13 Mart 2015 Cuma

Boyhood: Bizim Hikayemiz



Geçmiş aldığımız nefeslerin toplamı mıdır? Peki ya kalp atışlarımızın, adımlarımızın, göz kırpışlarımızın? Geçmiş “geçmiş” midir ya da? Geçebilir mi? Kendi içinde bir “evren” barındırsa da bulunduğu evrende bir toz parçacığı kadar bile yer kaplamayan insanoğlunun hayata tutunma çabası belki de gelmiş geçmiş en büyük macera. Sonsuzluğun içerisinde her bir insanoğlunun yer alma hikâyesi mucizelere inanmak için geçerli bir sebep değil mi? Boyhood’u büyüleyici bir film yapan da işte bu. Hayat denen kısa süre sonsuzluğun en güzel çağına şahit olmaya çağırıyor bizi: Çocukluğa.

Gökyüzüne bakan Mason’ın bakış açısıyla başlıyor Boyhood. Fonda “galaksiler arası” bir grubun, Coldplay’in, en efsane şarkılarından biri olan Yellow’la gökyüzünü seyre dalmak, sinema tarihinin en etkileyici başlangıçlarından biri olsa gerek. Yönetmen Linklater, bir anlamda her şeyi özetliyoruz aslında: Bulutların bembeyaz güzelliğine ve mavi sonsuzluk denizine bakan masum bir oğlan çocuğu, hayat denen bu eşsiz maceraya panoramik bir bakışı temsil ediyor. 

Boyhood ana eksenine Eller Coltrane’nin canlandırdığı Mason karakterini koyuyor. Mason, filmimizin başında ufak bir oğlanken film sonlanırken onu üniversiteye giden genç bir delikanlı olarak izliyoruz. Filmin en şaşırtıcı ve benzersiz yanlarından en büyüğü belki de bu: Bu film 12 senede çekildi. Çocuk karakterlerimiz için büyüme, erişkin karakterlerimiz için de bir olgunlaşma hikayesi var karşımızda. 

Film her bir karakterine hak ettiği yeri vermekte çok başarılı. Bir hayat replikası olarak Boyhood, bu anlamda hiç zorlanmıyor. Her karakterin Mason etrafında yol alışlarını değil de “onunla birlikte” geçirdikleri değişimi izliyoruz. Ama Mason bir başka. Dünyaya her daim meraklı gözlerle bakan, ilkokulda sınıfta habire pencereden dışarıyı izlediği için uyarılan, kelimelerinden çocuksu bir bilgelik akan ama asla şımarıklık ve yapmacıklık içermeyen Mason’ımızın babasıyla diyalogu belki de tüm bunları anlatıyor:

“-Baba, dünyada gerçek sihir yok, değil mi?
-Nasıl yani?
-Periler gibi falan. Hepsi sadece uydurma…
-Bilmem. Perilerin balina gibi bir şeyden daha sihirli olduğunu nereden çıkardın? Anlıyor musun, sana okyanusun altında sonar kullanıp şarkılar söyleyen dev bir deniz memelisi olduğunu anlatsam, “O kadar büyükmüş ki kalbi bir araba kadar” , “Damarlarının içinde sürünebilirsin!” desem ne düşünürdün? Sihir gibi olduğunu değil mi?
-Evet
-Ama şu an dünyada peri falan yok değil mi?
-Hayır, teknik olarak yok.”

