26 Ocak 2011 Çarşamba

Araf - ELİF ŞAFAK


Son. Kitap bitiyor. Araf... İçimdeki hüzün kitaptakiyle el ele tutuşup şen şakrak eğlenirken, ben tam anlamıyla boşluğa düşüyorum, yalnızlığa:

"El-farah seb'ate eyyâm vel huzn tûlül ömr'..."
(Sevinç yedi gün sürer, hüzün bir ömür boyu...)

Araf'ın bel kemiğini Mesnevi'den bir bölüm oluşturuyor. Her şeyden önce bu hikayeyi anlatmam gerektiğini düşünüyorum:

"Yazıda bir kargayla bir leyleğin beraber uçtuğunu, beraber yemlediğini gördüm. Şaşırdım - kaldım; derken aralarındaki birlik nedir, onu bulayım diye hâllerine dikkat ettim.
Şaşkın bir halde yaklaştım. Baktım, gördüm ki ikisi de topaldı."

İşte tam da buradan yola çıkan roman, farklı kültürlerden gelmiş, mayasında "bambaşkalıklar unu" bulunan, ama ikisinde de bulunan "isimlere karşı hassasiyet, kendini terk ediş, ait olamayış, kalabalıklar içinde yalnızlık" sayesinde birbirlerine âşık olan Ömer ve Gail'in hikâyesi etrafında gelişiyor. Ana hikâyeyi bütüne erdiren asıl onlar değil tabii ki. Ömer'in ev arkadaşı, Amerika'nın şarkiyatçılığını protesto eden, milliyetçi Faslı Abed; Ömer'in bir diğer ev arkadaşı İspanyol - dini bütün Hristiyan Piyu; Piyu'nun sevgilisi, anoreksik aşçı Allegre: rengarenk kısacık saçlarıyla; lezbiyen-feminist Debra Ellen Thompson romanı oldukça etkileyen karakterlerden bazıları.

Kitabın ilk bölümünde Ömer'in içkiye yeniden başladığını, Gail'le evli olduğunu, Abed'in bu hallerin hiçbirini tavsiye etmediğini görüyoruz. Hikâye böylece bizi bambaşka bir yerinden başlatıp, en başa "sonradan" getiriyor.

Araf'taki "isim meselesi" daha kitabın başında hemen ortaya çıkıyor. Ömer Özsipahioğlu'nun Amerika'ya gidişiyle Omar Ozsıpahıoglu'na dönüşümüyle konunun ilk izlenimlerini görüyoruz. Bambaşka memleketlerin insanı bambaşka kılıklara sokmasıyla. Adının harflerini kaybeden Ömer'den sonra, Gail'in adının gerçek olmadığını, asıl adının "gebe Asur-Babil tanrıçası" anlamına gelen Zarpandit olduğunu öğreniyoruz.

Ardından sıra "Karga" bölümüne geliyor. Gail'i ayrıntılı bir şekilde inceleme şansına sahibiz bu bölümde. Sosyofobisi olduğu, çikolata ve muzdan başka bir şey yemediğini fark ediyoruz. Devam eden sayfalarda Debra Ellen Thompson'la tanışan simsiyah saçlı (karga betimlemesi burdan geliyor) Zarpandit'in feminizm hareketlerine katılışına, arkadaşlarının zoruyla psikologa gidişine ve her şeyi değiştiren "o an"a tanık oluyoruz. Bir gazeteye kendini Gail olarak tanıtıp, bizde "Güzin Abla" köşelerine tekabül eden bir bölümde iki farklı kişilikle yazı yazmaya başlamasıyla kimlik bölünmeleri adeta çığırından çıkıyor. Aynı zamanda sosyofobisinin üstesinden gelip, kendine güvenen bir insan olup çıkıveriyor.

