Dün hayatımın en güzel günlerinden birini yaşadım. "Hayatımın yazarı" olarak adlandırdığım, gönlümde apayrı yeri olan Elif Şafak'la tanıştım. Bu vesileyle de İstanbul'dan ilk yazımı yazmış bulunuyorum Kontrast, nicelerine inşallah...
Sevgili Elif Şafak! İnce, zarif, kibar, ilgili, sıcakkanlı... Ondan beklediğim tüm sıfatların fazlasıyla karşıladı bizi. Okurlarıyla o kalpten bağı nasıl da güzel kurduğunu bizzat deneyimlemiş olmanın verdiği sevin içerisindeyim hale. Dile kolay, hayalimi gerçekleştirdim ben. Senelerden beridir süren tutkulu bir okurun başka ne istemesini beklersiniz? Televizyonlardan hep duyduğunuz o sesi yanı başınızda hissedince mutluluk sarhoşu oluyorsunuz bir nevi. Onunla sohbet etmenin zevki paha biçilemez. Belki başkalarına abartı gelebilir tüm bunlar ama yazarıyla gönül köprüsü kurmuş okurların beni anlayacağını düşünüyorum.
Kısmet oldu, blogum Kontrast'tan da bahsettim Elif Şafak'a, adresini de verdim. Bu yazıyı okuma ihtimali bile beni daha da mutlu etmeye yetiyor. İmza günleri aslında bir nevi tehlike, birkaç dakikada kafandaki yazarın o "idea" yazarın yerle bir olma ihtimali mevcut. Elif Şafak, samimiyetini bir an kaybetmeyen bir yazar ve kitaplarından kurulan bağı gerçek hayatta da güçlendiren bir "dost". Ve belki de en güzeli de Şehrin Aynaları'nı şöyle imzalaması: "Sevgili Kubilay, yollarımızın yeniden kesişmesi dileğiyle ve dostlukla..."
***
Tıp Fakültesi okumanın cilveleri diyelim, ayrı kaldım yine Kontrast'tan sizlerden. Elif Şafak'la görüşmeme vesile olan "Ustam ve Ben"e en kısa zamanda başlıyorum ve kapsamlı bir dosyayla karşınızda olacağım. Kısa zaman önce bitirdiğim bu sene Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Alice Munro'nun "Bazı Kadınlar"ının eleştirisini de "Ustam ve Ben"den evvel yayınlayacağım inşallah.
Edebiyatla kalın!
Kubilay
***
Daha önceki Elif Şafak kitap eleştirilerime ve yazılarıma ulaşmak için aşağıdaki linki kullanabilirsiniz:
http://kontrast9.blogspot.com/search/label/Elif%20%C5%9Eafak
Sanat da zaten zıtlıklardan ibaret değil mi? Kontrast da zıtlıkların uyumu. Sanatın ta kendisi.
22 Aralık 2013 Pazar
15 Temmuz 2013 Pazartesi
Bülbülü Öldürmek: Utancın ve Umudun Romanı
“İstediğin kadar kuş
avlayabilirsin ama, sakın bülbüle dokunma. Zararsız olanları öldürmenin günah
olduğunu aklından çıkarma.”
Bülbülü Öldürmek. İki kelimeyle bir kitabın özünü okuyucunun
kalbinde hissettirebilmek. Müthiş bir metafora sahip başlıkla okuyucuyla
buluşmak. Yüreği olan okuyuculara seslenmek ve nefes alan bir kitap yazmak.
Harper Lee’nin ilk ve tek kitabı bunların hepsini ve daha fazlasını karşılamış
olmanın gururu ve her geçen yılın ona kattığı deneyimle bir anıt kitap artık.
Zaman kavramını yok etmeyi başaran Bülbülü Öldürmek işlediği konuyla da –ne
yazık ki- güncelliğini korumaya her geçen gün devam ediyor.
1930’ların Amerika’sının Alabama Eyaleti, Maycomb
kasabasında yaşayan insanların hayatına mercek tutup örneklem tekniğiyle
insanlığın en büyük sorunlarından birine, ırkçılığa, işaret eden ve konuyu bir
romanın tüm olanaklarını kullanarak anlatan Bülbülü Öldürmek anlatım tarzıyla
da hedeflediği noktaya yani okuyucunun kalbine ulaşmayı başarıyor. Avukat
Atticus Finch’in kızı Scout’un gözünden bir panorama sunan Harper Lee
yetişkinlerin doğru bulduğu ama aslında koca bir trajediden başka bir şey
olmayan garip hal ve hareketlerini çocuksu bir duyarlılık ile sergiliyor.
Aslında “çocuksu” kavramı da olan bitene aykırı. “İnsancıl” demek en doğrusu. Harper
Lee olayı anlatmak için öyle güzel bir pencere seçiyor ki kırmızı harflerle
yazılı korkunç bir geçmişe ve de geleceğe sahip ırkçılığı en hassas biçimde ele
almayı başarıyor.
“Başını Dill’den yana
salladı. “Bunun duyguları daha sertleşmemiş. Bir parça büyüsün, hoş görmeyi,
katlanmayı öğrenecektir. Hastalanmayacak, ağlamayacaktır. İnsan olarak birçok
şeye üzülecektir ama… artık ağlamayacaktır. Ancak birkaç yıl ister.”