Boyhood, benim için ayrı anlamı olan bir film. 90’larda çocukluğunu yaşayan biri olarak huzur, hüzün ve melankoli karışımı bir duygu hissetmemem elimde değildi. Boyhood’u özel kılan, tam da o zamanları “yansıtması” değil, tam da o zamanların olması. Mason’un uzanıp renkli tüplü televizyonda çizgi film izlediği sekanslar, kardeşi Samantha’nın Britney Spears’ın şöhretin zirvesine tırmandığı ve “teenage” idol olduğu zamanların nişanesi olan “Oops… I Did It Again” şarkısını söylediği anlar,  Amerika-Irak Savaşı, sadece Amerika’da değil tüm dünya çocuklarının dimağlarında yer edinmiş eski Amerikan başkanı Bush’ın “icraatları”, video oyunları, “sanal bebek”ler, sessiz sinema oyunu ve belki de bizim yaş grubumuzu ne kadar büyüsek geçmişe götürecek Harry Potter serisine bir gönderme… Tüm bunlar o kadar naif ve gerçekçi ki, Linklater 90’ların çocuklarının hayatına “büyülü gerçekçi”  ve zamansız bir anı oluşturmaya çabaladığını ve bu çabasında da başarılı olduğunu söylememek mümkün değil. 

Patricia Arquette’ye gelecek olursak, hayat verdiği Olivia karakteriyle de aldığı Oscar’ı fazlasıyla hak ediyor. Olivia, her şeye rağmen hayat tutunmaya çalışan, yanlış evlilikler yaptığına şahit olduğumuz ve çocuklarıyla büyüyen bir an
ne. Onun hakkında daha fazla konuşmadan önce belki de şu repliklerine bakmak en doğrusu:

“Gerçek bu! Ben bir anneyim. Sorumluklarım var. Ben de kendime vakit ayırmak isterdim. Gidip kahrolası bir film izlemek isterdim. İstemediğimi mi sanıyorsun? Yemeğe çıkmak , bara gitmek isterdim. Nasıl bir şey olduğunu bile bilmiyorum! Birinin çocuğuyken birden çocuklarımın annesi oluverdim.”

Olivia, hayattan istediklerini almaya çalışırken bir yandan da çok sevdiği çocuklarını büyütmeye çalışan bir anne ve yönetmen Linklater’ın bu noktada anne fedakarlığı kavramına dikkat çektiğini görmekteyiz. Film, toplumsal olarak üzerine yüklenen bu fedakarlık rolünde annelerin ne kadar ezildiğini ve kendine ait hayatının olmasının bir lüks addedildiğini dramatik bir şekilde dile getiriyor. Bunu yaparken de gerçekçiliğin topuzunu melodrama kaçırmamayı başarıyor. Olivia, hayatın ona verdiği-vermediği desteklerle yoluna bir anlamda yalnız başına devam eden bir karakter. Filmi bir “annenin çocuğu” etiketiyle izleyen herkesin düşüneceği ve kendine soracağı çok şeyler var. Arquette’nin oyunculuğun zirve yaptığı anda söyledikleri ise hikaye içinde hikaye yaşamlarımızın en sorgulatıcı anlarından biri oluyor:

“Neyi fark ediyorum biliyor musun? Hayatım böyle geçip gidecek. Bir dizi dönüm noktası: Evlenmek, çocuk sahibi olmak, boşanmak, disleksi olduğunu sanmamız, sana bisiklete binmeyi öğretmem, yine boşanmam, yüksek lisans diploması almam, nihayet istediğim işe girmem, Samantha’yı üniversiteye yollamam, seni üniversiteye yollamam. Sırada ne var biliyor musun? Kahrolası cenazem.
Sadece daha fazlasını ummuştum.

Linklater filmlerinin vazgeçilmezi, Before Sunset-Sunrise-Midnight üçlemesinden hatırlayacağımız Ethan Hawke, Boyhood’da muhtemelen kariyerinin en keyifli rolünü oynuyor. Doğallığı ve samimiyetiyle hikâyeye çok şey katan Hawke, baba rolünün hakkını veriyor. Bu baba figürü, anneyle ayrı olsa da çocuklarıyla bağlarını her daim sıkı tutmaya çalışan ve hayatla cebelleşen bir annenin yanında çocukların ruh sağlığını için bir denge unsuru gerekliliğini karşılıyor. Linklater bize hatalarıyla doğrularıyla sevgi dolu bir baba figürü çiziyor. Mason’ın lise mezuniyetinden sonraki günlerde babasıyla yaptığı anlamlı konuşma da filmin “highlight”larından:

