitapta bulunan olaylar hakkında geniş bilgi vermiyorum çünkü kitap koskoca bir tarihi anlatıyor. Hakkında kitaplar yazılmış bir tarihi özetle anlatmak kanaatimce gereksiz bir çabadan ibaret. Filistin ve İsrail tarihi her zaman dumanı üstünde güncelliğini koruyan bir konu ve herkesin tarafsız anlatımından dolayı Limon Ağacı'nı okuyarak bilgi edinmesini tavsiye ediyorum.

Dalia'nın şu sözleri ise bu topraklardaki barışın simgesi âdeta:

Dalia

"Çocukluk anılarımız trajik bir biçimde kesişti. Eğer bu trajediyi ortak bir lütufa dönüştürme yolunu bulamazsak, geçmişe  takılmamız geleceği yok edecek. Sonra başka bir neslin mutlu çocukluğunu çalacağız ve kutsal olmayan bir neden için bunu kabusa çevireceğiz. Senin ve Tanrı'nın yardımıyla çocuklarımızın bu kutsal toprakların güzelliği ve cömertliği içinde rahat olmaları için dua ediyorum."

Filisitn - İsrail anlaşmazlığı çözülmese de, Dalia ve Beşir'in Ramla'daki evi " Açık Ev" adıyla Arap ve Yahudi çocuklara yuva olarak açması karanlığa bir meşale yakıyor âdeta.


Açık Ev. İnternet sitesinden ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz. Site İngilizce, Arapça ve İbranice hazırlanmış.

Kitap, limon ağacının 1998'de ölmesinin ardından 2005'te yaşanan olayla barışın simgesi haline gelmesini anlatıyor son olarak. Dalia, Arap ve Yahudi çocuklarla beraber yeni bir limon fidanı dikiyor, Limon Ağacı'nın kökünün yanına :

"Bu anıları yok etmeden takdis etmeydi. Eski tarihten bir şeyler büyüyordu. "

Sandy Tolan, geçmişi unutmanın mümkün olmadığını, geçmişin yanında bir umut ışığının filizlenmesinin en iyi olacağını, Dalia'nın yaşadığı  bu olayla gözler önüne seriyor ve en doğrusunu yapıyor. Geçmişten tamamen kopmadan yeni ve mutlu bir güne yelken açmanın güzelliği...

Sandy Tolan, gerçekten çok güzel bir hikaye yakalamış. Kitabı " olduran isimlerden" Dalia ve Beşir'e de teşekkürlerini sunmayı ihmal etmiyor zaten. Şükran. Toda roba.

Velhasıl kelam, Limon Ağacı umutsuzluğun içindeki umudun öyküsü. Roman gibi bir tekniğe sahip olmaması tek dezavantajı. Ama bu stilde yazılması tarafsızlığı koruma açısından önemli. Tüm bu nedenlerden ötürü Limon Ağacı'na zaman ayırın. Çünkü bu acı veren güzel öykü okunmayı ve bilinmeyi hak ediyor.

Sandy Tolan'ın araştırmacı kimliğinden dolayı tebrik etmeden geçemeyeceğim. Pegasus Yayınları'na da koca bir alkış, son dönemde seçtiği kitaplar piyasaya damgasını vurdu.

Limon Ağacı'nı okuyun. İçinizde sevgi ve umut tohumlarının yeşerdiğini göreceksiniz. Ve uzun süre unutamayacaksınız.

Filistin'e ve İsrail'e barışın hüküm sürdüğü, çocukların şen kahkahalarının her tarafı kapladığı, limon çiçeği kokusunun kucakladığı günler dileğiyle...

Puan: Roman olmaması dezavantajına rağmen, bence umudun öyküsü 5 üzerinden 5'i hak ediyor.

"Bu büyüleyici kitap bir ülkede bitip tükenmeyen merhamet, ıstırap ve umudun resim gibi dokunmuş halidir. Bugüne kadar dünyada en acımasızca tartışılan ve en yoğun irdelenen İsrail-Filistin anlaşmazlığının insani boyutlarını çok az kitap bu kadar dürüst ve detaylı bir şekilde ortaya koymuştur. Bu acı verecek kadar güzel öykü, kitap bittikten sonra bile insanın aklında kalmaya devam ediyor."
—ELİF ŞAFAK, Edebiyatçı-Yazar


Edebiyatla kalın... Ve de umutla...

13 Eylül 2010 Pazartesi

Nefes Alıyorsak, Umut Var Demektir!


Sabah mahmurluğumu üzerimden attım, kahvaltı faslı bitti, gazeteye uzandım. Her sabah kutsal bir seremoni düzenliyorum büyük bir hevesle galiba... Referandum, 12 Dev Adam gazetenin ilk sayfasını boydan boya kaplamış. Haberlerden ziyade köşe yazılarını daha çok severim. Sayfaları çeviriyorum birer birer, taa ki sevgili Ece Temelkuran'ın köşesine gelene kadar. "En heyecanlı yerinde..." yazıyordu Ece Temelkuran'ın gülen yüzünün üzerinde. Okudum, okudum, okudum. Ne de güzel anlatmış Ece Temelkuran. Bugün yazılan tüm yazılar aynı kıvamda. "Bu öyle değildi, günün yazısı bu olmalı" diye düşündüm içimden.

Evet, aynı duyguları paylaşıyorduk Ece Temelkuran'la: "Kana kana yaşayan insanların ülkesi burası.". Her şeye hevesle yaklaşan. Evvelallah, her şeyin üstesinden gelenleri ülkesi. "Biz bittik!" demeyenlerin ülkesi.

Son günlerde ülkemiz insanına yakışır geçti. 12 Dev Adam herkesin gündeminde. Sırbistan maçı, bu ülkenin insanına yakışan maçtı. Çin'le yapılan maç bize göre değildi. Biz rakiple aramızdaki farkın çok olmasuını sevmeyen ülkeyiz. "Acaba, ne olacak!" diyenleriz biz. Kalp krizi geçirecek gibi yaşayanların ülkesi. Her anın,  Sırbistan maçındaki son saliselere benzemesini isteyen ülkeyiz. Yaşam gücümüzü adrenalinden alıyoruz galiba....

Sırbistan maçını ailecek izledik. Son 4.5 saniyede araya giren mola bize asırlar gibi geldi. O an bir sessizlik hakim oldu eve, şehire, ülkeye... Kalpler dua ediyordu vuruşlarıyla adeta. Ama kimse bunu söze dökmek istemiyordu.  Sözün bittiği yeri seven ülkenin insanları galbiyetle çoştu ardından. Stata göz gezdirin bir, herkes ordaydı. Ünlüsü ünsüzü, kokoşu mazbutu, başörtülüsü başörtüsüzü, birbirinden nefret edeni de ordaydı birbirine tutkuyla bağlı olanı. Farklar kalktı o an, sevince ortak oldu herkes. Kin tutmayanların ülkesiydi burası, bazıları bunu balık hafızalıkla aşağılasada...

