28 Aralık 2010 Salı

Ağrı'nın Derinliği - ECE TEMELKURAN


"Kadifeden kesesi kahveden gelir sesi
Oturmuş kumar oynar
Ah ciğerimin, ah ciğerimin köşesi..."

Candan Erçetin'in "kadife" gibi sesinden dinliyorum bu türküyü, dinlerken de düşünüyorum. Aynı türkünün aynı yerinde aynı "Ah!"ı çeken, aynı "şinanay"ı söyleyen bir halk nasıl bu hale geldi? Peki tekrar bir yolu var mı birlikte olmanın? Beraberce hüzünlenip, beraberce gülümseyebilmenin...

Sevgili Ece Temelkuran'ın kitabı böyle düşünmeme sebep olan. Hiç düşünmediğim kadar düşündüren. Sorgulayan, sorgulatan. Ece'yle beraber çıktığımız yolculuk olarak görüyorum ben bu kitabı. Soru işaretleriyle yola çıktığımız yolculukta sayfalarla birlikte bir rüzgar esiyor sanki, bizi oradan oraya sürükleyen.

Valizlerimizi toplayıp yola çıkıyoruz Ece'yle. Erivan'a. Toyuz daha, yavaş yavaş alışmaya çalışıyoruz yolculuğa. Merakla bakıyoruz etrafa. Olan bitene. Bitmeyene. Kendilerini Ağrı'ya ait hisseden insanları görüyoruz evvela. Yeryüzüne dağıldıkları nokta olduklarına inandıkları o dağ orada kaldkça kendilerininde yeryüzünde duracağına inanarak yaşayan bir halk. Ve ilk yürek burukluğunu şu cümleyi duyunca yaşıyorum: "Bi' görebilseniz, çok güzel görünür burdan Ararat."

Duygularıyla yaşayan insanlar. Hayata duygularıyla, hikayeleriyle tutunan insanlar. Yaşlılar, yetişkinler, gençler, çocuklar. Düşünüyoruz Ece'yle beraber. Hepimize, bütün dünya çocuklarına, nereye, hangi acıya ait olduklarına dair bir hikaye öğretildiği gerçeğini. Yolculuğun sonunda karşılaştığımız Babian'ın dedikleri geliyor aklıma: "Öğrenmezlerse kaybolurlar."



Ağrı bize kendini gösterdi mi göstermedi? Bilemiyoruz. "Öteki"ne yolculuğumuzun ta en başından dalıp gidiyoruz.  Merak ediyoruz, soruyoruz. "Soykırım" meselesi canınızı sıkmıyor mu? Bir insan ömür boyu bu acıyla yaşayabilir mi? Hiç mi bıkmıyorsunuz diyoruz, ağır gelmiyor mu her gün hüzün?
 
Sahi çocuklar ne zaman duyuyor bu hikayeyi? Daha doğrusu kendi hikayelerimizi nasıl öğreniriz? Bu an hep sır olarak kalıyor belki. Düşünün bir bakalım? Bazen neden yaptığınızı bilmediğiniz şeyler oldu mu hiç? Çocukken duyduğunuz hikayenin bıraktığı iz. Ece'nin aklına bir tekerleme geliyor. Saçma sözlere sahip, uydurma bir tekerleme. Ne zaman öğrendiğini hatırlayamıyor, yıllar sonra gün ışığına çıkan şişenin içindeki bir mesajı kimin gönderdiğini bilememek gibi, aynen.
 
Duymuşşunuzdur. "Şu binayı Rumlar yaptı, ah nerde o günler? Şimdiki evler dip dibe, estetikten yoksun, çarpık" dendiğini. "Yunanı denize dökdüğümüzü"de. Peki neden Ermenilerle ilgili bir bilgi kırıntısı bile yok bizde, gönlümüzde? Ece, doğduğu yer İzmir'de Ermeni mahallesi olduğunu öğrendiğinde afallıyor biraz. "Nerenin Rum mahallesi olduğunu ezbere sayabilirim ama... Nasıl oldu da hiç duymadım ben?" Şaşırıyor, şaşırıyoruz. Bir zamanlar iç içe yaşadığımız insanlardan bu kadar uzak olabilmeyi anlayamıyoruz. Coğrafyada öğrendiğimiz bir bilgi geliyor aklıma. Kıtaların kayma teorisi. Hani şu "çoooook eskiden" kıtaların tek bir kıta olup ardından ayrıldığı... Bin yıllar, milyon yıllar sürmüştü kıtaların birbirinden ayrılması için. Biz nasıl bu kadar çabuk unuttuk birbirimizi. Ece şöyle diyor: "Hatırlamak, bir çeşit unutmaktır aslında. İstediğin bilgiyi gün yüzüne çıkarıp, istediğini yerin dibine geçirmek. Anlaşılmaz bir duygu."
 
