Üzerinde 202 yıl geçmiş bir roman büyüsünden hiçbir şey mi kaybetmez? Etmiyormuş ki geçtiğimiz sene beyaz ekranda bizi yerimize mıhlayan çılgın gerilim filmi Gone Girl'de bile Gurur ve Önyargı'ya göndermeler görebiliyoruz. 42 yıllık kısa hayatını kült romanlarla dolduran, Virginia Woolf'un "tüm büyük yazarlar içinde büyüklüğü en zor yakalanacak yazar" diyerek bahsettiği Jane Austen'un "pek sevgili çocuğum" dediği Gurur ve Önyargı her an yeniden okunmaya, konuşulmaya devam ederken yüzyıllardır dinmeyen rüzgara karşı koymamız ne mümkün? Ben de karşı koymayı bıraktım, okudum; üstüne bir de 2005 yapımı Pride & Prejudice izledim. Şimdi konuşma vaktidir!
"Dünyaca kabul edilmiş bir gerçektir ki, hali vakti yerinde olan her bekâr erkeğin mutlaka bir eşe ihtiyacı vardır." diyerek başlıyor Gurur ve Önyargı. (çev. Hamdi Koç) Austen bize burada aslında romanın belli başlı temalarından "evlenmek" üzerine ilk ve en büyük sözlerinden birini söylüyor. 19. yüzyıl İngiltere'sinin havasını önce Bennet'lerle tanışarak soluyoruz. Soluduğumuz havada minik minik parçacıklar da var: Jane Austen büyüsü. Rengarenk ve karşı konulamaz bir "sadelik" bu. İronilerle aromalandırılmış Gurur ve Önyargı'nın mayası aslında sıra dışılık içermiyor. Sıra dışı olan tek şey -belki de Woolf'un de sözünü ettiği budur- Austen'ın "bizden" karakterleri yine "bize" heyecanla takip ettirmeyi başarması.
Pride and Prejudice ilk baskısı, 1813
Austen romanın bel kemiğini karakterleriyle kuruyor aslında, her karakteri ayrı ayrı özenle okurun zihninde inşa ediyor. Romanımız Elizabeth Bennet - ya da sevgili Lizzie'miz :) - üzerinden aktarılırken romanın onlarca diğer karakterinin de nasıl hissettiklerini ve olaylar karşısında nasıl tepki vereceklerini zamanla kestirebilir hale geliyoruz. Austen karakterleri genel anlamda iflah olmaz derecede sabit ruh hallerine sahip olsalar da Gurur ve Önyargı'ya bir kendini arayış dememiz de gayet mümkün. Üstelik bu kendini arayış uçuk hedeflere ulaşmaktan ziyade karakterlerin kendileriyle çatışmaları, değişmeye çalışmaları, hayatın gerçekleriyle defalarca yüzleşmeleri üzerinden gerçekleşiyor. Örneğin Elizabeth, olaylar karşısında kendine has duruşu ve devrine göre "modern" kaçan düşünceleriyle en sağlam karakterlerden birini çizerken, Austen ona "önyargı" zaafını veriyor. Roman boyu Elizabeth'in bugüne kadar oluşturduğu değer yargılarıyla minimum çatışmaya girerek kendini sorgulamasını izliyoruz. Tabii ki aşk hikayemizin diğer tarafı Mr. Darcy'nin de "gurur"uyla yüzleşme yolculuğu var. Romanın Elizabeth taraflı ilerleyişi ve bizim olayları görme açımızın bu şekilde daralması üzerinden de Austen, Mr. Darcy başta olmak üzere farklı farklı karakterler üzerinden bizi ilerleyen her sayfada şaşırtıyor.
Gurur ve Önyargı, hızlı tempolu bir roman değil. Ama normalde "sıkıcı"lığa kapılmak bu kadar kolayken Austen yine o meşhur "büyü"sünü kullanarak bunu da avantaja çeviriyor. Gerçekten de Hamdi Koç'un dediği gibi karakterler uzunca bir süre oturuyor, kalkıyor, konuşuyor, susuyor ve okuyucu tüm bu hayatın monoton akışını ilgiyle takip edebiliyor. Elbette ki Austen'ın bu büyüsünde onun açığı olmayan bir kurgu ve havada kalan hiçbir teşebbüste bulunmayan karakterlerinin büyük payı var. Austen gerçekten de tüm zamanların en iyi hikaye anlatıcılarından.