Şampiyon olamadık belki ama Türkiye spor tarihinin en başarılı takımıydı 12 Dev Adam. Az buz bir başarı değildi 2. lik, tüm takımı yürekten tebrik ediyorum. Üzüldük gene de, biz de, Hido da, Kerem Tunçeri de... Ödül törenindeki Litvanya'ya benzemiyorduk. Çünkü biz azla yetinenlerin ülkesi değildik. Hiçbir alanda düşenlerin ülkesi değildik, her alanda yükselenlerdik. Eurovision'da sıfır çekenlerin ülkesiyken, her yıl birinciliğe oynayanların ülkesiydi burası. 2. olunca sevinen, ama kalbinin köşesinde birincilik yatanların ülkesi.

BBC muhabiri sormuş Ece Temelkuran'a :“Niye bu kadar endişelisiniz bu ülke için, anlamıyorum.İşler o kadar da kötü değil”.Ece Temelkuran en doğru cevabı vermiş: Bu ülke fazlasını hak ediyor çünkü. Kana kana yaşayanların ülkesi hep fazlasını hak ediyor:

"Ben de anlattım, niye. Çünkü bizim hayallerimiz vardı. Çok büyüktüler. Bu ülkenin insanları hiçbir zaman bizim hayal ettiğimiz kadar iyi yaşayamadılar. Ondandır... Tıpkı Şemdinli’de doğduğu için kaderi orayı sevmek, çok sevmek olan çocuklar gibi biz de hep “kalp krizi geçirecek” gibi seviyoruz ülkeyi. Biz hep “kalp krizi geçirir gibi” yaşayan insanlarız çünkü. Bizim için maç hep 3. çeyrekte, her an kaderimiz değişecek bize göre. Çünkü bu kana kana yaşayan insanlara hep daha iyi, çok daha iyi bir hayat yakışır diye..."

Referandum sonuçlandı. Uzun süredir yaşanan süreç dün akşam noktalandı. Kim ne oy verirse versin, bu ülke için en iyisini isteyerek verdi. Başkası başkasının oyunu böyle görmüyor olabilirdi ama önemli olan bu değildi. Kim nasıl davranırsa davransın, penceresinden baktığında ülkesi için en iyi olan oyu verdi. Bölünür denilenlere inat bölünmez bu ülke. Sevginin ülkesi burası çünkü nefretin değil. 13 Eylül sabahı desteklediği seçenek kazananı da kazanmayanı da yeni bir güne uyandı. Yepyeni bir güne, taze bir sabaha. Umutsuzlukla kalkmadı hiçbiri.

"Yani Amerikalıları yenmesek de, referandumun sonucu senin istediğin gibi gelmese de... Bu ülke hep şehvetle, ülke hep iştahla, yani iyidir bu bakıma. Her şey damar damar içimizde, iyisi de kötüsü de."

Yeni bir dizi başlıyormuş:  Deli Saraylı. Tam gazetemi okurken tanıtımları dönüyordu. Perran Kutman'ın sevgi dolu sesinden duydum o cümleyi : " Nefes alıyorsak, umut var demektir!" Günün cümlesi bu olmalı diye geçirdim içimden.

Ne olursa olsun kalbinin her köşesiyle yaşayanların ülkesiydi burası. Gurur duyuyorum ülkemden, ülkemin güzel insanlarından. Ece Temelkuran'ın dediği gibi : Ne güzel bir ülke! Ne güzel insanlar.

10 Eylül 2010 Cuma

Vurun Kahpeye - HALİDE EDİP ADIVAR


Esefle görüyorum ki yaşıtlarımca Halide Edip sıkıcı bir yazar olarak anılıyor. Halide Edip'le sınırlı kalmıyor... Türk klasikleri diye tabir edilen hiçbir esere hevesle yanaşılmıyor zaten. Bu üzücü durum sadece benim çevremle değil, tüm gençleri kapsıyor. Türk klasiklerinin dil inceliğini popüler yabancı kitaplarla karşılaştırmak anlamsız bir çabadan ibaret başlı başına...

Okulların açık olduğu zamanlar sınavlar, dersler derken kafamın çok dolu olduğu zamanlar arttığından ben de bazen kendimi klasiklere veremiyorum. Bu durumda kitaba kusur bulmak anlamsız, "sorun bende" o sıralar. Üzgünüm ki çoğu yaşıtım kendine suç bulmak yerine çuvaldızı kitaba batırıyor, ardından soğuyor. Ömrüm boyunca klasiklerle işim olmaz diyen onca kişi tanıyorum ki... Neden durum bu, ne yapmalıyız gibi sorularsa önemle tartışılmalı, tabii bu başka bir yazının konusu... Varmak istediğim yer ise çoğu önyargının aksine Vurun Kahpeye macera romanlarını solda sıfır bırakıyor.

Kitap, idealist öğretmen Aliye'nin meslektaşlarının aksine İstanbul yerine elini taşın altına koyup Anadolu'ya gitmeyi istemesiyle başlıyor. İroniye bakınız, günümüzde de bu durum aynı şekilde sürüyor, öğretmenlerin büyük bir kısmı şehir merkezlerinin peşinde, köy okullarını ise bir an önce uğrayıp gidilecek zorunlu bir durak olarak görüyor. Bu durumun sorumlusu öğretmenler değil tabii, hele bir de çocuklu öğretmense köy okulunda görev yapmak işkenceye dönüşüyor. Öğretmenleri bu hale getirenler kimler acaba? Yıllar geçse de aynı hamam aynı tas...

Kitabımıza geri dönecek olursak Aliye köye gelir gelmez kem gözleri üzerine çekiyor. Yine bir ironi, maarif müdürünün yaptıkları, günümüze hiç yabancı değil. Daha ilk anda bu durumun içinde boğuşan Aliye, evlatlarını yitiren Ömer Efendi ve Gülsüm Hala'nın sayesinde rahat bir nefes alıyor.

Ardından köye gelen Tosun ve Aliye ile ilk görüşte aşkları. İkisi de milleti için elinden geleni yapan vatan evlatlarının acıyla biten aşklarının ilk heyacanları burada karşımıza çıkıyor.

Öğrencilerine vatan sevgisi aşılayan türküler öğretip onları köyde gezdiren Aliye caminin önünden geçerken Hacı Fettah Efendi'nin din perdesinin ardındaki şeytani yüzünü ilk defa idrak eder. Hacı Fettah Efendi'nin yanı sıra Kantarcıların Hüseyin Efendi'yle katmerlenen kötüler bir de Tosun'un Aliye sevgisiyle karşılaşınca gemi azıya alıyor.

Akabinde Yunan düşmanının kötülüğünün kişileştirilmiş simgesi Damyanos, Aliye'nin kötü günlerinde hep yanında olan küçük öğrencisi Durmuş ve onun akıllara durgunluk veren sadakati karşımıza çıkan diğer önemli unsurlar.