“Ağlamak mı Bay
Raymond, neye?” diye sordu Dill. Erkek olduğunu kavramaya başlamıştı sanırım.
“İnsanların
birbirlerine verdikleri acıya… Kimilerinin hiç düşünmeden neden oldukları
felaketlere…. Beyazların siyahlara yaşattığı cehennem hayatına… Onların da
birer insan olduklarını akıllarına getirmeyişlerine…”
Harper Lee, kitabına varmak istediği noktaya gelmeden önce
farklı bir yerden başlangıç yapıyor. Scout, abisi Jem ve arkadaşları Dill’i ve
yaşadıkları mahalleyi bize tanıtıyor aslında. Çocukların başından geçen ve
kitabın başında bilmesek de sonunda anladığımız “anahtar maceralar” okuyoruz
ilk sayfalarda. Boo Radley isimli çekingen, yıllardır evinden dışarı adım
atmamış, hakkında efsaneler dolaşan komşularını görebilmek için türlü oyunlar
çeviren üçlü hayatlarında dönüm noktası olacak insanla böyle yarı eğlenceli
yarı hüzünlü olaylarla, gizemli hediyeler ve ufak sıyırıklarla tanışıyorlar. Bu
aşamada üçlüyü tamamen tanımış oluyoruz. Talihsiz olaylar silsilesi
başladığında yazarın eli de böylece rahatlıyor tanıdık karakterlerle bir maceraya
içi rahat bir şekilde bizi uğurluyor.
Kitabımızın ana karakteri Scout da benim hayatımdaki
unutulmaz kitap karakterlerinden biri. Duygusal, hassas, sevecen, afacan,
başkaldıran, insancıl ve sevgi dolu, zeki ve tatlı bir kız çocuğu Scout. Çocuk
yaşını küçümseyenlere karşı kitap boyu büyük dersler veriyor. Yazar onu biraz
da erkeksi bir kız çocuğu olarak çiziyor. Halası tarafından hanım hanımcık
yapılmaya çalışılsa da içindeki “pantolonlu haşarı kız”ı bırakmıyor hiçbir
zaman. Rol modelleri abisi ve babası olan Scout’un gördüğümüz kadarıyla kız
arkadaşı yok. Erkeklerin dünyasını daha kolay buluyor, hanım hanımcıklığı
gereken zamanlarda pek hoşlanmasa da “rol” olarak üstleniyor. Toplumun çizdiği
normlara göre hareket etmeyi reddeden ama “gereken” yerlerde toplumun
çarklarına sıkışıp kalan bir Scout’la Harper Lee önemli bir mesaj veriyor.
Irkçılığın temelinde yatan “farklı” olmaktan duyulan korku Scout’la beraber ön
planda olmasa da romanın iskeletine inceden inceye yayılıyor.
Scout’un abisi Jem de kitap ilerlerken büyüyen ve
çocukluktan ergenliğe sancılı bir geçiş yapan bir karakter. Scout’la tatlı tatlı atışsalar da kardeşini
çok seven Jem babası gibi olmaya çalışıyor, karşılaştığı olaylardan
etkileniyor, kalbi kırılıyor, hayret ediyor.
“ “Jem, bana sorarsan
sadece bir tür insan var. O da insanın kendisi.”
Jem dönüp yastığına
bir yumruk indirdi. Tekrar sırtını dayadığında yüzü bulutlanmıştı. Kendi içine
kapanmak üzereydi. Kaşları çatıldı. Dudakları kapandı. İncecik bir çizgi oldu.
Bir süre konuşmadı. Sonunda, “Ben de öyle düşünmüştüm.” dedi. “Senin
yaşındayken. Bir tür insan varsa niçin birlikte geçinemiyorlar? Hepsi birbirine
benziyorsa, niçin birbirlerini kırmak için bu kadar çaba harcıyorlar? Scout,
öyle sanıyorum ki, bir şeyi anlamak üzereyim. Boo Radley’in bunca yıl niçin
evine kapandığını anlıyorum gibiyim… Çünkü evinde kalmak istiyor…”
Kitabımızın ve dünya edebiyatının en eşsiz karakterlerinden
Atticus Finch için ne desem az. Avukat Atticus toplumun değişmez normlarına
aykırı bir baba, bir aktivist, ırkçılığa karşı göğüs germiş, bir Amerikalı
değil, bir dünya vatandaşı her şeyden önce insanlık adına yakışan bir insan.
Kitap boyu dediği her söz, çocuklarını yetiştirirken takındığı tavırlar örnek
alınması gereken bir portre oluşturuyor karşımızda. Harper Lee’nin ve kalbi
olan her insanın özlediği insan türü o. Köşeleri olmaya, mükemmel olmaya
çalışmayan biri aynı zamanda. Harper Lee onu kahramanlaştırmadan ince bir
çizgide taşıyor kitap boyu.
“ “Her şeyden önce”
dedi. “Basit bir kuralı öğrenirsen, herkesle daha iyi geçinirsin Scout. Bir
insanı, sorunu onun açısından düşünmeye alışmadıkça anlaman olanaksızdır.”
“Efendim?”