Roman uzunca mektuplara da ev sahipliği yapıyor, belki de bir başka açıdan Gurur ve Önyargı'yı böyle anlayabiliriz: Mektuplar yazıp sabırla cevaplar beklenilen zamanların romanı. Havada romantizm kokusu mu alıyoruz? Romantizmden ne anladığımıza bağlı belki de ya da her çağın romantizm anlayışı... Dikkatleri çekmemiz gereken nokta Austen'ın kesinlikle avam tabirle "bayık" bir roman yazmadığı. Karşılaştırmak bir yere yan yana bile konmayacak Alacakaranlık serisi üzerinden olayı anlatmakta fayda var. Stephenie Meyer'in uzunca bir süre genç kızların soluğunu kesmeyi başardığı Edward'ında Mr. Darcy'den etkilenilmediğini zannetmek saflık olacaktır. Meyer'in yaptığı çağa hitap etmek adına temelleri olmayan bir romantizm yaratmaktı. Daha "ben" olamamış aşıklar "biz" olmaya çalışırken elbette sırıtan şey çok olacaktı. Üstelik Darcy'nin biricik aşkı akıllı Lizzie'nin olması gereken yere edilgen ve belirsiz kişilikle Bella'yı koyan Meyer çok da derinliği olmayan bir roman elde etmişti. Austen'a karşı bu yarım yamalak özenti, romanın kalıcı olmasını engelledi elbette; Alacakaranlık serisi bir zamanların modası olmaktan kaçınamadı. Gurur ve Önyargı 202 yıldır işte bu yüzden okunmaya, sevilmeye, tutkuyla yaşatılmaya devam ediyor: Hayatın gerçeklerini, insanların önünde sonunda kendileriyle yüzleşmeleri gerektiğini ironik bir dille anlatmak ve elbette o tanımlamakta çok zorlandığımız Austen havası.
Gelin bir de başka bir gözle bakalım Gurur ve Önyargı'ya. Austen aslında acı bir sosyolojik saptama da yapıyor. Bir kadının hayatını "koca bulmaya" sıkıştırmasının, hayatta başka hiçbir amacı olmamasının ne kadar ızdırap verici ve sinir bozucu olduğunu iğneli diliyle "okumak isteyen"e sunuyor. Günümüzde olsa Y kuşağı tabiriyle "kezban" olarak damgalanacak itici kadın karakterleri ile toplumun kadını sıkıştırdığı cendereyi bir kadın yazar olarak ete kemiğe büründürerek sunuyor.
Gurur ve Önyargı tüm zamanların en çok sevilen romanlarının başını çekiyor, İngiltere'de başlı başına bir turizm ikonu olan Jane Austen'ın bu biricik eseri sadece Ada'da kalmamış hiçbir zaman. Evet belki de bir romanın alabileceği en önemli iki payeyi almış: Evrensel ve kalıcı. Gurur ve Önyargı ateşinin her daim harlı kalması onu beyaz perdeye de defalarca konuk etmiş. En dikkate değer uyarlamaların başında 2005 yapımı Oscar ödüllü Atonement (Kefaret) 'in yönetmeni Joe Wright'in yönettiği Pride & Prejudice (Ülkemizde Aşk ve Gurur adıyla gösterime girmiş) geliyor. Yine Oscar ödüllü Dario Marianelli'nin müziklerini yaptığı Pride & Prejudice'da Akademi tarafından senenin en iyi kadın oyuncularından biri olarak gösterilen Keira Knightley'i Elizabeth olarak izliyoruz.