Baş tacı betimlemelerime sıra gelirse, Halide Edip öyle güzel bir anlatıcı ki gözünüzün önünde o yılları atmosferini başarıyla canlandırıyor. Karakterlerin kişililiklerini de yansıtan betimlemeler ise mükemmel. Hacı Fettah Efendi "En İyi Kötü Betimlemesi Oscarı"nı kazanacak cinsten.

Halide Edip'in dine karşı kin beslediğini söyleyen kesime Mevlid ve Ferdası bölümünü tavsiye ediyorum. Halide Edip'in dine değil dini kötü emelleri için kullananlara karşı olduğunu rahatlıkla görebilirler. İroniler, ironiler... Bu kitap güncelliğini hiç kaybetmemiş anlaşılan.

Usta yazar Selim İleri'nin yorıımda da olduğu gibi Vurun Kahpeye sonu acıklı bir roman. Gözleri dolu dolu edecek cinsten:

"Reşat Nuri'nin Çalıkuşu Feride'siyle Aliye yakın akraba sayılabilirler mi? Her ikisinin de ülküsünde yurdun eğitimden yoksun bırakılmış çocuklarına bilgi sağlamak tutkusu billûrlaşır. Yalnız, Feride romantizmin inceliğiyle yaratılmışken Halide Edip, Milli Mücadele'nin acı anıları arasından Aliye'ye yıkım ve ölüm biçer."

Annem kitabın yıllar önce çekilen filminden bahsetti. Meraklısına filmin afişi:



Vurun Kahpeye "mutlaka ama mutlaka" okunması gereken bir kitap. Herkese tavsiye!

Edebiyatla kalın...

8 Eylül 2010 Çarşamba

"Şeker" Bayramı !




Şeker... Ne güzel yakışıyor bayrama! "Bayram"ın başına gelip sarıp sarmalıyor onu. Merhamet, sevgi, mutluluk, sukûnet ve dahası. Hepsini kapsıyor "şeker". Şeker alâmet-i farikasını kelamda da gösteriyor, adını tüm ihtivasıyla kuşatıp, onurlandırıyor.

Hangi isim sıfat olmaya bu kadar heveslidir? "Şeker gibi adam", "şeker gibi yemek"... Marka bile olur yeri gelirse. Tatlı ismi de olur hem de en âlâsından: Şekerpâre. Şeker parçası... Şereflendirilmiş bir tatlıdır gözümde şekerpâre. Tüm tatlıların gayesi şeker gibi olmak, ağız tatlandırmak değil midir? Şeker parçası olmak  bizlerdeki "sir", "ağa", "majesteleri"ne karşılık geliyor olmalı. Yalnız şekerpâre tek başına değildir tahtında : "Gülbeşeker"siz olmaz. Nasıl bir kelimedir yarabbim! Ağızda akide şekeri misali. Söyledikçe söyleyesi geliyor insanın.

Hezarpâre kelimedir şeker. Şeker genel isimde olur afillisinde.Her türlü lokum, akide, çikolata gibi ürüne şeker denir her daim. "Kızım, misafirlerimize şeker ikram ettin mi?"... "Fazla şeker yeme, karnın ağrır."...



Şeker, Farsça'dan dilimize armağan bir sözcük. Anadoluyla kaynaşmış, yeri doldurulamaz hale gelmiş artık. Şimdi tüm yabancı (!) sözcükleri atalım, her şeye Türkçe karşılık bulalım demek ne derece doğru? Tüm bu sözcükler bizi biz yapan dilimizi oluşturuyor. Dışlayarak bir yere varamayız hiç birini. Hepsi bizden, hepsi bizim, hepsi birer şeker...

Şekerin "kelimesi" bu kadar lezzetliyken kendisini bir düşünün! Akide, bonbon, çikolata, Mevlana, lolipop... Sütlü, çikolatalı, tereyağlı, çilekli, kahveli, naneli... Kırmızısı, pembesi, kahverengisi... Okudukça bile insanın iştahı açılıyor. Zengin bir şeker kültürümüz var vesselam. Bir şekerci dükkanın girip büyülenmemek olanaksız.

İçine konulan kaba bile kendi isminden bir parça yadigar bırakan şeker, parlak kağıtlarıyla da meşhurdur. Sanki az sonra karşılaşacağımız sarayın kırmızı halısıdır şeker paketleri. Parlak yapılır ki, nazar okşasın, haşmetli olsun .



Kapıyı çalar bayram boyunca çocuklar. Şeker toplamaya çıkarlar cümbür cemaat. "Mahalleliğini koruyan mahallelerde" bir kuraldır adeta çocuklar arasında. Şeker vermek adettendir, çocukları sevindirmek...

Bayramın törensel havası sanki şekere düzenlenmiştir. Kolonya dökülür ya, ferahlatmak içindir konuğu. Şekerden önce hazırlıktır. Şekerin güzelliği karşısında bayılmaması için belki, bilinmez.

Şeker, her şeye rağmen umudunu kaybetmeyen yurdumun bir dayanağıdır. Alıp götürseniz belki, hayat tökezler. Çocukların gülümsemediği bir yerde umuttan söz edilebilir mi?

Şeker gibi kokular burnunuzdan, şeker kağıtlarının hışırdama sesi kulağınızdan, şeker paketinin gıcır gıcırlığı elinizden, şeker gibi kelam dilinizden, en önemlisi de şeker tadı ağzınızdan eksik olmayan bir bayram diliyorum hepinize, hepimize...

Şeker bayramınız kutlu olsun !

6 Eylül 2010 Pazartesi

Siyah Süt - ELİF ŞAFAK

"Siyah Süt, cesur, şaşırtıcı, tılsımlı bir roman. Bunca kötülüğün ortasında, bize umut veriyor Elif Şafak, dayanabilmek ve sonra hayata, bir mucize gibi, yeniden başlayabilmek için."

-Selim İleri

Hangi yazar kitabının okunurken unutulmasını ister? Olsa olsa Elif Şafak gibi "çılgın" yazarlar. Cesaret ve bilgi ister çılgınlık. Çılgınlık yapmak insanı bir adım öne çıkarır. Bahsettiğim "cahil cesareti" denilen türden değil tabii. "Son tahlilde" bilgisizlerin çılgınlığı, uçuruma atılan bir adıma benzer fikrimce...

Bahsettiğim kitap Siyah Süt. "Bu kitap okunur okunmaz unutulmak için yazıldı, suya yazı yazar gibi..." düsturuyla başlayan ve bir dönem - pek de eskilere gitmenize gerek yok, iki-üç yıl önce - listeleri alt üst eden kitap. Elif Şafak külliyatını devirme maceramın altıncı kitabı.

Dün merakla başladım kitaba. -Çok değil- bir-iki saat önce de bitirdim. Pamuk şekerini az önce büyük bir hevesle yalayıp yutmuş bir çocuk gibi kalakaldım. Elimde her baktığımda bir yandan bittiği için üzüldüğüm, bir yandan enfes tadını hatırlayıp güldüğüm bir tahta çubuk var sanki. Öyle alışmışım ki...