Ece anlatıyor, ben dinliyorum. Yazı dizisini yayınladığı zaman aldığı tepkileri anlatıyor. "Sen nasıl Ermenileri sevimli gösterirsin, nasıl oraya gidip bir de yazmaya cüret edersin?" diyenlerle karşılaşmış. İnsanlar onları neden iyi gösterdiğini sormuşlar ona, neden kötü şeyler yazmadıklarını... Ece şaşırmış, nedense anlayamamış. Gazetecilik hayatı boyunca "sakıncalı" addedilen konuları ele alırken hiç böyle şeyler yaşamamış. Tepkiler eskiden ya hakaretmiş, ya tehdit. Ama bu öyle değildi diyor. Farklıydı, insanlar dinlemek istemiyordu sadece. Tozlu bir sandığı açmıştı sanki ve ortalığı yeni temizleyen annesi ona kızacaktı. Tam olarak böyle olmuştu. Dinlemek, zor işti arkadaş.
 
Paris'e gidiyoruz ardından. Aklımıza fikirleri de sürükleyerek. Ece bana kadim bir sırrı söylüyor, aslında hep yanıbaşımızda olan görmediğimiz bir sırrı: Söz söylemek, insanlığın yüreğine bir kürekle dalıp pası, pusu kaldırmak, bulanıklık yerine berrak hakikatleri koymaktır.Ve gezi boyunca aklımızdan çıkmayacak bir şey fısıldıyor kulağıma: "Aslında konuşanlar biz değiliz, hayaletlerimiz. Geçmişteki hayaletlerimiz. Ninelerimizi, dedelerimizi oradan oraya sürüklüyoruz. Kimimiz masumiyetini kanıtlamak için, kimimiz mazlumiyetini. Rahatsız ediyoruz onları. Diyalog kurmak bize düşerken kemiklerini sızlatıyoruz yaşlı insanların adeta."
 
Paris'te bizi şaşkınlık bekliyor. Türklerden korkan insanlarla karşılaşıyoruz. "Öcü Top Ten"inde birinci sırada olmanın tuhaf hissini yaşıyoruz. Tanımlayamıyoruz bu hissi. Fransa'da kabul edilen yasayı konuşuyoruz "bizden korkmayanlarla"... Kimisi çok memnun, kimisi saçma buluyor. Ece'yi izliyorum. Usta bir gazeteci Ece. Onlarda bunu biliyor, oyunu kuralına göre oynuyorlar. Bir Türk +  Bir Gazeteciye mesafeli davranıyor hepsi. Hırçınlıkla başlıyorlar konuşmalara. Ece dinliyor onları, sessiz, sakin... Dinlenmenin keyifli tadına varıyor çoğu kalbinin derinliklerini açıveriyor. Ortalığa birkaç Türkçe kelime, Anadolu'ya hasret taşıveriyor aniden. Gözler buğulanıyor. Bazıları hiç görmedikleri o eski evlerine hasretle bakıyorlar. En usta konuşmacılardan Deveciyan bile, duygulanıveriyor aniden. Maskesini kısa bir süreliğinede olsa düşürüveriyor.
 
Düşünüyoruz. Nasıl olurda insan hiç görmediği bir yere bağlanabilir? Yıllar öncenin acısı hala kordur yüreklerinde? Ece, her çocuğun anne-babasını kurtarmak istediğini söylüyor bana. Kendisinin de yaşadığı bu olayla onları anlamaya yakın. Darbe yıllarında anne-babasının ona hiçbir şey anlatmadığı halde, annesinin gözündeki yaş ileride yapacağı "kurtarma operasyonlarının" baş nedeni oluveriyor aniden.
 
Ece'yle beraber Marten'in yanına gidiyoruz. Ne söyleyeciğini bilemiyor. Söylüyor, vazgeçiyor. Boşveriyor o, şarkısını söylüyor. Ece oynamaya kalkıyor ve hep beraber anlıyoruz ki aynı şarkının aynı notasında şinanay diyenleriz biz. Hakikatin kilimini ancak biz dokuyabiliriz.
 
Daha niceleriyle konuşuyoruz Paris'te, neler öğreniyoruz... Ece'nin not defterinde yazanlar  Paris'ten ayrılırken aklımızdan geçenlerin yansıması:
 
 
"Kim bilir belki de siz, tıpkı benim Paris'e gitmeden önce söylediğim gibi "Bu konunun bizimle ne ilgisi var? Niye bir şey hissetmeliyiz ki?" diyorsunuzdur. Doğru aslında, geçmişte, birtakım iktidarların yapmış olduğu bir kötülük niye bana bir şey hissettirsin ki? Ama düşünelim biraz, düşünmeye cesaret edelim. Şimdi bugün Hutular Afrika'da Tutsileri kesse ne fena oluyor içimiz. Nazi toplama kamplarını gösteren filmleri izlesek şimdi, bazen izleyemeyecek kadar fena oluyoruz. Çeçenya'da, acısından karanlığa bürünmüş  dul kadınlar kocalarının intikamını almaya yemin ederken donuyor kanımız. Filistin'de acıdan yol yol olmuş yüzleriyle çocuklar taşları fırlattığında, Irak'ta kadınlar yıkılmış evlerinin önünde buz keserken, Lübnan'da bombaların altında beklerken çocuklar... Hepsine bir şey hissediyoruz da bu konuda neden bir şey hissetmiyoruz? Tuhaf değil mi? Birileri bize uzaklardan diyor ki: "Bizim anneannelerimiz, dedelerimiz yok oldu bu topraklarda." Hep "suç" bizden uzaklaşşın diye mi dinlemiyoruz onları? Şimdi bir arpa boyu yol kat etsek, bu toprağın hayaletleri az gidecek uz gidecek, belki de hiç beklemediğimiz kadar çabuk dinecek öfkeleri. Biz ve onlar hayaletlerin  çocukları olmaktan kurtulacağız o zaman. O zaman ölüler değil, yaşayanlar konuşacal. Ölüm susacak, yaşamın sesi duyulacak."
 