Knightley rolün altından başarıyla kalkıyor. Tüm zamanlarının en sevilen karakterini oynamak ona ve İngiliz aksanına çok yakışmış. Karşımızda biraz da Jane Austen'ın meşhur portresinden ilham almışa benzeyen bir Elizabeth var. Jane'i oynayan şu aralar "Gone Girl" olarak oyunculuğuna hayran kaldığımız Rosamund Pike da hayallerimize yakın bir Jane sunmayı başarıyor. En son Açlık Oyunları serisinde Başkan Snow olarak izlediğimiz Donald Sutherland'de kendine has Mr. Bennet'i oldukça esprili şekilde canlandırıyor. Filmin sürpriz oyuncusu Judi Dench de karşımıza en az düşündüğümüz kadar sinir bozucu Lady Catherine de Bourg'u çıkarıyor.
Film iyi bir uyarlama mı? Hem evet hem hayır. Evet çünkü, karakterlerimiz başarılı oyuncular tarafından canlandırılıyor, çekim mekanları - Mr. Darcy'nin tüm zamanların en büyük arzu nesnelerinden olan Pemberley'si başta olmak üzere - gözlerimize ziyafet çektiriyor, geniş açılı çekimler, farklı kamera açısı kullanımları filme can veriyor, müzikleri insana kitabı yeniden okuma isteği verecek kadar eşsiz ve "Austen" tınlıyor. Hayır çünkü, beyaz perdede sıkıcı olmayan bir tempo uğruna geçişler hızlı, sadece filmi izleyen biri kurguda rahatlıkla geçiştirmeleri görebilir ve tüm zamanların en güzel hikayelerinden birine karşı pek de hoş olmayan düşüncelere kolaylıkla kapılabilir. Neyse ki karmaşık bir karakter ağı ve yavaş olay öyküsü altında ezilmek istemeyen film romandan sapmıyor, temelde romanın okuyucusuna gülümsüyor. Özellikle romandan birebir alınmış repliklerle ortaya Austen severleri mutlu edecek bir görüntü çıkıyor.
Yine kitabın çevirmenlerinden Hamdi Koç'un nokta atışı ifadesiyle bitirelim yazıyı: "Gurur ve Önyargı okur için hayati şeyler ifade eden, zamanın üstesinden gelmiş, kalbin gücüne ve ölümsüzlüğüne ait az sayıdaki romandan biridir."
Geçmiş aldığımız nefeslerin toplamı mıdır? Peki ya kalp
atışlarımızın, adımlarımızın, göz kırpışlarımızın? Geçmiş “geçmiş” midir ya da?
Geçebilir mi? Kendi içinde bir “evren” barındırsa da bulunduğu evrende bir toz
parçacığı kadar bile yer kaplamayan insanoğlunun hayata tutunma çabası belki de
gelmiş geçmiş en büyük macera. Sonsuzluğun içerisinde her bir insanoğlunun yer
alma hikâyesi mucizelere inanmak için geçerli bir sebep değil mi? Boyhood’u
büyüleyici bir film yapan da işte bu. Hayat denen kısa süre sonsuzluğun en
güzel çağına şahit olmaya çağırıyor bizi: Çocukluğa.
Gökyüzüne bakan Mason’ın bakış açısıyla başlıyor Boyhood.
Fonda “galaksiler arası” bir grubun, Coldplay’in, en efsane şarkılarından biri
olan Yellow’la gökyüzünü seyre dalmak, sinema tarihinin en etkileyici
başlangıçlarından biri olsa gerek. Yönetmen Linklater, bir anlamda her şeyi
özetliyoruz aslında: Bulutların bembeyaz güzelliğine ve mavi sonsuzluk denizine
bakan masum bir oğlan çocuğu, hayat denen bu eşsiz maceraya panoramik bir bakışı
temsil ediyor.
Boyhood ana eksenine Eller Coltrane’nin canlandırdığı Mason
karakterini koyuyor. Mason, filmimizin başında ufak bir oğlanken film
sonlanırken onu üniversiteye giden genç bir delikanlı olarak izliyoruz. Filmin
en şaşırtıcı ve benzersiz yanlarından en büyüğü belki de bu: Bu film 12 senede
çekildi. Çocuk karakterlerimiz için büyüme, erişkin karakterlerimiz için de bir
olgunlaşma hikayesi var karşımızda.