"Kat üstüne kat inşa eder gibi biriktirerek okumak yerine, daracık bir depoya yeni bir şey koyabilmek için daha evvel orada olan eşyaları boşaltır gibi okunmalı her sayfa..." demişti taa en başta Elif Şafak. Öyle okudum okumasına ama depoya koyacak malzeme kalmayınca ne olacka peki? Anlayacağınız ufak bir depresyon vakası geçirdim. Benimki "postnatal depresyon" kadar kelli felli olmasa da , elimizdekiyle idare edeceğiz ne yapalım?

"Postnatal? O da ne ki?" dediğinizi duyar gibiyim. Bilmeyenler için ufak bir not: Postnatal depresyon (diğer adıyla postpartum depresyon) hamilelerde doğumdan sonra ortaya çıkan, her 17 kadından birinde görülen bir durum.

"Ne alakası var? Tıp fakültesinde miyiz? Doktorlar dizisi yeniden başlayacakmış, ona mı hazırlanıyoruz?" dediğinizi duyar gibiyim. ( Bu aralar da çok "duyar gibiyim", hayırlısı olsun... ) Kitabımız, Elif Şafak'ın kızı Şehrazat Zelda'ya hamileliği sürecini, ve sonrasındaki postnatal depresyonunu anlatıyor. Otobiyografik roman kategorisinde Siyah Süt.

Siyah Süt adına gelince... Kısaca özetlemek gerekirse eski inanışa göre loğusaya cinler musallat olurmuş. Loğusaları korumak için önlemler alırmış kadınlar. Loğusanın çıngıraklı, çörekotu torbalı, nazar boncuklu yatağına cinler dadandı mı çan çalırmış evvela. Kırmızı alarm! İpin bir ucuna cinler, bir ucuna yaşlı kadınlar asılırmış. Çek babam çek! Kırk gün sürermi bu mücadele , tastamam kırk gün. Ya kadın kırkını çıkaramazsa? O zaman sütü çürürmüş kadının. Kararırmış sütü. Sütüyle beraber yüreği de çürürmüş, evlerden uzak...

"Okuma yöntemi" adlı ilk bölümde bunları öğreniyoruz. Elif Şafak'ın bu ve benzeri kadınlık hallerinin yazılıp çizilmemesi hakkında görüşleri var ardından. Siyah Süt başlığı gözüküyor ufukta, tüm okurları kucaklamaya hazır ve nazır.

İlk olarak Elif Şafak'ı depresyon günlerinde görüyoruz. Müthiş bir anlatım var. Sonra Elif Şafak "o kadının" kendisi olduğunu itiraf ediyor. Ardından da şöyle sesleniyor:

"Bu kitap belki "niye" değil ama "nasıl" o hale geldiğimin hikayesidir. Bir de kuyulardan, tünellerden çıkış yollarının..."

Ve 2003 yılı, Ada vapuru, öğle vaktindeyiz. Ardından da farklı mekanlar, farklı vakitlerde. Siyah Süt kitap boyu kah orada kah burada gezdiriyor. Yazarın ruhu gibi kitabın ruhu da göçebe anlayacağınız.

Yolculuk sadece oraya buraya değil. İçine, iç dünyasına da yolculuğa çıkıyoruz Elif Şafak'ın. Ve tam bu arada kitap boyu ufak ufak tanışıyoruz ufak tefek kahramanlarla...



Elif Şafak'ın içindeki sesler korosu: Hırs Nefs Hanım, Pratik Akıl Hanım, Sinik Entel Hanım, Anaç Sütlaç Hanım, Saten Şehvet Hanım başlıca üyelerinden bu koronun. Askında hepimizde böyle korolar var. Farklı hallerimizi yansıtan bizi bazen "iki arada bir derede" bırakan iç seslerimiz. Kiminin vicdanının sesi, kiminin içindeki sesler korosu, kiminin omuzundaki iki melek. Velhasıl kelam, kaynaşmak kolay oluyor. Bu keyifli karakterlerin maceraları da hem masalımsı hem de bir o kadar gerçek. Elif Şafak bizi masal gerçek içinde, gerçek masal içinde, ortaya karışık bir dünyada anlatıyor olanları.

Bir bölüm Elif Şafak'ın içindeysek bir bölüm dışındayız. Kah ada vapuru kah Adalet Ağaoğlu'nun evinde çay sohbeti ya da Elif Şafak'ın kadınlık - yazarlık ilişkisini sorguladığı, anne-yazarları araştırdığı, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman düşündürücü hikayelerinde buluyoruz kendimizi. Bu keyifli yazılardan hayali bir karakter olan Fuzuli'nin bacısından, Virginia Woolf'a, Lev Tolstoy'un karısı Sofya'dan, Zelda Fitzgerald'a ( Şehrazat Zelda'nın adının kaynağı), hatta Halide Edip Adıvar'a kadar geniş bir yelpazede birçok kişiyle karşılaşıyoruz.

Bölüm adlarıi, ufak şiirler, alıntılar keyifle okuduğum ayrıntılar. Elif Şafak'ın metinden bağımsız maddeler yazma sevdası "Evde Kalmış Kız Manifestosu"yla çıkıyor karşımıza bu defa. Bu sefer dağınık değil, tek bir bölümde ama.

Betimlemelere bayılan ben, Boston sonbahar betimlemesini okuyunca, bir kez daha Elif Şafak'a hayran kaldım.

Kitabımızın ilginçlikleri saydıklarımla sınırlı değil. Kitabın sonunda "Poton kimdir? Onu nasıl tanırız? , Postpartum testi, tedavi yöntemleri ..." gibi değişik bölümler yer alıyor. Tedavi yöntemlerini okuyunca, ilaç prospektüslerini yazarların yazması halinde olacakları düşünmedim değil :)

Siyah Süt aynı zamanda usta karikatürist Latif Demirci'nin karikatürlerini içeriyor. Bilhassa içimden sesler korosunun çizimleri oldukça hoş. Başlangıçta Latif Demirci'ye teşekkürlerini sunup, ardından Lewis Carrool'un Alice'inden: "İçinde resimler ya da konuşmalar olmayan bir kitabın kime ne faydası var?"  sözleriyle karikatürleri kitaba tam anlamıyla adapte ediyor.

Kapak tasarımı süt dolu biberon resminin içindeki Elif Şafak karikatürü ve siyah arka plandan oluşuyor. Çarpıcı ve albenili bir kapak. İçini yansıtmaya başarıyor. Meraklısına, bu da eski kapağı :




Bu keyifli ve hayatın içinden kitabı okumanızı "çok ama çok" tavsiye ediyorum. Bilhassa Elif Şafak severlerin başucu kitabı olacak kıvamda. Her zamanki gibi Elif Şafak, karikatürleri için Latif Demirci'ye ve DK'ya teşekkürlerimi sunuyorum.

Puan: 5 üzerinden 5.

Edebiyatla kalın...

Kubilay

5 Eylül 2010 Pazar

Mutlu Bir Haber!


Herkese Merhabalar!