Sonra... Hrant ölüyor. "Ezuuuu!" diye bir ses yankılanıyor etrafta. Bir imdat çağrısı. Ece üzgün. Ben o güne kadar hiç düşünmediğim bu meseleyle bir kez daha karşılaşıyorum. Ölüm. Ne kadar acı, ne kadar yıkıcı. Hrant Dink hakkında konuşulanları hatırlıyorum. Belki hayatında bir kere bile okumamış herhangi bir yazısını, yorumunu. Basıyor ama yaygarayı : "Birinden daha kurtulduk." Sadece barış isteyen bir insanı görüyorum Ece'nin anlattıklarında. İyi bir dostu görüyorum. Barış isteyen birini görüyorum gözlerinde. Ece üzgün, ben üzgün. Bugüne kadar duyarsız kalabilmeme şaşıyorum. Üzülüyorum. Farklı bir duygu bu. Kelimelerle anlatmakta zorlanıyorum.
 
Ece çok yorgun. Sıra Amerika'da, Los Angeles ve Boston'da.Şaşkınlıklarımıza şaşkınlıklar ekliyoruz. Barışın kaç lira edeceğini hesaplayanlarla karşılaşıyoruz. Ermenilerin diasporada bile ayrılıklar yaşadığını görüyoruz. Kimi sert olabildiğince, kimi daha sakince. Kırık ve kendi deyimleriyle "kaba" Türkçeleriyle konuştuklarında bambaşka bir duygu hissediyoruz. Uzaklarda evinden bir parçayı görmek gibi bir şey. Bir başkası Ece'nin Türkçe'sini yadırgıyor.  "Sen Avrupalı gibi konuşuyorsun" diyorlar.Eceyle gülümsüyoruz.
 
Phil ve Ceren'le karşılaşıyoruz ardından. Türk-Ermeni diyalogunu sağlamaya çalışan iki genç. Yadırgamışlar ilk başta birbirlerini. Zor olmuş anlaşmak tüm grup için. Yavaştan başlamışlar konuşmaya. Suya sabuna dokunmayan konulardan. Çok şey yaşamışlar. Tanıyorlar birbirlerini artık. Ece bazen sadece dinlemenin bile yeterli olduğunu söylüyor Ermenilerle anlaşırken. Phil ise hakiki konuşmanın yerini hiçbir şeyin tutamayacağını.
 
Gezinin sonuna geliyoruz. Venice Beach'te Ece tüm geziyi sorguluyor adeta. Yaşadıklarımıza bakıyoruz.Tanıştığımız onca insana. Gittiğimiz onca yere. Bir olay oluyor o sırada. Büyüsü kaçmasın istiyorum ama. Anlatmayacağım o yüzden. Okursanız o anı tek başınıza yaşamanızı istiyorum çünkü. Bu büyülü anı bozmaya hakkım yok.
 
Ece'yle beraber çok şey kazanıyor bu geziden. "Öteki"nin yanına, "biz"im kalbimize bir yolculuk bu yaptığımız adeta. Evsiz olmanın ne demek olduğunu çok iyi anladığını söylüyor Ece. Ve daha nice şey...
 
Ece de ben de artık mutlu olmak istiyoruz. Güzel günler geçirmeyi hep beraber. Belki toplumdaki o kadar gürültünün içinde yalnıza ufak bir sese dönüşse de bu ses, canı gönülden destekliyorum Ece'yi. Ufak sesler korosunun yapabileceğine güvendiğim için. Devam et Ece diyorum, ve de teşekkür ediyorum. Bana kazandırdığı yepyeni bakış açısı için.
 
Elif Şafak'ın sözleri geliyor aklıma. Sözlerimi onlarla bitirmek istiyorum:
 
"Hoşça bak zatına! Hoşça bak cümle kainata!"
 
Kitap boyunca çektiği güzel fotoğraflarla "yolculuğa" renk katan Yurttaş'a da teşekkür edip huzurlarınızdan ayrılıyorum.
 
Edebiyatla kalın!


26 Aralık 2010 Pazar

Pürtelaş Zamanlar


İçimde bir telaş var. Zıp zıp zıplayan muzır bir çocuk kıvamındayım. Yılın en sevdiğim zamanında, pürtelaş zamanlardayım...

Zihnim bayram yeri gibi adeta. Yılbaşı heyecanı benliğimi esir almış durumda. Evvelden beri yılbaşının benim için anlamı çok büyük. Kimilerince "popüler kültür" denilerek hor görülsede, yılbaşı kültürünün her bir elemanı benim için başlı başına birer mutluluk kaynağı.