“Derisinin içine
girip gezineceksin.” ”
![]() |
İlk baskının kapak tasarımı (1960) |
Geçtiğimiz sene yayınlanan filmiyle de büyük yankı
uyandıran ve Bülbülü Öldürmek’le temelde
aynı meseleyi işleyen The Help (Duyguların Rengi) kitabının yazarı Kathryn
Stockett’in de esinlendiğini düşündüğüm mahalle örnekleminden yola çıkarak
ırkçılığı anlatma tekniğinin temeli bu kitapta atılıyor. Ortada bir siyahînin
bir beyazın ırzına geçmekle suçlandığı bir dava ve dava ekseninde “onlar” ve
“biz” ayrımını en keskin biçimde ortaya çıkaran kasaba halkı var. Siyah olmanın
neredeyse hayvan olmakla eşleştirildiğini okumak insana acı veriyor. Daha da
acısı aslında birkaç umut vaat eden adım atılmış olsa da temelde aynı
hastalıktan muzdarip histerik bir insanoğlu günümüzde kanlı canlı varlığını
sürdürüyor. Hedefler değişiyor sadece, mekânlar ve zamanların sessiz ev
sahipliğinde. İnsanoğlunun büyük rezilliğinden bazen siyahîler, bazen etnik
gruplar, bazen din mensupları ve her zaman masum insanlar mahvoluyor. Aklım
almıyor, idrakime sığmıyor. Bir insan nasıl sırf ten renginden dolayı bu
muameleleri görür, açıklama yapamıyorum. Yapamıyoruz. Geçiştiriyoruz.
Yüzleşemiyoruz. Sözde insanlık bu. Manevi Taş Devri’nden ruhsal arkaiklikten
kurtulamamış insanoğlu utandırmalı hepimizi. Atticus’un siyahî Tom için yaptığı
müthiş savunmaya kulak vermekte fayda var:
“ Gerçek şudur. Bazı
zenciler yalan söylerler, bazı zenciler kadınlara karşı saygısızdır, beyaz
kadın olsun, siyah kadın olsun, fark etmez. Fakat bütün bunlar yalnız bir ırkı
değil, bütün insanlığı ilgilendiren suçlardır. Bu salonda hayatında yalan
söylememiş, ahlaksız bir davranışta bulunmamış bir insan olabileceğini
sanmıyorum.”
Kalabalıklara karşı bir başına mücadele eden bir kahramanın
hikâyesi bu. Atticus Finch, Bülbülü Öldürmek’le tarih yazıyor. Doğru
bildiğinden bir an bile vazgeçmiyor. Scout’un Hitler’i lanetleyip siyahilere
cephe alma ikilemi içinde bulunan öğretmeninin aksine tüm insanlığa sevgiyle
yaklaşıyor Atticus:
“ “Ama Hitler’den
nefret etmek doğru mu?”
“Doğru değil.” dedi.
“Kim olursa olsun, nefret etmek doğru bir hareket değildir.” ”
Yazarının kelimeleriyle Bülbülü Öldürmek “anlatması gerekeni
tek başına anlatabilen” bir kitap. Hakkında ne yazılırsa yazılsın yetersiz
kalması da bundan. Bülbülü Öldürmek mutlaka ama mutlaka okunmalı. Bu
best-seller tavsiyeleri gibi bir tavsiye değil ama. İnsanlığa çağrı.
Satırlarında kan ve gözyaşı olan; masumiyet, hüzün ve utancın roman Bülbülü
Öldürmek. Çocukluğun romanı. Yetişkinlere kendilerine çeki düzen vermelerini
çocuk dilinden aktaran bir ihtar. Çocukları nasıl köşeye sıkıştırdığımızı ve
onların içindeki cevherleri sıradanlaştırıp ruhlarını fakirleştirdiğimizi
anlatan bir ağıt. İnsanlardan kaçıp saklanan Boo Radley’i ile bu durumun
çözümünün ne kadar zor olduğuna işaret eden bir bildiri. Ama… Yine de umudun
kitabı Bülbülü Öldürmek. İyi insanlar var dedirten bir ferahlık. Hassas
insanların yalnız tadabildiği mütereddit bir ferahlık bu. Her şeye rağmen
sarılacak bir dalımızın olduğunu hatırlatan bir başyapıt.
![]() |
Harper Lee |
Adıyla, karakterleriyle, olayları ve kurgusuyla, bilhassa
dünya edebiyatının işlediği en önemli mahkemesi ve Atticus Finch’in efsanevi
savunmasıyla kendisi de bir avukat-yazar olan Harper Lee’nin ilk ve tek romanı
Bülbülü Öldürmek karşısında saygıyla eğiliyorum.
Böyle bir kitap hakkında yazılan yazıyı da ancak kendi
satırlarıyla bitirebilirim:
“Yakından tanıdığında
bütün insanlar iyidir Scout.”
*Büyük usta Harper
Lee’yi sevgi ve hayranlıkla selamlıyor, Altın Yayınları’na ve dilimize bu başyapıtı
kazandıran Özay Süsoy’a teşekkür ediyorum.
3 Temmuz 2013 Çarşamba
Kafka'nın Doğum Gününde Mutlu Bir Haber
Bugün eşsiz yazar Franz Kafka'nın 130. doğum gününü kutlarken sizinle mutlu bir haberi paylaşmak istedim. Kısa bir süre önce yazdığım Dönüşüm yazım sayesinde Twitter aracılığıyla Kafka Okur oluşumuyla tanıştım. Ve ne mutlu ki Dönüşüm -ve tabii ki de Kafka sayesinde- bu oluşumda yer almam için teklif aldım. Böyle nitelikli bir işin içinde yer almayı seve seve kabul ettim.