Gail'in kopkoyu, kıvırcık ve gür saçlarının arasına kaşık takması da kişiliğini yansıtıyor. Tanrı'nın alfabe çorbasının içindeki kaşığını simgeleyen metaforu oluşturan Gail, isimleri değiştirmenin önemini unutmamak için gür saçlarının içine bundan sonra bir kaşık yerleştiriyor.

Karga bölümünde aynı zamanda Debra hakkında da ayrıntılı bir biçimde bilgi sahibi oluyoruz.

İkinci sıradaki "Leylek" bölümü önceleri sadece Ömer'in üzerinde yürümesine rağmen, roman asıl ivmesini bu bölümde kazanıyor. Leylek bacaklı Ömer'in (Leylak benzetmesinin kaynağı) Amerika'da yaşadığı uyum problemleri, zamanı normal ölçülerle değil şarkı süreleriyle ölçmesi karşılıyoruz bizi ilk olarak. Bu bakımdan kitap, bu andan itibaren adeta bir müzik çalara dönüşüyor. Ömer artık her duruma uygun bir şarkı çıkartıveriyor koleksiyonundan. Romanın en ilgi çekici kısımlarından biri de bu kanaatimce. Ardından ev arkadaşları Piyu ve Abed'le karşılaşan Ömer'in hayatının en önemli dönemeçlerinden birinde olduğunu fark ediyoruz. Yepyeni insanlarla tanışıyor Ömer. En önemlilerinden biri de Piyu'nun sevgilisi Allegre.

Allegre bambaşka bir kişilik. Adı "neşe" anlamına gelen hüzünlü karakter yeme bozukluğuna sahip. Her yediğini kusma döngüsü bana Mahrem'deki oldukça şişman bayanı hatırlattı. Aynı zamanda başarılı bir aşçı olan Allegre bu sayede karşılaşıyor Gail'le, böylece Ömer'in hayatındaki en büyük değişim için kapıyı aralayıveriyor.

Allegra gibi Abed de çok başarılı anlatılan bir karakter. Popüler kültüre, moderniteye, Amerikan Rüyası'na karşı Abed, gelgitler geçiren Ömer'in yanında gayet güçlü bir karakter portresi çiziyor. Oğlu Abed'i ziyarete gelen Zehra ve Zehra'nın yaşadığı trajikomik olaylar da romanın hamurunun olmazsa olmaz içeriği bence. Benim Elif Şafak Hanımları portfolyoma giren Zehra, anlayacağınız favori karakterim. Müslüman hoşgörüsünü de gençlere güzel bir dersle anlatan Zehra'nın laf aralarına serpiştirdiği özlü sözleri ise eşsiz. Yazımın başında verdiğim söz ve sıradaki sözler de ona ait:
  • Hıf min benî âdem es-sâkit. (Sükût eden âdem oğlundan kork)
  • Lâ tetezevvec bi imraetin aynüha zorka' velev kânet temlükü sandûkan melîyen bizzeheb. (Bir sandık altını da olsa sakın mavi gözlü kadınla evlenme.)
  • Arkadaşın bal bile olsa hepsini yeme.
  • Taşların seni tanıdığı memleket, insanların seni tanıdığı memleketten iyidir.
  • Gecenin içinde fenerle yürümek, bulutlu günden iyidir.
  • Yakındaki arkadaşın uzaktaki kardeşinden iyidir.
Dipnot olarak Zehra'nın Boston'daki kurban kesme macerasını okumanızı tavsiye ederim.

Kitabın sonunu İstanbul'a layık gören Elif Şafak, İstanbul'u öyle güzel anlatıyor ki! Bir gün İstanbul'a gitmek nasip olursa Elif Şafak'ın kaleminin etkisi büyük olacak eminim. Her taşın altında bir hikâyenin saklı olduğunu büyüleyici bir anlatımla birleştiriyor Elif Şafak.