Noel Baba! Benim için "çocukluk" demek. Asla kopamadığım yarım, hatta bütünüm :) Çocukluktan vazgeçemeyen biri olarak, Noel Baba benim için yılbaşını yılbaşı yapan en önemli unsurlardan. Her yılbaşı kartpostallardaki Noel Baba'ya bakarak; o an, onun yanında olabilmeyi dilerdim hep."Benim Noel Baba'm" Disney filmlerindeki çizgi karakterler olarak ete kemiğe bürünüyor zihnimde, benliğimde. Nedense "insan noel babalar" bana soğuk ve yapay geliyor. Animasyonlardaki Noel Baba figürü, yüreğimden hiç çıkmayan bir simge. Belki de çizgi filmlere bayılan bir çocuk olmamdan kaynaklanmıştır, bilemiyorum... Kartpostallerdeki karlar içinde Noel Baba benim vazgeçilmezim her yılbaşında. Fazla "Profesör Dumbledore" yüz hatları olmayan, tombiş Noel Baba'lar tercihim.



Yılbaşı ağaçları ve ağaç süslemelerini görmek beni yılbaşı havasına sokmaya yetiyor. ABD'deki Rockefeller Centre'daki kadar şaaşalı bir yılbaşı ağacımın olmasını istesemde daha mazbut bir yılbaşı ağacıyla yetiniyorum. Her yıl yılbaşından iki gün önce ışıklarını yakıp, yeni süslerle süsleyip, yanına oturup hayallere dalmak benim için bir ritüel haline geldi adeta. İlkokul ikinci sınıfa giderken canım anneanemin bana aldığı yılbaşı ağacım yıllardır yeni yılbaşı anılarıyla yüklenip kadim bir sembole dönüşme yolunda. Anneanneme öpücükler yolluyorum aynı zamanda, bana bu mutluluğu yaşattığı için. O gün bugündür ağacı aldığımız anı unutamam. Yılbaşı adetlerine "mesafeli" yaklaşan babamla beraber gitmiştik almaya. Anneannemin cebime sıkıştırdığı parayı sıkı sıkı tutarak gitmiştim markete. Babam ağacı alırken söylenmişti , "Hristiyan adeti bunlar!" nidaları arasında insanların onu yılbaşı ağacı alırken görmesini engellemek için oldukça hızlı davranıyordu. Bense özenle yılbaşı süsleri seçmekle meşguldüm. Rengarenk yılbaşı süsleri arasında kaybolmuştum , seçmek gerçekten zordu. İlerleyen dakikalarda babam daha ılımlı yaklaşmıştı olaya neyse ki... Her yıl bu zamanlar, bu anının tadı damağımda yuvarlanan bir akide şekeri gibi huzur yayar ruhuma. Yılbaşı ağacımın altına uzandım mı birde değme keyfime :)

Dosya:Happy new year 06463.jpg


Gözümün önünde birden koca fiyonklu hediye paketleri geliyor. Her ne kadar şu ana kadar kimsenin birbirine koca fiyonklu paketlerle hediye verdiğini görmesemde, hediye kelimesinin serkeşliği belleğime böyle yansımış anlaşılan. Sınıfta yapılan yılbaşı çekilişlerinde verilen hediyelerle hiç aram olmadı ayrıca. Bu yıl değişmesini umuyorum, şans dileyin lütfen! Ama aile içinde verilen hediyeler her yıl süper olur :) Kitap tutkuma bilen herkes yepyeni kitaplar alır bana. Çoğu zaman bana danışarak alınır, sürprizi kalmaz ama olsun. Önemli olan sevdiğim kitaplarla buluşabilmek. Bu yıl Demet Altınyeleklioğlu'nun Osmanlı Hanedanı serisine başlamayı düşünüyorum, yaptığım kulislerde hediyeler bu yönde olacağa benziyor...



Yılbaşının geleneksel yemeği bizim evde "tavuk dolması" dır. Annemin yaptığı leziz tavuk dolmasının iç pilavını hiç bir şeyle değişmem. Kestaneli, kuru üzümlü, tarçınlı güzelim iç pilav yılbaşının tadı tuzudur, olmazsa olmaz. Yemeğin yanında onlarca meze, salata, aperatif, ara sıcak say say bitmez. Devamında poğaçalar, börekler, her türlü abur cubur, cipsler, çikolatalar, kolalar, çerezler, aklınıza gelebilecek sağlıksız her şey anlayacağınız :) Kalori bombardımanı yaşanır her yıl bizim evde. Kendimi masallardaki şekerleme eve yada Charlie'nin Çikolata Fabrikası filmine düşmüş hissederim 31 Aralık'ta.Son yıllarda yaşadığım acı bir tecrübeden sonra daha temkinli yemeye başladım o ayrı. Az kalsın hastaneyi boyluyordum, mide fesadından...



Şarkılı, müzikli programlar izleriz hep. Yılın tüm yorgunluğunu atıp, umutla başlayabilmek için. Tombala oynarız hep. Bol mızmızlanmalı :) En çok da ben mızmızlanırım. Gözümü hırs bürümüş gibi. Dans ederiz bol bol. Yerimizde duramayız. Şarkılara eşlik ederiz. "O kanalda ne var, ya şuna da bi bakalım" diye diye bol zappingli bir gece geçiririz. Geçmiş yılbaşı anılarımızı hatırlarız. Gün içinde yaşadıklarımızı. Mutlaka kardeşimle günün anlam ve önemine uygun bir Disney yapımı izleriz. Her yıl "yeni yıla nasıl girersen, öyle devam eder" geyiği yaparız. 10'dan geriye sayıp , sarılırız birbirimize. Umutla açarız gözümü yepyeni bir yıla...