Bundan sonra www.kafkaokur.com adresinden de paylaşımlarda bulunma mutluluğu içerisinde Kafka'ya bir kez daha teşekkür ediyorum, ne de olsa bu yeni kapı onun sayesinde açıldı önümde.
Kafka Okur'a mutlaka uğrayın. Tüm zamanların en eşsiz yazarlarını temele alan konseptiyle ve geniş edebi yelpazesiyle tüm edebiyat severleri bekliyor her zaman. Sitenin illüstrasyonlarla zenginleştirilmesi apayrı bir olay, yazımda da kullandığım bu çalışmaların tamamını görünce eminim ki sizler de hepsini çok beğeneceksiniz.
Sözleri bitirmeyi Usta'ya bırakıyorum. Ve tekrar... İyi ki doğdun Kafka!
Bundan sonra www.kafkaokur.com adresinden de paylaşımlarda bulunma mutluluğu içerisinde Kafka'ya bir kez daha teşekkür ediyorum, ne de olsa bu yeni kapı onun sayesinde açıldı önümde.
Kafka Okur'a mutlaka uğrayın. Tüm zamanların en eşsiz yazarlarını temele alan konseptiyle ve geniş edebi yelpazesiyle tüm edebiyat severleri bekliyor her zaman. Sitenin illüstrasyonlarla zenginleştirilmesi apayrı bir olay, yazımda da kullandığım bu çalışmaların tamamını görünce eminim ki sizler de hepsini çok beğeneceksiniz.
Sözleri bitirmeyi Usta'ya bırakıyorum. Ve tekrar... İyi ki doğdun Kafka!
"Bir kitap başımıza inen bir darbe gibi bizi sarsalamıyorsa neden zahmet edip okuyalım ki?"
Kafka Okur'un Web Adresi: www.kafkaokur.com
Twitter Hesabı: www.twitter.com/kafkaokur
Kontrast'ın Twitter Hesabı: www.twitter.com/blogkontrast
2 Temmuz 2013 Salı
Cehennem: Dante’nin İzinde Viral Roman Yazma Sanatı
“Ben Gölge’yim.
Acılar kentinden
kaçarım.
Sonsuz kederin içinden
uçarım.”
Cehennem’e hoş geldiniz! İşte karşınızda kelimenin tam
anlamıyla sansasyonel yazar Dan Brown’un yeni başyapıtı. Dante’nin İlahi
Komedya’sından beslenen, tarihi, coğrafik, kriptografik ve bilimsel ögelerle
bezenmiş bir tablo Cehennem. Sürükleyici kelimesi hiç bu kadar yetersiz
kalmamıştı, emin olabilirsiniz.
Belki de neden bu kadar hararetli bir başlangıç yaptığımı
düşünenler olabilir. “Çok satan yazar soğukluğu” olan edebiyat okurlarına
seslenmeliyim önce. Ön yargıları yıkmanın tam zamanı. Belki aradığınız edebi
zevki bulamayabilirsiniz ama herkesin böyle bir kitabı okumaya ihtiyacı var.
Kendi adıma uzun süredir beni böyle dünyadan koparan bir kitapla
karşılaşmamıştım. Zaten bir kez okumaya başlasanız bile eminim ki
bırakamayacaksınız, çünkü Brown eline geçirdiği okuru bırakmaya niyeti olmayan
viral bir roman yazmış durumda.
![]() |
Cehennem'in orijinal kapağı. Bizim kapağımızdaki gizemki Dante maskesinin yerine Dante'nin portresi kullanılmış. |
Belki de bu sözler Cehennem’in kurgusunu özetliyor. Brown’un
vazgeçilmez başkarakteri Robert Langdon’un kitap boyu düsturu da bu söz aynı
zamanda. Zamana karşı bir yarışın da olduğu unutulmazsa Dan Brown kurgusunu
öyle sağlam ve sürprizli kuruyor ki merak etmeden okumak imkansız hale geliyor.
Cehennem Floransa, Venedik ve İstanbul üçgeninde geçiyor.
Kötü kahramanımız transhümanist felsefenin savunucusu, germ-line
mühendisliğinin kurucusu, deli mi dahi mi karar verilemeyen –ki bana sorarsanız
deliliğe daha yakın- Francis Zobrist’in dünya nüfusunun aşırı artışının getireceği
kaosu engellemek ve dünyanın kendi kendini tüketmesine izin vermeden yapay bir müdahaleyle
nüfusu azaltmak için hazırladığı bir salgının yayılmasını engellemeye çalışan
Robert Langdon bu bağlamda sayısız badireler atlatıyor, başına gelmedik
kalmıyor. Bu sırada Robert Langdon’a yardıma eden Dr. Sienna Brooks, Brown’un
klasik “Bond kızı” geleneğine uyuyor, yani yine Langdon’un yanında ondan daha
zeki ve olayları çözmesinde anahtar rol oynayan bir kadın karakterimiz var.
Dan Brown romanlarından kadın karakter ağırlıklı yazmayan bir romancı ve
yazdıkları da tercihen daha az feminen ya da feminenliğini bilinçli olarak
kullanan ruhu maskülen kadınlar diyebiliriz. Sienna dışında Dünya Sağlık
Örgütü’nün direktörü Elizabeth Sinskey ve kısa bir süre de olsa kitapta yer
alan Ajan Vayentha dışında Cehennem romanı erkeklerin egemenliğinde. En azından
olaylarda aktif ve tam anlamıyla anahtar rol oynayan Sienna’yla bir nebze olsun
bu eksiklik gideriliyor diyebiliriz.