Film her bir karakterine hak ettiği yeri vermekte çok
başarılı. Bir hayat replikası olarak Boyhood, bu anlamda hiç zorlanmıyor. Her
karakterin Mason etrafında yol alışlarını değil de “onunla birlikte”
geçirdikleri değişimi izliyoruz. Ama Mason bir başka. Dünyaya her daim meraklı
gözlerle bakan, ilkokulda sınıfta habire pencereden dışarıyı izlediği için
uyarılan, kelimelerinden çocuksu bir bilgelik akan ama asla şımarıklık ve
yapmacıklık içermeyen Mason’ımızın babasıyla diyalogu belki de tüm bunları
anlatıyor:
“-Baba, dünyada gerçek
sihir yok, değil mi?
-Nasıl yani?
-Periler gibi falan.
Hepsi sadece uydurma…
-Bilmem. Perilerin
balina gibi bir şeyden daha sihirli olduğunu nereden çıkardın? Anlıyor musun,
sana okyanusun altında sonar kullanıp şarkılar söyleyen dev bir deniz memelisi
olduğunu anlatsam, “O kadar büyükmüş ki kalbi bir araba kadar” , “Damarlarının
içinde sürünebilirsin!” desem ne düşünürdün? Sihir gibi olduğunu değil mi?
-Evet
-Ama şu an dünyada
peri falan yok değil mi?
-Hayır, teknik olarak
yok.”
Boyhood, benim için ayrı anlamı olan bir film. 90’larda
çocukluğunu yaşayan biri olarak huzur, hüzün ve melankoli karışımı bir duygu
hissetmemem elimde değildi. Boyhood’u özel kılan, tam da o zamanları
“yansıtması” değil, tam da o zamanların olması. Mason’un uzanıp renkli tüplü
televizyonda çizgi film izlediği sekanslar, kardeşi Samantha’nın Britney
Spears’ın şöhretin zirvesine tırmandığı ve “teenage” idol olduğu zamanların
nişanesi olan “Oops… I Did It Again” şarkısını söylediği anlar,Amerika-Irak Savaşı, sadece Amerika’da değil
tüm dünya çocuklarının dimağlarında yer edinmiş eski Amerikan başkanı Bush’ın
“icraatları”, video oyunları, “sanal bebek”ler, sessiz sinema oyunu ve belki de
bizim yaş grubumuzu ne kadar büyüsek geçmişe götürecek Harry Potter serisine
bir gönderme… Tüm bunlar o kadar naif ve gerçekçi ki, Linklater 90’ların
çocuklarının hayatına “büyülü gerçekçi”ve zamansız bir anı oluşturmaya çabaladığını ve bu çabasında da başarılı
olduğunu söylememek mümkün değil.
Patricia Arquette’ye gelecek olursak, hayat verdiği Olivia
karakteriyle de aldığı Oscar’ı fazlasıyla hak ediyor. Olivia, her şeye rağmen
hayat tutunmaya çalışan, yanlış evlilikler yaptığına şahit olduğumuz ve
çocuklarıyla büyüyen bir an
ne. Onun hakkında daha fazla konuşmadan önce belki
de şu repliklerine bakmak en doğrusu:
“Gerçek bu! Ben bir
anneyim. Sorumluklarım var. Ben de kendime vakit ayırmak isterdim. Gidip
kahrolası bir film izlemek isterdim. İstemediğimi mi sanıyorsun? Yemeğe çıkmak
, bara gitmek isterdim. Nasıl bir şey olduğunu bile bilmiyorum! Birinin
çocuğuyken birden çocuklarımın annesi oluverdim.”
Olivia, hayattan istediklerini almaya çalışırken bir yandan
da çok sevdiği çocuklarını büyütmeye çalışan bir anne ve yönetmen Linklater’ın
bu noktada anne fedakarlığı kavramına dikkat çektiğini görmekteyiz. Film,
toplumsal olarak üzerine yüklenen bu fedakarlık rolünde annelerin ne kadar
ezildiğini ve kendine ait hayatının olmasının bir lüks addedildiğini dramatik
bir şekilde dile getiriyor. Bunu yaparken de gerçekçiliğin topuzunu melodrama
kaçırmamayı başarıyor. Olivia, hayatın ona verdiği-vermediği desteklerle yoluna
bir anlamda yalnız başına devam eden bir karakter. Filmi bir “annenin çocuğu”
etiketiyle izleyen herkesin düşüneceği ve kendine soracağı çok şeyler var.