Noel Baba'lı, yılbaşı ağaçlı, havaifişekli, bol şatafatlı sofralı, kızak çeken geyikli, Noel Baba'nın elfleriyle dolu, eğlenceli ve şen şakrak yeni yıl kutlamaları diliyorum hepinize... Ama hepsinden daha önemlisi bol umutlu, bol neşeli; insanların birbirlerine saygı duyduğu, farklılıklara kulak verdiği; benliğinin tozlu odalarındaki önyargıları silip "öteki"ne kucak açabildiği; hiçbir ırkın, mezhebin ve önemlisi hiçbir insanlık değerinin aşağılanmadığı; hoşgörülü, demokrasi ve söz hakkı dolu bir yıl diliyorum. Hepimize, ülkemize...

Aynı zamanda bol kültürlü, bol kitaplı, çokça entellektüel bir yıl diliyorum hepimize. Kendim içinde ufacık bir dileğim var! Yeni yılın ilk günlerinde gerçekleşecek Adana Tüyap Kitap Fuarı'na Elif Şafak ve Ece Temelkuran'ın gelmesini diliyorum. Bakarsınız gerçek oluverir - lütfen, lütfen, lütfen ! - Geçen sene de olduğu gibi bu yılda edebiyatla kalmanızı canı gönülden isteyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum.

Tüm dostların, ruhdaşların, edebiyatseverlerin, hikayeperestlerin yeni yılını kutluyorum. Yepyeni bir senede, yepyeni yazılarla görüşmek üzere.

***

Ufak notlarım olacak sizlere:
  • Kitap yorumları hazır, yeni yılda elimden geldiğince yeni yazılarla sizlerle buluşacağım. Bu yılki aksaklıklar nedeniyle hepinizden özür diliyorum, tekrardan.
  • Ağrı'nın Derinliği'ni okuyorum, yeni yılda güzel bir yorumla karşınızda olacak ilk yazı.
  • Elif Şafak'ın tadına doyum olmaz yeni yıl yazısı, okumak isteyenler için: Buraya tıklayın.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Med-Cezir - ELİF ŞAFAK


Siz bir kitaba a-lış-tı-nız mı hiç? Her gün "yapılacaklar" listenize "o kitabı" okumayı eklediğiniz oldu mu? Med-Cezir kalbimde böyle bir yer seçti kendine, halet-i ruhiyemin baş köşesinde...

Med-Cezir, Elif Şafak'ın çeşitli dergi ve gazetelerde kaleme aldığı yazılardan oluşan bir deneme kitabı. Halihazırda da gazetelerde yazmaya devam eden Elif Şafak her yazısında ustalığını gösteriyor. Bu ustalığın en nadide eserlerinden bir seçki karşımızda. Özenle seçilmiş "en iyileri". Ve sonuç : Harika bir kitap.

Elif Şafak'ın seçkilerinden oluşan ilk kitap özelliğini taşıyan Med-Cezir ( Diğerleri: Kağıt Helva ve bu yazıyı yayınladığım gün kitapçıların raflarında yeni yeni boy gösteren ve almak için sabırsızlandığım Firarperest ) bitmesini hiç istemediğim bir kitap oldu. Okuduğum sürece benimle yaşadı sanki. Gündelik koşuşturmaca sırasında da yanımdaydı - güç veriyordu - gün bitip eve dönünce de yanı başımdaydı - yorgunluğumu unutturuyordu - . Bir dost, bir sırdaş olmuştuk. Dilediğim zaman sohbet edebileceğim kültürlü bir kelimebaz, akide şekeri tadında üslubuyla büyüleyip durdu beni anlaycağınız.

Her biri farklı anlarda, farklı şehirlerde yazılmış, binbir türlü konuda... İstanbul, Madrid, Michigan, Boston, Arizona hepsi farklı bir tat katmış denemelere, bir parça tarçın eklemiş aşure kıvamında yazılara. Elif Şafak'ın dünya görüşünü yansıtmışlar el ele verip. Doğu-Batı, cinsiyetçilik,ayrımcılık, aidiyet-göçebelik, tarih bilinci, inanç, mistizim belli başlı konular. Her bir yazı ele aldığı konuyu samimiyetle anlatıyor.

Hikayelerin isimleri de özenle ve yerinde seçilmiş. Yaza Yaza Silmek Üzere'yle başlayan Elif Şafak, Eşiklere Basarsan Şayet ve Evham Hanım'la mükemmelliğin ne olduğunu gözler önüne seriyor. Bahsettiğim yazıları gördüğüm tüm dostlarıma okudum. O kadar güzeller ki, paylaşmamak bencillik olur kanaatimce.