![]() |
Romanda önemli rol oynayan mekanlardan biri: Boboli Bahçeleri, Floransa |
Sanat tarihi profesörü ve kriptografi uzmanı Robert Langdon
bana her zaman yakın gelen ve Dan Brown’un da vazgeçemediği başkarakterken bu noktada
asıl spot ışığı Sienna’nın üzerinde olmalı diye düşünüyorum. IQ’sunun 208
olduğu sık sık yazar tarafından zikredilen Dr. Sienna Brooks, iyi bir oyuncu ve
kendini dünyayı kurtarmaya adamış bir aktivist. Çocukluktan beri bu farklılığı
ona engel oluşturmuş ve toplum içinde yalnız kalmasına sebep olmuş. Brown bunu
Sienna’ya ayırdığı özel bölümde çok başarılı bir şekilde anlatıyor:
“Çocukken olağanüstü
bir zekâya sahip olan Sienna, büyürken kendini hep yabancı bir diyardaki bir
yabancı gibi hissetmişti… Terk edilmiş bir dünyada tutsak kalmış bir uzaylı
gibiydi. Arkadaş edinmeye çalışmıştı ama akranları onun ilgisini çekmeyen
saçmalıklarla meşguldüler. Büyüklerine karşı hep saygılı olmaya çalışmıştı ama
çoğu yetişkin ona dünyayla ilgili basit şeyleri bile kavrayamayan, daha da
kötüsü hiç merak etmeyen ve endişelenmeyen yaşlanmış çocuklar gibi geliyordu.
Kendimi bir hiçliğin parçası gibi hissediyorum.
…Normal biri olma isteği…
İnsanlar onu, “Sienna
yavaşla!” diye uyarıyorlardı. “Dünyayı kurtaramazsın!”
Ne korkunç bir laf.
…Bir kişi nasıl fark yaratabilir ki…
…Ben hasarlıyım…”
Toplumdan soyutlanma ve yalnızlık temalarını işleyen Dan
Brown güzel bir iş başarıyor ve kurgusuyla da Sienna’ya öyle bir rol biçiyor
ki… Kitabı okuyacak olanların heyecanlarına zarar vermemek için ayrıntılardan
bahsetmiyorum, okuduğunuz zaman ne demek istediğimi anlayacaksınız.![]() |
Robert Langdon'un kabuslarına giren ve Ortaçağ'da veba doktorlarının kullandığı maske |
Bir başka inanılmaz karakter de kötü adamımız Francis
Zobrist – daha çok Zobrist adıyla zikrediliyor kitabımızda- Nüfus artışı
kontrol altına alınmadığı sürece insan ırkının tükeneceğini savunan Zobrist
yayınladığı makalelerle toplum tarafından dışlanmış durumdayken dünyanın dört
bir yanında ona hizmet eden müritlere sahip. Bir salgın yaratıp bununla
gerekliği “temizliği” yapmak isteyen Zobrist’in fikirlerini ayrıntısıyla
öğreniyoruz. Zaten kitabımız da macera oluşumuna sebep olan şahıs Zobrist’in ta
kendisi. Asıl ilginç olansa Zobrist’in tüm bu planlarını Dante ve onun şaheseri
İlahi Komedya – özellikle Cehennem- üzerine kurmuş olması. Kitabımıza adını
veren Cehennem de buradan geliyor.
“Ayıklama Tanrı’nın
doğal emridir. Kara Ölüm’ün ardından ne geldiğini kendinize sorun. Cevabı
hepimiz biliyoruz. Rönesans. Yeniden doğuş. Her zaman böyle olmuştur. Ölümün
ardından doğum gelir. Cennete ulaşmak için insanın cehennemden geçmesi gerekir.
Usta bize bunu öğretti…
Ölümden korkmuyorum…
Çünkü ölüm hayalcileri şehit mertebesine yükseltir… Asil fikirleri eyleme
dönüştürür. İsa. Sokrates. Martin Luther. Bir gün onlara katılacağım.”
![]() |
Kitabın en önemli anahtarlarından biri Boticelli'nin La Mappa dell' Inferno'su |
Dante, Zobrist’in hayran olduğu bir sanatçı ve planlarını da
onun Cehennem’i üzerine kuruyor ve hazırladığı şifre ve oyunlarla Robert
Langdon’u üç şehirde Dante’nin yolculuğunun izini süren gizemli bir macera
çıkarıyor. Zobrist, takıntılı ve histerik edebiyat düşkünü bir bilim adamı.
Kitap boyu Dante her an karşınıza bambaşka yerlerden çıkacak ki ne dediğimi o
zaman gayet iyi anlayacaksınız. Zobrist’i bir kenara bırakırsak Dan Brown
Dante’nin İlahi Komedya’sını romanına zemin haline getirerek zarlarını sağlam
atıyor ve kurgusuna her zamankinden daha kuvvetli bir sanatsal altyapı
hazırlıyor. Botticelli’ler, Michelangelo’lar, Vasari’ler de resim ve heykel
ayağını oluşturuyor işin –ki klasik bir Langdon macerası sanatsız olmaz- Gerçekten
de bu durum tüm okuyucuların da hoşuna giden bir durum. Aynı zamanda daha önce
duymayanlar için öğrenme fırsatı sağlaması da bence takdir edilmesi gereken bir
olgu. Cehennem aynı zamanda Brown’un Langdon’a bizler için anlattırdığı bir
sanat tarihi dersi.