Arquette’nin oyunculuğun zirve yaptığı anda söyledikleri ise hikaye içinde
hikaye yaşamlarımızın en sorgulatıcı anlarından biri oluyor:
“Neyi fark ediyorum
biliyor musun? Hayatım böyle geçip gidecek. Bir dizi dönüm noktası: Evlenmek,
çocuk sahibi olmak, boşanmak, disleksi olduğunu sanmamız, sana bisiklete
binmeyi öğretmem, yine boşanmam, yüksek lisans diploması almam, nihayet
istediğim işe girmem, Samantha’yı üniversiteye yollamam, seni üniversiteye
yollamam. Sırada ne var biliyor musun? Kahrolası cenazem.
Sadece daha fazlasını
ummuştum.
Linklater filmlerinin vazgeçilmezi, Before
Sunset-Sunrise-Midnight üçlemesinden hatırlayacağımız Ethan Hawke, Boyhood’da
muhtemelen kariyerinin en keyifli rolünü oynuyor. Doğallığı ve samimiyetiyle hikâyeye
çok şey katan Hawke, baba rolünün hakkını veriyor. Bu baba figürü, anneyle ayrı
olsa da çocuklarıyla bağlarını her daim sıkı tutmaya çalışan ve hayatla
cebelleşen bir annenin yanında çocukların ruh sağlığını için bir denge unsuru
gerekliliğini karşılıyor. Linklater bize hatalarıyla doğrularıyla sevgi dolu
bir baba figürü çiziyor. Mason’ın lise mezuniyetinden sonraki günlerde
babasıyla yaptığı anlamlı konuşma da filmin “highlight”larından:
“-Peki ne anlamı var?
-Neyin?
-Bilmem, tüm bunların,
her şeyin.
-Her şeyin mi? Ne
anlamı mı var? Ben biliyorsam senin olsun. Kimse de bilmiyor, tamam mı? Sadece
idare ediyoruz. Güzel olan bir şeyler hissetmen, buna sıkı tutunmalısın.
Ciddiyim, yaşlandıkça hislerin köreliyor. Nasır bağlıyorsun…”
Mason’ın anne ve babası hayat maceralarında olgunluk
çağlarının sancılarını çekerlerken Mason’ın da kendini tanıma ve anlamlandırma
süreci içine girdiğine ve “büyüdüğüne” şahit oluyoruz. Daha ilk sahnede boncuk
gözleriyle gökyüzüne anlam arz eden bakış fırlatan bu ufaklığın hayatın
anlamını sorgulayan bir gence dönüşmemesi mümkün mü? Mason, lise aşkıyla
yaptığı konuşmalar senaryonun onun karakterini yansıtmada zirve yaptığı
noktalar oluyor:
“-Peki kimsenin seni
kontrol edemediği mükemmel bir dünya olsaydı ne fark ederdi? Ne değişirdi?
-Her şey. Sadece
istediğim her şeyi yapabilmek istiyorum, çünkü o zaman yaşadığımı hissediyorum.
Bir normallik yanılsaması yaşamaktansa…”
Boyhood, “büyüyen” bir film olma ayrıcalığını arka planda
zaman akışı hissiyatını koruyarak seyirciyi odaklıyor. Bir yanda küçük bir
kızken Britney Spears hayranı olan Samantha’yı ergenliğinde Lady Gaga dinlerken
buluyoruz, diğer yanda ise bizim her yaşı derinlikli yaşayan Mason’ımızın
ağzından Linklater’ın günümüz sosyal medya ve insan ilişkileri konulu
düşüncelerini dinliyoruz:
“Sonunda olayı çözdüm.