Kökü Olmayan Ağaçlar başlığında Tuba Ağacı'nı anlatıyor. Kökleri havada Tuba Ağacı... Sevgili Ece Temelkuran kitaptaki tüm yazıları Tuba Ağacı'na benzetmiş. Elif Şafak'ın göçebe ruhunun yansıması yazıyla birlikte kuvvet kazanıyor.

Eylül'de Ayrılıyorum İstanbul'dan, İstanbul'u görme isteğini binlerce kez katmerliyor adeta...

Tüm yazılar öylesine güzel ki! Bahsedemediklerim adına üzülüyorum. Hepsi benim kıymetli evlatlarım gibi. "Kadın" Kelimesinin Sözlüklerden Silinme Önerisi onlardan biri. Hayatıma etki eden yazılardan biri oldu, kullandığım kelimelere daha da dikkat ediyorm. Yazarken benim için daha kolay bu durum ama konuşurken daha temkinli olmaya çalışıyorum, bu bağlamda bu yazı bana yardımcı oldu fazlasıyla. Sadece bahsedilenlerden değil, tüm incitici kelimeleri kullanmaya çalışıyorum.

Zerde'nin Safranı, Gümüş Mâzi, Küskün Kadınlar Şovenizmi başarılı gözlem gücüyle yazılmışlar. Hepsi "bizden" yazılar. Yanıbaşımda vukû bulan ama farkında olmadığım olaylara dair birbirinden farklı pencereler açtı ruhumda.

Köprü 'deki "korkutma" tespitleri, toplum yapımıza öyle güzel ışık tutuyor ki. İşgal Altında Sanat Mümkün Mü Hala diyor Elif Şafak, hiç düşünmediğim bir konuyu düşündürüyor. Göçebenin Müziği ise yazarları sırf ideolojileri için okumamanın yanlış olduğunu bir daha anlatıyor... Kahkaha'nın Kefareti'ne ne demeli? Acı acı gülümsetiyor insanı, sonra da içimizdeki soytarıya kahkaha attırmamızı nasihat ediyor. Kitabın Endişesi, Siyah Süt ve diğer yazılarında da bahsettiği kitap öncesi-sonrası yaşadığı ruh hallerini anlatıyor. Okuduğunuz kitapların arka pkanına göz atma imkanı buluyoruz.

Bir çok yazıda da yeni kitaplarla tanıştım. Okumam gereken bir sürü kitap. Anna Karenina ve Şehir Mektupları sadece içlerinden ikisi. Bu anlamda da bir rehber oldu bana.

Önce Yüzlerimizi Sileri Sevdiklerimizin ve Kahve Falı en başarılı yazılar. Dilleri öyle güzeli değindikleri konula öylesine önemli :

Hurufi ki
Harften mânâlar devşirir,
Hurufi ki,
Harfle ağlar harfle sevişir,
Hurufi ki,
İnsanın yüzünde harfler, harflerin yüzünde insancıklar bulur,
Hurufi ki,
Suret okur, surette kaybolur...

Peki neden Med-Cezir ? Med ve Cezir Arasında Bir Dem bunu da açıklıyor bizlere. Romanı başlama-bitirme ve arasında kalan süreci med-cezire benzetiyor Elif Şafak. Ruhunun Med-Cezir'ini yansıtıyor bizlere. Tüm yazdıklarını med-cezir hallerine borçlu olduğunun altını çiziyor:

"Med-cezir kıymetli kelime bireysel sözlüğümde, kelimeden öte bir nevi kimyasal madde damarlarımda dolaşan, ben bilsem de bilmesem de. Zehirim de o panzehirim de. Bu kitaba med-cezir demem, bu isimle çağırmam işte bu sebepten."

İşte tüm bu anlattıklarımdan sonra, diyeceğim şu: Med-Cezir bana çok şey kattı. Başucu kitabı oldu, olmaya devam edecek. Kitaplığımda beni bekleyen, her fırsatta yanına koştuğum bir dostum olacak. Güzel kitap Med-Cezir. Güzide kitap...

Elif Şafak'ın romanlarının üzerine lezzetli bir sos olarak eşlik eden bir kitap Med-Cezir. Hem eşlikçi bir yandan, bir yandan da tüm bu eşliğin ta kendisi. Elif Şafak hakkında çoğu bilgi de Med-Cezir'in içinde, kalbinde. Elif Şafak külliyatının temel taşlarından.

"Sarkaç,
bir ağulu salınım,
asla bir bütüne tamamlanamayan,
kendine kavuştuğunda dahi, bir öte Ben'e hasret kalan."

Defalarca okunmalı her yazı, sayfaların ve kelamın kokusunu içine çeke çeke, yüreğin derinliklerine..

Elif Şafak ve DK'ya teşekkürler.

Puan: 5 üzerinden 5.

Edebiyatla kalın...



29 Ekim 2010 Cuma

Seyr-i Yağmur...


Yağmur yağıyor. Uzunca bir süre bizden esirgediği yüzünü pudralayıp dönmüş anlaşılan. Yine bir kırıklık var üstümde, papatya çayımı yudumlarken yağmuru izliyorum. İlkbahar rahiyaları içinde, sonbahar yağmuru olanca heybetiyle karşımda.