Çikolata, kapaktan da anlaşılacağı gibi kitapta büyük önem arz ediyor. Gail'in baş yiyeceği çikolata, Tedirgin Ruh Çikolata Dükkânı'n açılmasıyla daha da önem kazanıyor. Aklıma Elif Şafak'ın kitaplarını yazdığı pastaneleri getiren bu yer, her şekilde çikolata yapıyor. Elif Şafak'ın o leziz anlatımı sayesinde kitap boyu çikolata yedim durdum. Kağıtlarını da sayfaların arasına bıraktım, bir daha sayfalara baktığımda tatlı anılarla karşılaşmak umuduyla...

Yerli yerinde karakter tasvirleri ve başarılı olay örgüsüne sahip olan Araf, Elif Şafak külliyatında bambaşka bir yer ediniyor kendine. Araf aynı zamanda gündelik konuşmaya dayalı bir anlatıma sahip. İngilizce olarak yazılan ve ardından Türkçeye Elif Şafak ve Aslı Biçen tarafından çevrilen kitap her dile de sevdalı adeta. Araf, La Tia Piedad'la (Allegre'nin büyükannesi)  İspanyolcaya, Zehra'yla Arapça'ya, birçok karakterle de İngilizceye yelken açıyor. Elif Şafak tüm bu dillerin kitabın konusundan beslendiğini söylüyor, belirtmek istedim.

Araf aynı zamanda farklı dillere de çevrilmiş. Hoş kapak tasarımlarına sahip bu kitaplardan birkaç örnek:

  


Başkalıkların, yalnızlığın, ötekinin, evinde yabancı olmanın kitabı Araf. Hüzünlü sonuyla sizi boşluğa düşürüyor. Ve düşünmeye davet ediyor.

Okumanız ve düşünmeniz dileğiyle...

Elif Şafak ve DK'ya teşekkürler.

Puan: 5 üzerinden 5.

Çikolata tadında edebiyatla kalın... 

21 Ocak 2011 Cuma

Yüreğimdeki İlk Mürekkep Damlaları...


Gözümün önünde beliriveriyor aniden. Çekip çıkarıyor beni içinde bulunduğum kaotik ruh halinden. Silkeliyor beni adamakıllı, gerçeği usulca takdim ediyor avuçlarımın içine.

Seyrek saçlarından, insanı girift çıkmazlara sürükleyen gözlerinden, ön dişinin yokluğunu cümle âleme ispat etmek istercesine gülümsediği ağzından tanıyorum onu. Durumun vahametini küçük yüreciği kaldıramamış durumdaydı onu ilk gördüğümde. Gülümsemeyle hüznün harmanlanarak oluşturduğu ifadesiydi beni kalbimden yakalayan. Adını bilmiyorum. Kim olduğu hakkında ufacık bir bilgi kırıntısı var, o da yalnızca şundan ibaret: Haitili çocuk o. Hayat seyrüseferime kilometrelerce uzaklıktan ayar çeken afacan çocuk...

Tam bir yıl geçmiş görüşmeyeli. Tam bir yıl önce olmuş Haiti depremi. Senin hayatın için önemli bir yol ayrımıydı o gün. Sayende benimki için de öyle olmuştu. Sen o gün gelecek kaygısı yaşıyordun. Çaresizlik içinde ufak bir bakış fırlatmıştın gördüğün kameraya. Anlam veremiyordun hiçbir şeye, ne yaşadıklarına ne de gördüğün herhangi bir duruma. Neden çektiklerini anlayamamıştın. Daha sonra olanları tahmin bile edemezdin. Hayatında belki de hiçbir zaman göremeyeceğin ülkelerde fotoğrafların gazete manşetlerini kaplayacak, adını sanının bilmediğin onca insan sen ve ailen için yardım toplamaya çalışacaktı. Peki ya, tahmin edebilir miydin dünyanın bir köşesinde herhangi bir insanı yazmaya teşvik edeceğini. Eline kalem alıp, bir daha bırakmayacağına söz vermesini...