Kontrast sizlerin desteğiyle, yorumlarınızla, dostluğunuzla ilerlemeye devam ediyor. Böyle mutlu bir ilerleyişe de mutlu bir haber yakışır!

Artık Kitapkolik.net 'te de kitap eleştirilerim yayınlanmaya başladı. İlk yazımı buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Bana ilk günden beri destek veren herkese teşekkürlerimi sunarım.

Kontrast tüm hızıyla devam edecek.

Edebiyatla kalın!

3 Eylül 2010 Cuma

Süt, Nezle, Siyah Süt ve Düşünceler...


İki gündür bir "kırıklık" var üstümde. Kırıklık... Bu kelimeyi oldum olası sevmişimdir. Sanki kırıklık "Hastayım!" demekten katbekat iyidir. Moral bozmaz bir kere, ki önemlidir moral. Velhasıl "placebo" etkisi sağlar, kendini iyi hissettirir.

Yanımda onlarca kullanılmış mendilin oluşturduğu yığınların ortasında sol elimde Elif Şafak'tan Siyah Süt, sağ elimde her derde deva, binbir pâre şifa sıcacık sütüm. Daha önce kadim dostum çayla çok kitap okumuşluğumla var ama süt efendiyle ilk randevumumuz.İronidir ki Siyah Süt'e kısmet oldu...

Süt, çay gibi çığırtkan değil. Munis bir yavrucak. Anne şefkatini anımsatır bana. Kucaklayıcıdır çünkü içini ısıtır, çabucak iyileştirir. İyi hissettirir... Boğazımdan ılık ılık akarken sıcacık sütüm, "annelik" geliyor aklıma. Siyah Süt'ten satırlar uçuşuyor aklımda.


Slyvia Path, Ay-Kadın Sofya geliyor aklıma. Kendini ellerinde geldiği ölçüde anneliğe adamış kadınlar. Biri yazar, diğeri ise yazar eşi. Elif Şafak iç muhakeme yaparken aklına geliyor bütün bunlar. Zor zanaat annelik, Slyvia Path'in hazin öyküsü ve Ay-Kadın Sofya'nın fedakarlığı sadece. Dünyanın dört bir  köşesinden farklı kökenden anneler var. Farklı mizaçtan, farklı dinden ... Hepsi ortak bir paydada birleşiyor: Annelik.

Süt bitti bu sırada. Çay gibi dahasını istemiyorum, ayrılığa hüzünle bakıyor sadece. Kendi içinde yaşıyor mutsuzluğunu. Kopuyorsa içinde kopuyor fırtınalar. Kimseyi huzursuz etmemeye çalışıyor ....

Annem giriyor içeri. Dizine yatıyorum. Annemin kokusu... Nerede olursam olayım beni güvende hissetiren koku. Biten sütün hüznüne ortak olup, teselliyi annemin kokusunda buluyorum.

Düşünceler yine uçup gidiyor. Bir hay huy almış başını. Benim içimde de bir "içimden sesler korosu" var galiba.Ya da kırk tilki mi desek?

Mendil yığınlara bakarak, bir an önce iyileşmek istiyorum.

"Ağustos'un başlarında kaleme aldığım bir yazı, yayınlamak bugüne nasip oldu. Keyifli okumalar!"

1 Eylül 2010 Çarşamba

Kitap Kazanma Aşkı :)


Son zamanlarda bir kitap kazanma aşkına tutuldum. Nerede bir yarışma var, tıkla! Hepsinin sonuçlarını dört gözel bekliyorum beklemesine ama çoğunda kazanamadığımı görünce üzülüyorum :( O "kazananlar" listesi var ya... Hepsine sinirle bakıyorum :) Kıskançlık her an her yerde!
  • Altın Kitaplar, Agatha Christie Özel Etkinliği'ne davetiye kazandıran yarışmasına...
  • Can Yayınları kitap ödüllü yarışmasına...
  • CNBC-e Dergi'si Yaz Özel Sayısı'ndaki Agatha Christie çizgi romanı ödüllü yarışmasına...
  • Ve son olarak da Kitapkolik.net'in kitap ödüllü yarışmasına katıldım.


adreslerinden siz de katılabilirsiniz.

"En güzel hediye kitap!" derler ya, bence çok doğru!

Dostlarından hediye kitap almak daha güzel ama yarışmadan almanın da ondan aşağı kalır tarafı yok! Kazanırsam ilk size haber vereceğim.

Not: Bu arada yazılarımı takip eden blogcu arkadaşlara duyrulur, sizlerden de ufacık da olsa hediyeler bekliyorum :) Minicik bir hediye bile beni havalara uçurmaya yeter.

Edebiyatla kalın!

Kubilay

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç / Melek Sanmıştım Şeytanı - HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR

"Halamın yıldızı !"

Uzun zamandır oturup şöyle güzelim bir Türk klasiği okumamıştım. Hazır tatildeyiz kafamızda binbir türlümeşgale cirit atmazken, sindire sindire bir klasik okumak boynumuz borcu sonuçta. Ben de kış sezonunda aldığım ama "dolu kafa sendromu"ndan okuyamadığım Kuyruklı Yıldız Altında Bir İzdivaç'a başlayayım dedim.

" Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç / Melek Sanmıştım Şeytanı" adıyla Everest Yayınları'ndan çıkan kitapta:
  • Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç
  • Melek Sanmıştım Şeytanı
  • Şehirde Bir Şekavet
  • Allah Gönlüne Göre Versin
  • Misafir
  • Dağların Şenliği
  • Ahlak Humması
  • Asansör
isimli hikayeleri içeriyor.
Uzun zamandır hikaye de okumadığımda Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç bende kadim bir dostla karşılaşmış hissi uyandırdı. Günümüzde roman vitrinlerde ne kadar çok boy gösterse de, kısa ve öz öykü yazıcılığının daha zor ve usta işi olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Kitap sekiz öyküden oluşuyor, yalnız ilk iki öykü daha kapsamlı bir içeriğe sahp.
Her öyküden kısa kısa bahsedeceğim :

  • Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç: Dünyaya çarpması beklenen Halley kuyruklu yıldız bu felakete yol açmaz ama içinden deniz geçen şehirde epey bir çalkantıya neden olur. Kahramanımız devrin anti-feministleriden İrfan Galip'in kadınlara kin dolu yaklaşımı nedeniyle onları Halley hakkında korkutmak için verdiği konferanslar İstanbul kadın ahalisinin ayrıntılı tahlilini sunarken, her ne kadar kadın düşmanı tavır sergilese de mektupla konuştuğu bir kadına tutulan İrfan Galip'in mektuplarında İstanbul aydın ahalisini seyrediyoruz. Mizahi bir anlatıma sahip olan kitap bilimsel bilgiler de barındırıyor ve yazarın önsöz-sonsözüyle yayına sunulmuş. Özellikle mahalledeki kadın diyologları çok başarılı.
  • Melek Sanmıştım Şeytanı: İç güveysi Hüsnü'nün "evlilik denen tekdüzelik"ten sıkılıp evin hizmetçisiyle yaptığı kaçamak ve bunun sonucunda yaşadığı olaylar çerçevesinde bir öykü. Aldatma unsurunu kadın ve erkek yönleriyle inceleyen H.R. Gürpınar adeta ustalığını sergilemiş.
  • Allah Gönlüne Göre Versin: Zengin-fakir uçurumunu gösteren hikaye bize kıssadan hisse sunuyor.
  • Şehirde Bir Şekavet: I.Dünya Savaşı yıllarında devlet denetiminin ortadan kalkmaasıyla sıradan halkın yaşadığı acılardan yalnızca birini anlatan bir hikaye.
  • Misafir: Günümüzde de aynen yaşanan misafir - evsahibi ilişkisini "ağlanacak halimize gülüyoruz" tarzıyla anlatıyor.
  • Dağların Şenliği: Yazarın hayvan sevgisinden yola çıkıp, insanın hayvani yönlerini anlatıyor.
  • Ahlak Humması: Aşk-ı Memnu, Sözde Kızlar ve daha nice romanda olan olayların nedenini aldatan ve aldatılan bir kadının tespitleriyle gözler önüne seriyor.
  • Asansör: Efendi - hizmetçi sistemini eleştiren, bir hizmetçinin gözünden yaşadığı zorlukları anlatan, zenginin her daim zengin, fakirin her daim fakir olduğunu gösteren bir hikaye. İsmini aldığı asansör olayı ise okunmalı, buruk bir gülümsemeyle...

Elimden geldiğince sizi hikayeler hakkında bir fikir sahibi yapmaya çalıştım. Eğer sizinde dikkatinizi çektiyse her hikaye toplumsal bir sorunukonu ediniyor. Bir başka ayrıntıysa H.R. Gürpınar'ın her hikayenin arka planınına ince ince işlediği kadın-erkek eşitliği. H.R. Gürpınar kitaplarındanki ilk deneyimimin sonucu şu: H.R. Gürpınar halkın içinden bir yazar. Bizi bize bizle bizce anlatıyor. ( Öyle bakmayın bu tumturaklı ifadeyi fazlasıyla hak ediyor... )
Everest Yayınları kitabı gençler için sadeeleştirerel basmış. Sadeleştirmenin doğruluğu tartışılır. Kitaba ilginin artması açısından iyi bir hamle olabilir ama sanatsal dile sıra gelince, uygulamanın artıları kadar eksileri de ortaya çıkıyor.
Kuyruklu Yıldız Altında bir İzdivaç sadeleştirlmesine rağmen güçlü bir anlatım özelliğine sahip. Şaheserinden dolayı Hüseyin Rahmi Gürpınar'ı sonsuz saygı ve takdirle anıyoruz.
Kapak tasarımı hoş ve sade. Zaten kendini kanıtlamış kitap statüsüne girdiğinden kapak tasarımının o kadar da önemli olduğunu zannetmiyorum.

Bu arada Halley Kuyrukluyıldızı'nın 1910 yılında çekilmiş bir fotoğrafını vermeden geçemeyeceğim. O olmasaydı bu hikaye olmayabilirdi, teşekkürler Halley :)

Usta Türk Edebiyatı yazarlarımıza puan vermiyorum, onlar puanların katbekat fazlasına layık.
Edebiyatla kalın.

Kubilay

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Elif Şafak'ı Tanımak : "Kurgunun Politikası" Konuşması


Takip ettiğim blogların son gönderilerine göz gezdirirken Ayşe'nin Kitap Kulubü 'nde en sevdiğim yazar Elif Şafak'ın TED : Ideas Worth Spreading ( Yayılmaya değer fikirler ) adlı platformdaki "Kurgunun politikası" konuşmasına rastgeldim. Hemen annemi çağırdım - annem de benim gibi Elif Şafak'ı severek takip edenlerden -ve birlikte konuşmayı baştan sona izledik. (Dipnot: Videonun subtitle özelliği harika, Türkçe altyazı sayesinde rahatça izledik. ) Ve tek kelimeyle hayran kaldık. Akıcı İngilizcesiyle bizi büyüleyen Elif Şafak, seyirciler üzerinde büyük bir hakimiyete sahip. Usta hikayeci Elif Şafak usta hitabetçi sıfatını da layığıyla hak ediyor. 20 dakikalık konuşma boyunca tüm seyirciler pür dikkat izlemiş, biz de öyle tabii. "Bir yazarı yaptığı konuşmadan tanıyabilir misiniz?" sorusuna koca bir evet diyebilirsiniz bu konuşmayı izledikten sonra. Tam anlamıyla kendini ifade etmiş Elif Şafak. Düşündüklerini ve dünya bakışını o kadar güzel anlatmış ki...


Konuşmaya kendi hayatından kesitler sunarak başlayan Elif Şafak, anneannesinin mistik kişiliğinden bahsediyor gülümseyerek:

"Aslında, iki ayrı çeşit kadınlığı gözlemleyerek büyüdüm. Bir tarafta annem vardı, iyi eğitimli, laik, modern, batılılaşmış bir Türk kadını. Diğer tarafta ise yine beni büyüten ve daha ruhani, daha az eğitimli ve kesinlikle daha az akılcı olan anneannem vardı. Bu kadın geleceği görmek için kahve telvelerini okuyan ve nazarı defetmek için kurşunu gizemli şekiller alacak şekilde eriten biriydi.
Anneannemin çok ziyaretçisi olurdu; yüzlerinde ağır sivilceleri veya ellerinde siğilleri olan kişiler. Her defasında anneannem Arapça bazı kelimeler mırıldanır daha sonra da kırmızı bir elmaya yok etmek istediği siğil sayısı kadar gül dikeni saplardı. Sonra da tek tek bu dikenleri siyah bir mürekkeple çember içine alırdı. Bir hafta sonra hasta kontrol için geri gelirdi. Şimdi, bilim insanlarının ve akademisyenlerin olduğu bir seyirci topluluğu önünde böyle şeyler söylememem gerektiğinin farkındayım, ama gerçek şu ki, ciltlerindeki rahatsızlıklardan dolayı anneannemi ziyaret eden bu kişilerden bir tanesinin bile mutsuz ya da iyileşmeden gittiğini görmedim. Anneanneme bunu nasıl yaptığını, duaların gücüyle mi alakalı olduğunu sordum. Cevap olarak bana "Evet, dua etmek etkilidir. Ama çemberlerin gücüne de dikkat etmelisin" dedi.
Bu ondan öğrendiğim nice kıymetli dersten bir tanesidir. Eğer hayatınızda bir şeyi yok etmek istiyorsanız, bir sivilceyi, bir lekeyi veya bir insan ruhunu, bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemek. İçeride kuruyup kalacaktır."