Geçmişten gelen buruk bir ziyaretçi artık papatyalar. Varlıklarını sıcacık suyun içinde sürdürüyorlar şu sıralarda. Her ne kadar kokuları odamda hakimsede dışarıda öyle değil bu durum. Cinlerin meşveret yerine nazire pencereden bir adım sonra hakimiyet ıslanmış toprak kokusunun. Kırıklık münasebetiyle pencere kapalı. Bundandır ki şu papatya egemenliğini doyasıya yaşıyor. Islak toprak kokusunu özlüyorum, yağmurun kokusunu... Oldum olası hayranım ona. Bu sefer buluşamıyorum onunla pencereden endamını seyredip kokusunu hayal etmekle yetiniyorum.

Camda yağmur damlaları... Bir garipler bugün, parçalanmışlar sanki. Üzgün ve yorgunlar. Anlaşılan majesteleri rüzgar bu yönde lütfetmiyor bugün. Yağmur damlalarının üzgünlüğüne benim kadar dertlenenlerin dışında, bir de olanca neşeleriyle karşılık verenler de var. Papatya çayının boğazımdan ılık ılık akarken yaptığı afacan tavırlar bunu gösteriyor. Her gün gördüğümüz o insanları hatırlıyorum, başkalarının mutsuzluğundan neşe devşirenleri...



Pazarcıları görüyorum pencereden. Hepsi telaş içinde. Ekmek teknelerini en az hasarla kurtarmanın derdindeler her biri. Onların yerinde olduğumu düşünğyorum birden. Ne hayatlar var şu dünyada? Ne maceralar, bitmek bilmez hikayeler.

Papatya çayı bitiyor. Kokusu hala buralara hakim. Yakında gider diye düşünüyorum. Peki ya sonra? Koca bir hiç. Zıtlıklar olmasa böyle olurdu dünya herhalde. Tatsız, tutsuz, tek düze... Olmaması gereken gibi.

Yavaşlıyor yağmur biraz... Dinlenip güç toplamak için. Şimdilerde böyle olmuş. Görmeyeli huy değiştirmiş anlaşılan. Olsun, ben onu her haliyle seviyorum! Gerçek sevgi de bu galiba. Her haliyle sevebilmek.

Yemek kokuları, papatyanın gidişini fırsat bilip sarıyor etrafımı. Annem yine lezzetli yemekler hazırlıyor anlaşılan. Yağmur geliyor aklıma. Hazır buradayken pencereyi hafif aralamayı düşünüyorum. Ve de yapıyorum aklımdakini. Usulca aralayıp toprak kokusunu içime çekiyorum. Eski bir dostla hasret giderir gibi...

*Cumhuriyet Bayramı'nız kutlu olsun...


Sıcacık gülümsemenle hep aklımızdasın. Emanet ettiğin cumhuriyete sahip çıkmaya devam edeceğiz...

Kubilay

28 Ekim 2010 Perşembe

Yeniden Merhaba! - Bit Palas / ELİF ŞAFAK


Merhaba!

Bana çok uzun gelen, herkesi, her şeyi çok özlediğim bir aradan sonra bloguma dönmenin sevinci içindeyim. Tüm dostlarımdan zorunlu olarak verdiğim ara için özür diliyorum. Kontrast yeniden karşınızda. Elif Şafak'ın kelamı, durumu özetliyor : "Tüm dostlara, ruhdaş okurlara, edebiyatseverlere, hikayeperestlere, kelimebazlara, muhabbete kıymet verenlere..." Merhaba! Hepinize yeni bir merhaba... 
Yazın sonlarında hazırladığım ama sizlerle paylaşamadığım "Bit Palas" yorumlarımı yayınlıyorum. Keyifle okumanız dileğiyle.



Tatildeyken en çok özlediğim şeylerin başında geliyor doyasıya gezeceğim bir kitapçı. Burada - Silifke'de- çok kapsamlı bir kitapçı bulunamıyor maalesef. Olanlarda kısıtlı, az sayıda...

Gönlündeki Elif Şafak sevgisi son hızla büyümeye devam ederken, "tüme dört kala", yeni bir Elif Şafak okumanın tam zamanıydı. Lakin her girdiğim yerde ya hiç bulamıyor ya da sadece Aşk'ı buluyordum. Tüm umutlar tükenmişken, son ümit yelkenlisi ufuk çizgisinden "hoşça kal" derken, tanıdık bir isim çarptı gözüme : Semerkant.

"Semerkant Kitabevi" yazıyordu kalın harflerle tabelada. İçeri girdiğimde sonuç aynı gözüktü gözüme. Son bir çabayla, boğulmanın pençesinden kurtulmaya çalışan bir kazazedenin beyhude imdadına nazire, görevliden yardım istedim. "Yok, ama isterseniz yarına getirtebiliriz." demesiyle ümit yelkenlisinden "Yelkenler fora!!!" diye bir ses yükseldi...

Gemi geledursun görevli ağır çekimdeymişçesine ahizeyi uzanıp, hızlandırılmış bir filmdeki gibi depoya bağlanması bir oldu: "Hangi kitaptı?"

Bu soruyu duyunca neden bu kadar şaşırdım anlamadım. Beynimdeki tüm çekmeceler hunharca çekilip, en dip köşedeki bilgi tortusuna kadar bakmama rağmen aklıma yalnızca Bit Palas geldi. İki kitap istiyordum istemesine ama yaramaz bir çocuk gibi Bit Palas diğerlerini ite kaka öne geçmeye çalışmıştı.