Senin için yazdım ben ilk başta. Sayende tutabildim kalemi ilk defa. Mürekkep hokkasına elimi uzatabildim. Sesin olabilmek istedim, yanında olduğumu bil diye. Kelimeperest oldum ardından yazdım, yazdım ve yazdım. Arzuhalci olarak gördüm hep kendimi, yaşamın arzuhalcisi... Çoğu kez tökezlediysem de yılmadım, senin verdiğin güçle adımlar atmaya devam ettim.

Yazdım, çünkü şaşkındım. Kendimi ifade etmek zorundaydım. Suyun altında son dakikalarımı yaşıyordum adeta, boğulmak an meselesiydi. Yüreğim sızlıyordu, işe yaramazın tekiydim sanki, amaçsızca sağa sola yalpalayan bir avare.

Yazdım, çünkü zincirlerimi kırmalıydım, hep bağlı olduğum önyargıları yıkmalıydım. Nefs-i gökdelen olmamalıydım, zira yazmak hoşgörünün limanına demir atmak demekti.

Yazmalıydım, çünkü yolumu kaybetmiştim. Benliğime çıktığım keşifte yanlış limanlara sürüklenmiştim. Geleceğimin yol haritasını çıkarmalıydım bir şekilde. Belki o an bunu algılayamamıştım ama sonraları farkına vardım ki o harita bir parçam olmuştu. Yazmak benim için ihtiyaçtı artık, pusulamdı, rotamdı, yelkenlimdi, denizimdi, limanımdı, dünyamdı. Yazmak "ben"di. Kişiliğimdi, nefesimdi, kalp atışımdı.

Kitaplar hep dost oldu seyahatimde. Onlarla yazabildi bu biçare, onlarla çizebildi yol haritasını. Hayatımın yazarıyla tanıştım en önemlisi. Elif Şafak'la. Hiçbir yerde tatmadığım edebiyat zevkini buldum onda. Kelimelerin şekerpare lezzetindeki büyüleyiciliği onunla yerleştiği benliğime. Kişiliğine de hayran kaldım, örnek aldım, okudum, okudum ve okudum. Günün birinde onun gibi bir yazar olabilmeyi istedim hep. Yüreğimin mürekkebini onun felsefesiyle doldurdum usulca.

Günler geçti, hep yazdım, hep okudum. Düşündüm, yargıladım, şaşırdım, hayallere daldım, hüzünlendim, parçalandım, kahkahalar attım, durgunlaştım. Duygularımın sarkacı ilk defa bu kadar hareketli günler yaşıyordu. O gün bugündür yazıyorum hala. Daha hamım, pişmek için çok çaba sarf etsem de daha çok zaman var. Yazacağım onca yazı, okuyacağım onca kitap, göreceğim o kadar yer, tanıyacağım o kadar insan var ki... Geriye dönüp bakıyorum da iyi ki yazmışım, yazabilmişim. Hayatın anlamını iyi ki de yazmakta bulmuşum.

Sana bir teşekkür bu. Senin için yazdığım bir yazı. Biliyorum ki sen yazdıklarımı okuyamasanda yüreğinde hissedeceksin her bir kelimeyi. Senle ben yüreklerimiz vasıtasıyla bağlar kurduk çünkü. Hayat harcımın en önemli malzemesini karıştırmama yardımcı olurken oldu tüm bunlar. Bu yüzden birlikteyiz seninle, bu yüzden kelamımı rahatça iletebiliyorum o minicik yüreğine.

Haitili Çocuk! Sana olan teşekkürümü hakkıyla kaleme alabildiysem ne mutlu bana ! Hep yanımdasın, zihnimde, fikrimde. Lütfen hep burada kal, kal ki mürekkebim hiç bitmesin. Yaşadığımı yazarak hissedebileyim.

Mutsuz anlarında kalbine bakman yeter, çünkü ben oradayım. Kalbine bak çaresiz zamanlarında çünkü ben hep öyle yapıyorum...

Timoun Ayisyen an mèsi!*
(*Haiti Creole dilinde : "Teşekkürler Haitili Çocuk!")
Kubilay

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...