![]() |
Transhümanizmin Simgesi |
Kitapta bahsedilen transhümanizm felsefesinden de
bahsetmeden geçmek istemem. Transhümanizm insanın evrimine kendi eliyle çeki
düzen vermesini isteyen, insandan yapay seçilimle bir süper tür yaratmayı
planlayan, Langdon’un benzetmesiyle
“Hitler’in öjeniğinin –genetik seviyede etnik temizlik” bir benzerini
yapmak isteyen ama daha geniş çapta etnik köken gözetmeksizin insan türünün
sayısını ideale getirmeyi amaçlayan fütüristik bir hareket. Transhümanizim
gücünü genetik mühendisliğinden alıyor ve dünya çapında sorumluluk sahibi
bireylerden oluşuyor: Güvenilir bilim adamları, vizyon sahibi bireyler,
hayalperestler ayrıca hareketi alevlendiren militanlar. Cehennem’in
yayınlanmasıyla birlikte çok tartışılan ve tartışılmaya devam edilecek bir
durum bu ve yine belirtmek gerekir ki Brown’un daha önce denediği tarzda bir
tarikat olgusuyla kurguya hareketlilik katmak amaçlanıyor.
Aslında burada şu noktaya dikkat çekmek gerekir. Dan Brown
yine alışılagelen tarzını kullanıyor tüm bu süreçte. Oluşturduğu kendine has roman
kalıbını kullanıyor yine. Ama bu bir tekrara düşmek değil, Brown büyüsünün ana
maddesi bu unsurlar zaten. Çok satan ve tüm dünyayı her denediğinde kasıp
kavuran romanlarıyla bu formülün başarısını defalarca kanıtladığı göz önüne
alınırsa Dan Brown’un neden bundan vazgeçmediği gayet iyi anlaşılabilir.
“Diz çök bilgeliğin
kutsal mouseion’undan ve kulağını yere daya, dinle suyun şırıltısını.
Batık sarayın
derinliklerine in, orada, karanlığın içinde bekler khthonik canavar kan
kırmızısı sularına gömülmüştür lagünün ki yansıtmaz yıldızları.”![]() |
Göksel Gülensoy kitabın sürprizlerinden... |
Bu satırlar nereyi işaret ediyor peki? Tabii ki de yazmamın
bir nedeni var. Dan Brown’un bize özel sürprizi: İstanbul. Kadim şehir Brown’un
romanında kilit rol oynuyor ve düşünmeden edemiyorsunuz neden daha önce
İstanbul’u kullanmadı Dan Brown diye. İstanbul’un Vatikan’dan ya da
Floransa’dan eksiği yok sanat ve tarih açısından ki bu da kitaba çok güzel
yansıtılmış. Brown’un İstanbul’unda Langdon’la beraber Ayasofya’ya, Yerebatan
Sarnıcı’na, Sultanahmet Camii’ne, Topkapı Sarayı’na rastlıyoruz. İstanbul’da
bizi karşılayan rehber Mirsat’la birlikte kendisinden sadece bahsedilse de Göksel
Gülensoy Cehennem’in Türkiye kadrosu. Göksel Gülensoy gerçek biri ve kendisi
Ayasofya’nın altına, yer altı mağara ve galerilerine keşif amaçlı dalış yapan
ve İstanbul’un saklı gizemlerini ortaya çıkaran kıymetli bir belgesel ve film
yapımcısı, bu yüzden de Dan Brown onu romanına alarak güzel bir jest yapmış.
“Burası ikiye bölünmüş
bir dünya, karşıt güçlerin şehriydi: Dindarlarla laikler; eskiyle yeni;
Doğu’yla Batı… Avrupa ile Asya arasındaki coğrafi sınırda duran bu ebedi şehir,
gerçekten de Eski Dünya’dan daha eski bir dünyaya uzanan bir köprüydü.”
Cehennem muhteşem kurgusu ve Dan Brown esintileriyle sizi
sarıp sarmalayacak ve tuzaklı yapısı ve her bölümünü “en heyecanlı yerinde”
bitiren, okumayı daha da hızlandıran 104 bölüme ayrılmış yapısıyla sizden
ayrılmaya hiç niyeti olmayan bir roman. İster bunu itiraf edin isterseniz
etmeyin ama yapılması gereken tek şey Dan Brown’u bir kez daha tebrik etmek.
Destansı bir yolculuk bu olsa gerek. Cehennem, yılın kitabı.
![]() |
Dan Brown |
*Kitabı en güzel ve aslına en yakın haliyle dilimize çeviren
Petek Demir- İpek Demir ikilisine ve Altın Yayınları’na teşekkürler.
Kubilay
26 Haziran 2013 Çarşamba
Dönüşüm: Tüm Zamanların En Etkileyici Edebi Manifestosu
Bu benim ilk Kafka’m: Dönüşüm.