Elif Şafak'ın hayal gücünün ve mistik yanının anneanesinden miras kaldığını tahmin etmek zor değil :) Anneannesinin anlattıklarından müthiş bir ders de çıkarıyor. Kıvrak zekasını kullanarak...
"Anneannem gibi kadınların Türkiye'de yaptıkları bir başka şey de aynaları kadifelerle örtmek veya ters çevirerek duvara asmaktır. Bu eski bir doğu geleneğidir. Bir insanın kendi yansımasına uzun süre bakmasının sağlıksız olduğu bilgisinden beslenen bir gelenektir. İronik olan, benzer fikirleri paylaşan cemaatlerde yaşama eğilimi günümüzün globalleşen dünyasındaki en büyük tehlikelerden biridir. Ve bu heryerde yaşanan birşey, liberallerde de, muhafazakarlarda da, agnostiklerde de inançlılarda da, zenginlerde de fakirlerde de, doğu'da da batı'da da... Benzerliklerden/ayrılıklardan hareketle kümelenme ve daha sonra da diğer insan kümeleri hakkında önyargılar üretme eğilimindeyiz. Benim fikrime göre, bu kültürel getto'ları aşmanın yollarından biri hikayet anlatma sanatıdır. Hikayeler sınırları yıkamaz ama mantık duvarlarımızda küçük delikler açabilir. Bu deliklerden bakarak Öteki'ni görebilir, hatta zaman zaman gördüğümüzü sevebiliriz. "

Farklılıkların ve kontrastların bizi ve ruhumuz beslediği, zenginleştirdiği gerçeği Elif Şafak'ın temel prensiplerinden. Öykülerle farklı dünyalara kapılar geçmek ve önyargılarımızı yıkmak gerçekten de günümüz dünyasının vazgeçilmez ihtiyacı.

"Evde sürekli hikayeler anlatıyordum, bu iyi bir şey, ama bunları hayali arkadaşlarıma anlatıyordum, bu pek iyi değildi. İçine kapanık bir çocuktum; renkli boya kalemleriyle iletişime geçecek ve çarptığım objelerden özür dileyecek boyutta. Annem de gün gün yaşadıklarımı ve duygularımı yazmamın bana iyi gelebileceğini düşünmüştü. Ama annemim bilmediği bir şey vardı: hayatımı son derece sıkıcı buluyordum ve yapmak istediğim en son şey kendim hakkında yazmaktı. Bundan ziyade, kendim yerine başka insanlar ve yaşadıklarım yerine hiç olmamış şeyleri yazmaya başladım. İşte kurgu yazmaya karşı tutkum bu şekilde başlamış oldu. Yani en başından beri, kurgu benim için otobiyografik bir dışavurumdan ziyade öte dünyalara, başka olasılıklara yapılan aşkın bir yolculuktu. "


Elif Şafak hakkında bilmediğim bir leyi öğrenmek ne güzel! Çarptığı objelerden özür dileyen minik Elif'in ileride hoşgörülü ve kimseyi incetmeyen yazar Elif Şafak olacağı belliymiş. "Adam olcak çocuk..." derler ya :)

İnsanın kendi hayatı monoton gelir genelde. Elif Şafak da bunu yaşamış ve başkalarının öykülerini yazmaya karar vermiş. Kurgu yazmaya böyle başlamış. Bu konuda aynı fikirdeyim, başkalarının hayatlarını yazmak daha eğlenceli.

"Bazı çocuklar bana seyretmemiş olduğum "Geceyarısı Ekspresi" filmi hakkında sorular soruyorlardı. Günde kaç sigara içtiğimi sorguluyorlardı, çünkü bütün Türklerin sigara tiryakisi olduğunu sanıyorlardı. Kaç yaşından sonra başımı kapayacağımı merak ediyorlardı. Bunların ülkem ile ilgili en temel üç klişe olduğunu da bu şekilde öğrenmiş oldum; politika, sigara ve başörtüsü."

Türkiye hakkında önyargıları hüzünle anlatan Elif Şafak, yurtdışında yaşayan Türk çocuklarının üzerindeki baskıyı gözler önüne seriyor.

"1999'da deprem İstanbul'u vurduğunda oradaydım. Sabahın üçünde koşarak binadan çıktığımda, sokakta gördüğüm bir şey hızımı kesti. Mahallenin bakkalı oradaydı -- huysuz ve alkol satmayan yaşlı bir adam vardı marjinal tiplerle konuşmazdı. Uzun siyah bir peruk takmış ve rimelleri akmış bir transseksüelin yanında oturuyordu. Adamın sigara paketini açıp titreyen elleriyle bir tane de ona uzatmasını seyrettim. Ve depremin olduğu gece ile ilgili aklımda kalan temel görüntü budur -- muhafazakar bir bakkal ile ağlayan bir travestinin kaldırımda yan yana sigara içişleri. Ölüm ve yıkım ile yüzleştiğimizde dünyevi farklılıklarımız buharlaşır, ve bir kaç saat için bile olsa hepimiz Bir oluruz. Ama ben her zaman hikayelerin de benzer bir etkisi olduğuna inanmışımdır. Kurgunun bir deprem kadar gücü olduğunu söylemiyorum. Ama iyi bir roman okuduğumuzda, kendi küçük apartman dairelerimizi arkamızda bırakıp daha önce hiç bir araya gelmemiş olduğumuz, hatta belki de ön yargılı olduğumuz kişileri tanımak için tek başımıza geceye dalarız."

Depremlerde, afetlerde, kısacası zor anlarda insanların birleştiği gerçeğini çarpıcı bir örnekle anlatıyor Elif Şafak ve depremlere gerek olmadan da farklılıklara hoşgörülü bakış açısını kitaplarla yakalayabileceğimizi söylüyor. Kitapların büyülü gücü...

"Bundan kısa süre sonra, önce Boston sonra da Michigan'a bir kadın kolejine gittim. Bu yolculukları coğrafi bir değişimden ziyade dilsel bir değişim olarak yaşadım. İngilizce roman yazmaya başladım. Göçmen, mülteci veya sürgün değilim. Öyleyse bunu neden yaptığımı soruyorlar. Ama diller arasında seyahat etmek bana kendini yeniden yaratma şansı veriyor. Türkçe yazmayı çok seviyorum, bana göre çok şiirsel ve duygusal bir dil. Ve İngilizce yazmayı da seviyorum; benim için matematiksel ve zihinsel. Yani her bir dil ile farklı bağlarım olduğunu hissediyorum."

Konuşmanın bu bölümünde sıklıkla karşılaştığı bir soru olan "Neden ingilizce yazıyorsunuz?" sorusuna bir kez daha cevap veriyor. Gerçekten de öyle her dil insanı farklı diyarlara sürükleyen birer kapı...