Bence her şey cyborg ve robot yapmanın fazla pahalı olduğunu fark etmeleriyle
başladı. Masrafları karşılamak imkânsızdı. Onlarda insanların kendilerini
robota dönüştürmesine izin vermekte karar kıldı. Şu anda yaşanan bu!
… Geçen gün bir yazı
okudum. Gelen kutumuzda yeni e-posta sesi duyduğumuzda beynimizde dopamin
salgılanıyormuş. Beynimizin yıkanmasına izin verdiğimiz için kimyasal olarak
ödüllendiriliyoruz sanki. Nasıl bir şeytanlık bu? Yanmışız biz…
… Sadece hayatımı bir
monitörden yaşamamayı denemek istiyorum. Gerçek etkileşim istiyorum. Gerçek bir
insanla, koyduğu profille değil.
Sabahtan beri
telefonunu kontrol ediyorsun, peki asıl amacın ne?”
Filmin tüm bu samimi ışıltıya sahip oyuncuları ve gerçekçi
ve çarpıcı kurgusunun yanı sıra mekan ve nesne kullanımı da görsel bir zevk
veriyor. Özellikle Amerika’nın doğal güzelliklerine şahit olduğumuz panoramik
çekimler ve bu panoramanın arasında doğanın bir parçasına dönüşen
karakterlerimizin inanılmaz estetik bir hava yarattığını söylemeliyim. Ayrıca filmin harika müziklere de sahip olması tüm bu şiirselliği ete kemiğe büründürüyor.
Özetle Boyhood tam anlamıyla seyirciler için bir “deneyim”.
Bir ailenin hikayesi bu ve aynı zamanda hepimizin gerçekliği. Adına hayat
dediğimiz bu kısa süreli sonsuzluğu bu kadar sihirli yapan da bizim hikayelerimiz
değil mi?
“Normal olmadığının
farkındayım, ama kim normali sevmiş ki?”
Belki de ilk olarak söyleyip kurtulmak gerek: Bu film bir Oscar
aldı. The Imitation Game, Akademi tarafından “en iyi uyarlama senaryo” dalında
ödüle layık görüldü. Konu Oscar olunca ön yargıyla yaklaşan ve Akademi’yi klişe
seçimler yapmakla eleştirenleri düşününce, belki bu noktada bu “etiket”ten
kurtulup filmin sahneleri arasında kaybolmak gerekir diye düşündüm. Hadi
şimdilik gelin bırakalım filmin bu “yeni imajı”nı ve İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların Enigma’sını
çözen deha Alan Turing’in puslu dünyasına bir adım atalım:
“Sorun elbette ki
havuçlarla başladı. Havuçlar turuncu, bezelyeler ise yeşildir. Temas etmemeleri
gerekir.”
Turing’in çocukluğuna, okul yıllarına inen sekans serisi bu
sahneyle başlıyor. Yemekhanede büyük bir dikkatle bezelyeleriyle havuçlarını takıntılı
bir biçimde ayıran izole edilmiş bir çocuk var karşımızda. Ve böyle bir avın
peşine düşmekte geç kalmayan okulun “zorba” tipleri. Çocukların birbirine
yaptığı şiddetin dramatiklik dozu seyirciyi üzme görevini başarıyla yerine
getiriyor. Bu noktada Turing’in ağzından film boyunca iki kere duyduğumuz ve
filmin “highlight” repliklerinden birine şahit oluyoruz:
“İnsanlar neden
şiddeti sever biliyor musunuz? İyi hissettirdiği için tabii ki. İnsanlar
şiddeti son derece tatmin edici bulurlar. Ancak tatmin yok olunca eylemin içi
de boşalır.”
Belki de bu nokta da filmin en önemli karakteri karşımıza
çıkıyor: Christopher. Turing’in en yakın arkadaşı ve gelecekte yapacaklarının
zihinsel temellerini atan saf çocukluk aşkı. Christopher’la aralarında geçen konuşmalar
senaryonun özellikle üstünde durduğu bir nokta. Temelde tüm bu geriye dönüşler aynı
amaca hizmet ediyor: Turing’i Turing yapan onu dört bir tarafı nefretle
kuşatılmış yalnızlık hissinden kurtaran ve saf sevgi, destek ve merhametini
veren Christopher.