Beni nasıl bir deneyimin beklediğini kestiremediğim bir başlangıçtı kitabı ilk
elime aldığım anlar. Uzun zamandır Kafka hakkında o kadar çok kişiden, o kadar
çok şey duymuş olmamla beraber bu kadar tarafsız –itiraf ediyorum aynı zamanda
bilgisiz- bir başlangıç çok iyi oldu aslında. Yepyeni kıtalar bulmaya yelken
açmış kâşifler misali önümde koca bir “Kafka Dünyası” açıldı sözün özü. Şimdi
okuyacaklarınız Kafka Denizi’ne kıyısı olan Dönüşüm Adası’nda yapayalnız kalmış
bir münzevinin anıları.
Dönüşüm, tüm zamanların en iyi başlangıç cümlelerinden
biriyle başlayan uzun bir öykü. Gregor Samsa’yla yani kitabın başkarakteriyle
tanışmak ancak bu kadar sade ve net, bir o kadar keskin bir ifadeyle
olabilirdi:
“ Gregor Samsa, bir
sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş
olarak buldu.”
Zaten bu başlangıç cümlesi yeterince iyiyken okuduğunuz her
kelime sizi gerçekten de büyülüyor. Gözlerinizin önüne her şey capcanlı olarak
gelmiyor aslında, Dönüşüm öyle bir kitap da değil zaten. Kafka’nın büyülerinden
biri bu olmalı. Karşındaki dünya ne etten kemikten müteşekkil ne de bilinmez
bir dünya. Dönüşüm karşınızda tam da bu ikisinin arasında, kelime karşılığı
olmayan bir şekilde tasvir ediliyor. Her şey orda, elinizi uzatsanız
tutabilecekseniz ama tuttuğunuz anda paramparça olacak sanki. Gri bir dünya.
Arafta bir tasvir tarzı.
Dönüşüm’ün karakter kadrosu Gregor Samsa ve ailesi bir de
başlangıç bölümündeki müdürden ibaret. Kafka’nın tüm karakterleri hatalarıyla
kusurlarıyla gerçekçi karakterler. Hepsi ölümsüz karakterler aslında bizlerden
parçalar taşıyan, bizler gibi bütüne varamayan karakterler.
Tabii ki de temel olayımız Gregor’un böceğe dönüşmesi. Kafka
tüm zamanların en başarılı metaforlarından birini kullanıyor ki bu da öyküyü
bir başyapıta çeviriyor. Neden başkarakteri böceğe dönüştürüyor Kafka? İki
farklı görüşe ayrılıyor Kafka araştırmacıları bu noktada. Kimileri Kafka’nın
ailesinde yaşadığı ezilmişliği gösterdiğini söylerken kimileri ise bireyin
toplum içinde hiçliğini gösterdiğini söyleyerek durumu daha geniş bir düşünce
aralığına yayıyor. Bana kalırsa ikinci düşünceye yakın olmakla birlikte ikisi
de etkili aslında. Bu konuda başvuracağımız son nokta ise Kafka’nın Gustav
Janouch’la konuşmaları oluyor. Kafka aynen şöyle diyor:
“Herkes, beraberinde
taşıdığı parmaklığın ardında yaşıyor. Şimdi hayvanlarla ilgili bunca şey
yazılmasının nedeni de bu. Özgür ve doğal bir yaşama duyulan özlemin ifadesi.
Oysa insanlar için doğal yaşam, insanca yaşamdır. Ama bunu anlamıyorlar.
Anlamak istemiyorlar. İnsan gibi yaşamak çok güç, o nedenle hiç olmazsa
kurgusal düzeyde bundan kurtulma isteği var.”
Kafka Dönüşüm’le tüm zamanların en etkileyici edebi
manifestosunu yazmış aslında. Usta bir yazar olmak belki de bu. Fikirlerini
doğal olarak edebiyatla vermek. Ama öyle aralara serpiştirmek falan değil bu.
Kitabın mayasını bunla yoğurmak. Katmanlı bir roman hazırlamak. Çok kapılı.
İster böyle okursun Dönüşüm’ü ister fantezi olarak isterse bir aile dramı.
Anlamak isteyenlere veriyor mesajı Kafka. Okuyucuya bir şeyler katmaya
çabalamıyor. Onu özgür bırakıyor. Bir başyapıtın nasıl yazılması gerektiğini,
öykü yazarı olmanın ne demek olduğunu, yazarların hayata karşı duruşlarını
nasıl belli etmeleri gerektiğini anlatıyor Kafka Dönüşüm’üyle.
Kafka okuduğum yazarlar arasında en ayrıksı olanı. Max
Brod’a öldükten sonra hiçbir eserinin yayınlanmamasını vasiyet etmesi başlı
başına edebiyat tarihinin en unutulmaz olaylarından. Vasiyetinin
gerçekleşmemesi bir yana Kafka yaşarken yazan, yazarken yaşayan bir adam. Can
Yayınları’nın özenli baskısında yazarın nişanlısı Felice Bauer’e yazdığı
mektupları incelemek yazarın yazma deneyimi hakkında büyük ipuçları da veriyor.