Ağzımın kenarlarına çarpa çarpa ilerleyip son bir hamleyle dişlerimi araladı ve bezgince, şaşkınca belli belirsiz bir "Bit Palas" sesi havaya karıştı.

Demek ki okunmalıydı. Bir bilinen vardı elbet, ki Bit Palas okunsun.

Hikayem böyle, yani hikayemiz. Bit Palas'la yollarımızın kesişmesi. Büyük umutlarla, sıladaki dostunu gurbette bulmuşçasına sarıldığım Bit Palas beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı.

Kitap bir apartmanda, "Bonbon Palas"ta geçiyor. Fikrimce Bit Palas'ın  hayattan bir kesit, hepimize tanıdık gelen bir pencereden bakış, içinde yaşadığımız için parçalara dikkat edip bütününü kaçırdığımız bir fotoğraf karesi.

Kitabun başında kim olduğunu bilmediğimiz biri - ki ben yazarın kendisi sanmıştım - alttan alta romanın arka planını yansıtıyor okurlara. Yalanı dikey, hakikatı yatay çizgi olarak tasvir ettikten sonra saçmalığın bir çember olduğunu söylüyor. "Saçmalıkların gerçekliği" bu andan başlayarak kitap boyu gösteriliyor bizlere. Kitap bir ana ve de birçok içre çemberlerden oluşuyor. "Öncesi - Daha öncesi - Şimdi - Ya Sonra" gibi bölümlerden mürekkep Bit Palas, gri yuvarlak çöp tenekesi kapağını bir "yer-zaman-mekan" çizelgesi olarak kullanıp hikayeyi başlatıyor.

Kitabın tüm bölümleri farklı dairelerde bağımsız ama bir o kadar bağımlı hikayelerde gelişiyor. Önceleri eksiklik hissi uyandıran ve sonunda ne olacağını hayal bile edemeyeceğiniz yapbozun parçaları ilerde ustaca tamamlanıyor.

Kuaför Cemal&Celal'in 3 numaralı dairesinden başlayarak insanlık ve insanlık halleri üzerinden bizi bize anlatıyor. İlk tanıştığımız Kuaför Cemal&Celal ve daha sonraları tanıyacağımız Sidar ile Gaba'nın göçmen yaşamları ve küçük yaştaki yurt dışı maceraları, ülke ve aile kopuklukları; Mavi Metres ve Nadya'nın umutsuz vaka evlilikleri ve sonunda kendini buluşları her apartman dairesini birbiriyle kesişen halkalar olduğunu gösteriyor. Bu benzerliklerin yanında her ailenin birbirinden farklılıkları da var. Ateşmizacoğullarının tüm aile fertlerinin baş harflerinin "Z" olması, kapıcı dairesinde yaşayan Musa, Meryem, eski sevgilisi İsa, oğulları Muhammet'in bir ilahi bütünlük içindeki halleri Bit Palas'ın özenle çizilen tablosundaki önemli çizgilerden.
Nakış gibi işlenen hikayeler böcekler ve bitler gibi unsurları kullanarak da romanın altyapısını sağlamlaştırıyor.

Son bölüme kadar "yarımlık" hissi veren , Asuman Kafaoülu Büke'nün deyimiyle "çember her an bizi üzerinden atacakmışçasına" okuyoruz Bit Palas'ı. Şimdiye kadar çıkardığım sonuçlar kitabı bitirene kadar silik birer silüetti. Apartmanın "7 Numaralı" sakini "Ben", "ben" olmasına rağmen bizim bildiğimiz çoğu gerçeği de bilmiyor. Kendini bilmeyen bir "ben" dikkat edilecek bir ayrıntı. Karakter tasvirleri yine çok başarılı. Beni en çok etkileyense "Madam Teyze" ve onu bekleyen acı son. Hatırlayınca bile içim sızlıyor...

Gizemli, büyüleyici tüm bu yönleriyle Bit Palas tam bir modern çağ masalı. Şaşırtan anlatımı ve mükemmel dilbilgisiyle göz kamaştırıyor. Elif Şafak'ın böcekbilim, anatomi bilgilerine hakimliği ise her romanı için yaptığı ön çalışmaya ne kadar değer verdiğini gösteriyor.

Elif Şafak'ın Bit Palas'a verdiği emek çok fazla. Kitabın sonunda başlangıca dönüp çemberi tamamladıktan sonra ( ya da tamamlayamadıktan ?! ) içimizi her an her şeyin bağlantılı olduğu ve her masalın gerçekliği inancıyla ayrılıyoruz kitaptan.

Bu kitap beni esir aldı diyebilirim. Çünkü anlatılan bizi, hepimiziz. Capcanlı bir fotoğraf karesi. Her bakışta beni hüzünlendiren...

Bit Palas aynı zamanda birçok dile de çevrildi.

   

Bit Palas'ı herkese tavsiye ederim.

Elif Şafak'a ve DK'ya teşekkürler.

Puan: 5 üzerinden 5.

Edebiyatla kalın...

Kubilay

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...