“-Beni dövmelerinin
tek sebebi onlardan daha akıllı olmam.
-Hayır, seni
dövmelerinin sebebi farklı olman.
-Annem yalnızca tuhaf
ördeğin teki olduğumu söylüyor ve kesinlikle haklı
-Fakat biliyorsun
Alan, bazen kimsenin hayal edemediği
şeyleri hayal edip yapan insanlar vardır.”
Bu noktada üzerinde dönüp duracağımız düşünce patikamızın
varmak istediği yere bakışlarımızı çevirmek en doğrusu olacak. Dışarıdan
sorunlu ve zavallı olarak yaftalanan yapayalnız bir dahi ve “Christopher”
imgesi The Imitation Game’in film boyunca farklı açılardan ele almaya çalıştığı
eşcinsel bir aşk. Kendi hissiyatım, filmin bu konuda vermek istediği genel
hissiyatın şu olduğu: “Lütfen ön yargılarından sıyrıl ve anlamaya çalış.”
Filmin büyük dramı bu noktadan başlayıp “tarihi bir gerçeklikle” sonlanıyor.
Eşcinselliğin “ahlaka aykırı davranış” olarak yasalarca cezalandırıldığı bir modern(!)
İngiltere ve hapse girmektense hormonal tedaviyle kimyasal hadımı seçen,
sonrasında yaşadığı yıkıcı sürece dayanamayıp intihar eden Turing üzerinden
belki de şimdilerde kendini hoşgörü timsali ilan eden batı dünyasını kendisiyle
yüzleştiriyor. Bu noktada kelimeleri kullanmakta zorlanıyorum, bu bıçak sırtına
döndürülmüş hassas meseleyi makro düzlemde ve üstünkörü konuşmak “ahkâm
kestiğimi” hissettiriyor.Durup
düşünmemiz gereken şu, eşcinsellerin hayatları üzerinde tahakküm alanını
genişletmek isteyen bir toplum ve genel geçer dünya görüşü elbette ki bir adım
uzaktan tek belirleyici değişken olarak gözükmekte olsa da bu bireysel bir
mesele. Tek tek her bireyin dramını ele almadan, anlamaya çalışmadan sosyolojik
kuramsal çözümlemeler yapmak; 41 yaşında kaybedilen bir dehaya vereceği nişanla
kendini aklamaya çalışan İngiliz kraliyetinin yaptığından pek de farklı
gözükmüyor.
Özetle The Imitation Game, toplumların “öteki” olarak
gördüğü bir kesimin ön plana çıkmış bir mensubunun dramını ele alarak bu konu
hakkında kendince bir şey söylemek isteyen bir film. Beğenirsiniz,
beğenmezsiniz, ele alış biçimini üstün körü bulursunuz, her şey mümkün. Yalnız
unutulmaması gereken bir şey var: Hikâyelerdir bizi birbirimize yakınlaştıran,
ön yargılarımızdan sıyıran. Kendi aczimizi idrak ettirip sonsuz evrendeki
hoşgörüsüz bakış açımızın ne kadar sığ olduğunu gösteren. Dünyayı daha güzel
bir yere getirmek birbirimizi anlamaktan geçiyor elbette ve bu seyrüseferimizde
bize eşlik eden her sanat eseri de desteği hak ediyor. Bu noktada söylemek
istediklerimi Turing’in dostlarından Joan’ın sözüyle bitirmek en güzeli belki
de:
“Normal hiç kimse bunu
yapamazdı. Biliyor musun, bu sabah, sen olmasaydın şu anda var olmayacak şehrin
birinden geçen bir trendeydim. Sen olmasaydın muhtemelen ölmüş olacak bir
adamdan bilet aldım. Tüm konularda bilimsel araştırma yapabiliyorsam, yalnızca
senin sayende. Şimdi normal olmayı istiyorsan, emin ol ki ben istemezdim. Öyle
olmadığın için dünya son derece iyi bir yer.”