“-Peki ne anlamı var?
-Neyin?
-Bilmem, tüm bunların, her şeyin.
-Her şeyin mi? Ne anlamı mı var? Ben biliyorsam senin olsun. Kimse de bilmiyor, tamam mı? Sadece idare ediyoruz. Güzel olan bir şeyler hissetmen, buna sıkı tutunmalısın. Ciddiyim, yaşlandıkça hislerin köreliyor. Nasır bağlıyorsun…”

Mason’ın anne ve babası hayat maceralarında olgunluk çağlarının sancılarını çekerlerken Mason’ın da kendini tanıma ve anlamlandırma süreci içine girdiğine ve “büyüdüğüne” şahit oluyoruz. Daha ilk sahnede boncuk gözleriyle gökyüzüne anlam arz eden bakış fırlatan bu ufaklığın hayatın anlamını sorgulayan bir gence dönüşmemesi mümkün mü? Mason, lise aşkıyla yaptığı konuşmalar senaryonun onun karakterini yansıtmada zirve yaptığı noktalar oluyor:

“-Peki kimsenin seni kontrol edemediği mükemmel bir dünya olsaydı ne fark ederdi? Ne değişirdi?
-Her şey. Sadece istediğim her şeyi yapabilmek istiyorum, çünkü o zaman yaşadığımı hissediyorum. Bir normallik yanılsaması yaşamaktansa…”

Boyhood, “büyüyen” bir film olma ayrıcalığını arka planda zaman akışı hissiyatını koruyarak seyirciyi odaklıyor. Bir yanda küçük bir kızken Britney Spears hayranı olan Samantha’yı ergenliğinde Lady Gaga dinlerken buluyoruz, diğer yanda ise bizim her yaşı derinlikli yaşayan Mason’ımızın ağzından Linklater’ın günümüz sosyal medya ve insan ilişkileri konulu düşüncelerini dinliyoruz:

“Sonunda olayı çözdüm. Bence her şey cyborg ve robot yapmanın fazla pahalı olduğunu fark etmeleriyle başladı. Masrafları karşılamak imkânsızdı. Onlarda insanların kendilerini robota dönüştürmesine izin vermekte karar kıldı. Şu anda yaşanan bu!
… Geçen gün bir yazı okudum. Gelen kutumuzda yeni e-posta sesi duyduğumuzda beynimizde dopamin salgılanıyormuş. Beynimizin yıkanmasına izin verdiğimiz için kimyasal olarak ödüllendiriliyoruz sanki. Nasıl bir şeytanlık bu? Yanmışız biz…
… Sadece hayatımı bir monitörden yaşamamayı denemek istiyorum. Gerçek etkileşim istiyorum. Gerçek bir insanla, koyduğu profille değil.
Sabahtan beri telefonunu kontrol ediyorsun, peki asıl amacın ne?”

Filmin tüm bu samimi ışıltıya sahip oyuncuları ve gerçekçi ve çarpıcı kurgusunun yanı sıra mekan ve nesne kullanımı da görsel bir zevk veriyor. Özellikle Amerika’nın doğal güzelliklerine şahit olduğumuz panoramik çekimler ve bu panoramanın arasında doğanın bir parçasına dönüşen karakterlerimizin inanılmaz estetik bir hava yarattığını söylemeliyim. Ayrıca filmin harika müziklere de sahip olması tüm bu şiirselliği ete kemiğe büründürüyor.

Özetle Boyhood tam anlamıyla seyirciler için bir “deneyim”. Bir ailenin hikayesi bu ve aynı zamanda hepimizin gerçekliği. Adına hayat dediğimiz bu kısa süreli sonsuzluğu bu kadar sihirli yapan da bizim hikayelerimiz değil mi?

Kubilay



Filmin Resmi Adresi: http://boyhoodmovie.tumblr.com/#

Bu eşsiz yapım hakkında ilgi çekici bir infografik çalışma: Sayılarla Boyhood


LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...