“Biraz önce dünkü
öykümün başına geçtim, içimi bu öyküye dökmeye yönelik sınırsız bir tutkuyla,
türlü çaresizliklerin tahrikiyle…”
Dönüşüm üç bölümden oluşan uzun bir öykü. Her bölümü üç
temel olayın dallandırılmasıyla yazılmış. Gregor’un kardeşi Grete, annesi ve
babası her bölümde yanımızda olan karakterlerken Gregor’un işyeri müdürü ilk
bölümde bulunuyor. Aynı zamanda iki farklı hizmetçi de bulunmakta. Dönüşüm
kendini okutan, okuturken kendinden başka bir şey düşündürmeyen, bittikten
sonra da sanki alkışlatmak istercesine yazarını öne çıkaran bir kitap.
Dönüşüm’ün bence temel olayı günümüzde de kuvvetli bir şekilde
ihtiyaç duyduğumuz farklılıklara tahammül aslında. “Böcek” olmak hala o kadar
kolay ve bu durumdan kurtulmak o kadar zor ki. Dışlanmak, ezilmek, kapalı
kapılar arkasında bırakılmak, yok sayılmak, saklanmak zorunda kalmak, ikinci
sınıf olmak… Tüm bunlar Kafka’dan günümüzdeki tüm insanlığa bir ders aslında.
Bir utanç vesikasının minyatürü Dönüşüm. Kolektivitenin eziciliğine karşı
bireyin sessiz haykırışı, pasif direnişi ama yine –ve maalesef- farklı olanın
kaybolup gitmesi. Kendimiz gibi olmayanlara ne kadar tahammül ediyoruz bizler?
Kalplerimizin üzerini kaplayan, gözlerimizi perdeleyen bu öteki korkusu bizden
neleri alıp götürüyor? Kafka bize tüm bunları düşündürüyor ve daha fazlasını.
Açık ve net bir şekilde: Dönüşüm’ün sonu bize aslında o kadar da yabancı değil.
Hala yerimizde sayacak mıyız? Kafka’nın da dediği gibi “Parmaklık, burada.” .
Tam da gözümüzün önünde. Parmaklıklar arkasında tek tip bir dünyada daha ne
kadar kalabilir ve hala asıl parmaklıklar ardına hapsedilenin farklı olanlar
olduğu yanılgısı içinde olabilir insanoğlu?
Kafka’nın konuşmalarımızın elimizde olması büyük bir şans.
Tüm anlattıklarımı büyük usta özetlemiş aslında. Belki de bu yazıya nokta
koymanın en iyi yolu yine Kafka’nın ta kendisi:
“Düş, gerçekliği,
tasarımı aşan gerçekliği ortaya çıkarır. Yaşamın korkunç, sanatın ise sarsıcı
yanı, işte budur.”
Dönüşüm, “gerçek insana dönüşmek” isteyen herkese sonsuza
dek kucak açmış bekliyor olacak. Gerisi size kalmış.
*Usta çevirmen Ahmet Celal’e; önsözüyle, sonsözüyle,
mektuplarıyla en güzel şekilde derleyen ve Kafka’ya yakışan bir kitap basan Can
Yayınları’na tüm Kafka sevdalıları adına teşekkürlerimi borç bilirim.
Kubilay
24 Haziran 2013 Pazartesi
Yeniden Başlamak

Uzun zaman oldu. Kitaba hasret, edebiyata hasret, sanata
hasret geçen günler son buldu artık. Koskoca bir sene dile kolay. Benim için
çok yoğun günlerdi, öyle böyle değil. Çok şükür her şeyin bir sonu var, benim
üniversite maratonumun “çalışma” safhasının sonu geldi inşallah. YGS de geçti
LYS’ ler de artık. İyisiyle kötüsüyle, başarılarla hayal kırıklıklarıyla,
yorgunlukla uykusuzlukla geçti günler, haftalar, aylar. Artık sonuçları bekleme
zamanı, sonra tercihler, sonra kayıt derken hayatın akışı devam edecek. Hangi
şehre giderim hiçbir tahminim yok. Sürprizli sınav maratonu hep
belirsizliklerle dolu oldu zaten hem ben hem de tüm arkadaşlarım için.
Hayatımın yepyeni bir bölümü başlamak üzereyken duyduğum garip hisleri, “acaba
bundan sonra nerede yaşayacağım, kimlerle tanışacağım?” sorularının uçarılığı
arasında ruh halim sarkaç misali. İnşallah en iyisi olur, en hayırlısı, kendime
fayda sağlayıp hayallerime gerçekleşeceğim bir yer olur. Dualarınızı eksik
etmeyin benim için…
Tüm bu zorlu sürecin benden çaldığı güzelliklerden biri de
sevgili blogum Kontrast oldu ve birbirinden kıymetli blogger arkadaşlarım. Ama
bundan sonra yine ve yeniden beraberiz inşallah. Blogun yeni tasarımıyla ve
farklı yenilik fikirleriyle beraber. Bunlardan biri de müzik olacak. Kontrastın
içeriğini genişletip müzik yazıları da yazmak aklımda var. Edebiyat yazılarının
hızına yetişir mi bilmem ama yenilikler ve değişimler her zaman güzel değil
midir? Bu müzik yazıları hakkında ne düşünüyosunuz, yorumlarınızı bekliyorum ayrıca.
Daha dinamik, daha geniş içeriğiyle her zamanki kadar samimi
bir Kontrast’la karşınızda olmak beni çok mutlu ediyor. En kısa zamanda yeni
içerikleri yayınlamaya başlıyorum.
Kültür ve sanatın her daim kalp atışınız olduğu günler
dileğiyle ;)
Kubilay
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)