"2005 yılında kurgusal karakterlerimin konuşmaları yüzünden mahkemelik olduğumda bunu ilk elden deneyimlemiş oldum. Bir Ermeni ve bir Türk ailesinin hikayesini kadınların gözlerinden anlatan, yapıcı, katmanlı bir roman yazmak istedim. Ama hakkımda dava açılınca benim mikro hikayem bir makro meseleye dönüştü. Ermeni-Türk çatışmasını yazdığım için kimileri beni yerdi, kimileri övdü. Oysa her iki kesime de bunun sadece bir kurgudan ibaret olduğunu anımsatma gereği hissettiğim zamanlar oldu. Sadece bir hikayeydi. Ve "sadece bir hikayeydi" derken işimi küçümsüyor da değilim. Ben edebiyatı kendisi için sevmek istiyorum, bir araç gibi görmek değil.
Yazarların politik görüşleri olabilir, hatta iyi politik romanlar da yazılabilir ama edebiyatın dili ile siyasetin dili aynı şey değildir. Chekhov, "Bir problemin çözümlemesi ile aynı problemi doğru bir şekilde sorabilmek tamamen iki farklı meseledir." demiştir. "Ve sadece ikincisi sanatçının yapabileceği bir şeydir." Kimlik politikaları bizleri böler, hikayeler ise birleştiriyor. Birisi kallavi genellemelerle ilgileniyor. Diğeri ise nüanslarla. Biri sınırlar çiziyor. Diğeri ise hudut tanımıyor. Kimlik politikaları katı tuğlalardan örülüyor. Edebiyat ise akan bir su gibi. Osmanlılar döneminde "meddah" adı verilen seyyar hikaye anlatıcları vardı. Kahvehanelere gider, izleyicilerin önünde hikayeler anlatırlar, çoğu zaman doğaçlama yaparlardı. Hikayedeki her yeni karakterle birlikte, meddah sesini değiştirir, o karakteri canlandırırdı. Herkese açıktı, herkes seyredebilirdi -- sıradan insanlar, hatta Sultan bile, müslümanlar ve Gayrimüslimler. Hikayeler sınırların ötesine geçer. Tıpkı Orta Doğu'da, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Asya'da çok yaygın ve popüler olan "Nasreddin Hoca" hikayeleri gibi. Bugün de dün olduğu gibi, hikayeler sınırları aşmaya devam ediyorlar. Filistinli ve İsrailli politikacıları konuştuğunda genellikle birbirlerini dinlemiyorlar. Ama Filistinli bir okur Yahudi bir yazarın kitabını hala okuyor ve Yahudi bir okur da Filistinli yazarınkini, empati kurarak. Edebiyatın bizi daha da öteye taşıması lazım. Eğer bunu başaramazsa zaten iyi bir edebi eser değildir. "


"Baba ve Piç" kitabı önyargılı insanlar tarafından yanlış anlaşılmıştı. Bence konuşmanın bu bölümü onlar için en iyi cevap. Fazla söze gerek yok...

"Kitaplar beni bir zamanlar olduğum o içine dönük çocukluktan kurtardılar. Ama onları putlaştırma tehlikesinin de farkındayım. Şair ve mistik Rumi ruhsal eşi Şems-i Tebrizi ile karşılaştığında, Şems’in ilk yaptığı şeylerden birisi Rumi'nin kitaplarını suya atmak ve harflerin yok oluşunu izlemek olmuştu. Sufiler şöyle der, "Sizi kendinizden öteye götürmeyen bilgi cehaletten beterdir." Bugünün kültürel gettolarının sorunu bilgi eksikliği değil. Birbirimiz hakkında çok şey biliyoruz ya da bildiğimizi sanıyoruz. Ama bizi kendimizden daha öteye götürmeyen bilgi bizi elitist yapıyor, mesafeli ve uzak. Çok sevdiğim bir metafor var; Bir pergel gibi çizerek yaşamak. Bilirsiniz, pergelin bir bacağı sabittir ve yere kök salmıştır; ama bu arada diğer bacağı sürekli hareket ederek büyük bir çember çizer. Ben kendi edebiyatımı da buna benzetiyorum. Bir ayağım istanbul'da güçlü Türk kökenimle duruyor. Ama diğer bacağım dünyayı geziyor, farklı kültürler arasında köprüler kuruyor. Bu açıdan, kurgularımın hem bölgesel hem de evrensel, hem buradan hem de heryerden olduğunu düşünmeyi seviyorum. "

Elif Şafak mistik ruhunu yansıtmasının ardından, köklerinden kopmadan dünyaya açıldığını vurguluyor. Pergel örneği tam anlamıyla olayı yansıtıyor.

"Aranızda İstanbul'u bilenler büyük ihtimalle Topkapı Sarayı'nı da görmüşlerdir, 400 yıldan uzun bir süre boyunca Osmanlı Sultanları orada ikamet etmişlerdi. Sarayda, en gözde cariyerlerin bulunduğu bölmelerin hemen dışında binaların arasında "Cinlerin Meşveret Yeri" denilen bir yer vardır. Bu kavram benim çok ilgimi çekiyor. Birşeylerin arasında kalan bölgelere bizler genellikle pek güvenmeyiz. Onları belirsizlik simgesi olarak alma ve dumansız ateşten yapılmış Cin denilen doğa üstü yaratıklara ait bölgeler olarak görme eğilimindeyiz. Ama bence biz yazar ve sanatçıların en çok da böyle aradalıklara, belirsiz bir bölgeye ihtiyacı var. Kurgu yazdığımda ben bu belirsizliği ve değişkenliği sevgiyle kucaklıyorum. 10 sayfa sonra neler olacağını bilememekten zevk alıyorum. Karakterlerim beni şaşırttıklarında mutlu oluyorum. Bir romanımda Müslüman bir kadının hikayesini yazabilirim. Ve bu belki de çok mutlu bir hikaye olur. Bir sonraki kitabımda ise Norveçten yakışıklı ve gay bir profesörü yazıyor olabilirim. Kalpten geldiği sürece, her şey veya herhangi bir şey hakkında yazabiliriz."
Her kitabında bizi sürprizlerle karşılayan Elif Şafak, belirsizliklerden hoşlandığını bahsediyor. Bir yere takılıp kalmıyor zaten, herkesi anlatıyor şişmanı da zayıfı da, Müslümanı da Gayrimüslimi de, mutluyu da mutsuzu da...

Konuşmanın son bölümü ise herşeyi özetliyor:

"Sonuçta, hikayeler dönen semazenler gibiler, çember ötesi çemberler çizerler. Kimlik politikalarını aşarak tüm insanlığı birleştirirler. Ve bu da iyi haber. Eski bir Sufi şiiri ile bitirmek istiyorum.

"Gelin tanış olalım;
İşi kolay kılalım;
Sevelim sevilelim;
Dünyaya kimse kalmaz. "

Teşekkür ederim."

Bir yazarı konuşmasından tanımak bu olsa gerek.

Meraklısına not:

TED, dünyanın en ilginç konusmacılarını ve konularını biraraya getiren, New York ve Vancouver merkezli bir yapılanma. Denizlerin derinliklerindeki bilinmeyenlerle nükleer santral yapımını veya terör örgütlerini bir arada buluşturabilen ve kolay kolay bulunamayacak bilgileri su üstüne çıkaran olağanustu bir program.


Konuşmanın tam metnini ve TED sitesini de buraya tıklayarak bulabilirsiniz.

Edebiyatla kalın...

Kubilay

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...