Filmin fikri altyapısını oluşturan bir diğer olgu ise bilim
insanlarına karşı devletin ön yargısı ve bilime destek olmak yerine altında
çapanoğlu arayan devlet büyükleri(!) . Turing’in büyük emeklerle yaptığı
makinesini korumaya çalıştığı sahneler filmin en dramatik anlarından birisi. Evet,
bu noktada diyeceğimiz şu: Bu bir dram. Her yandan kösteğe uğramış Alan’ın
yüzünün güldüğü anlara nadiren rastlıyoruz. Tampon görevi ise Keira Knightley’in
canlandırdığı Joan Clarke karakteri oluyor. Filmimizin erkek egemen dünyasında
kendisine yer edinmeye çalışan zeki ve etkileyici Joan, Alan’ı bir anlamda
ehlileştiriyor ve hayatın güzel yüzünü görmesini sağlamaya çalışıyor.
Huysuzluktan vazgeçip etrafındaki insanlara “intikam alır gibi” davranmaması
gerektiğini öğretiyor. Tam bu anda oyuncuklardan bahis açmak gerekiyor. Keira
Knightley kendisine verilen rol kalıbı içerisinde hareket ediyor ve filmin
kısıtlı sayılabilecek sürede çok şeyi anlatmaya çalışmasından nasibini alıyor.
Bu yüzden ön plana çıkacak bir oyunculuktan ziyade güzel bir eşlikçi kıvamında
kalıyor.
Alan Turing’i canlandıran Benedict Cumberbatch filmin ona
sunduğu her avantajı kullanıp, boşlukları dolduran bir oyunculuğa imza atıyor.
Karakterine gerçek anlamda hayat veren Cumberbatch konuşması, mimikleri ile
imzasını atıyor. Son sekanslarda yer alan Knightley’le karşılıklı oynadığı
sahne ise kişisel sinema tarihimde hafızamdan asla kazınamayacak sahnelerden.
Filmin insani duygulara hitap eden yanı elbette beni daha
çok çeken kısmı ama filmi “koşturan” macera ve gizem unsurlarını da unutmamak
gerek. Filmimize başka bir taraftan bakarsak bu bir şifre çözme macerası,
kriptografi sanatının ve günümüz bilgisayarlarının temelinin atıldığı bir
bilimsel yolculuktan can alıcı kesitler. Film üç zamanda gelip giderken
şifrenin nasıl çözüleceğini de size merak ettiriyor. Bilimin getirdiği
çözümlerin insanın içinde uyandırdığı o yadsınamaz mutluluğu size hissettirmeye
başaran sahneler de mevcut.
Son tahlilde filmin eleştirebileceğim tek noktası kısa
sürede çok şey anlatmaya çalışması. Kurgusal bağlam bir yana değinmek istediği
sosyolojik ve toplumsal problemler, arka planda yalnızca bir süs gibi kalan savaş
gerçeği… Elbette film Turing’i odağına alıyor ama bazı noktalarda da “Madem
göstermeyecektin neden hatırlattın?” dedirten noktalara değiniyor. Kendi adıma
konuşacak olursam The Imitation Game’in tadı damağımda kaldı.
Film Akademi’nin zaaflarından yararlanıp mı bu ödülü aldı
diye düşünmek sizin kararınızda ama ilk başta dediğimi en sonda da söylemek
gerek. Bırakın ödülü bir kenara ve yalnızca hikayeye odaklanın. Bu dünyada olma
sebebimiz de hikayeler toplamak değil mi zaten?
“-Ne okuyorsun sen?
-Kriptografi hakkında
bir şey.
-Gizli mesajlar gibi
mi?
-Gizli değil, harika
olan kısmı da bu. Herkesin görebileceği mesajlar ama anahtarı yoksa kimse ne
anlama geldiğini bilemez.
-Konuşmaktan ne kadar
farklı?
-Konuşmak mı?
-İnsanlar
birbirleriyle konuşurken ne demek istediklerini asla söylemezler. Başka bir şey
söylerler ve senden yalnızca ne demek istediklerini anlaman beklenir.”