15 Eylül 2010 Çarşamba

Limon Ağacı - SANDY TOLAN


Kitap, uzun süredir elimdeydi. Yıl boyunca başucumda en uzun kalan kitap oldu Limon Ağacı. Hızla geçebilirdim sayfalarını ama sindire sindire okunmayı hak ediyordu her satırı.

Limon Ağacı, konumumuzdan dolayı fazlasıyla içli dışlı olduğumuz bir konuyu ele alıyor. Yıllardır süregelen İsrail - Filistin anlaşmazlıkları. Romandan ziyade, keyifli bir tarih kitabı. İsrail ve Filistin'in ortak tarihini - en başından günümüze kadar - tüm ayrıntılarıyla anlatan Limon Ağacı karakterlere de sahip. İki ana karakterin - Dalia ve Beşir- etrafında gelişen olaylar tarihin paralel akışında farklı görüşleri ortaya koyarak "objektif vakanüvisliği" sağlıyor.

Karakterler son bölümlere kadar geri plandayken, son bölümlerde iyiden iyiye arz-ı endam eyliyorlar.

Dramatik öykümüz, Avrupa'da mülteci hayatı yaşayan Yahudilerin kutsal addettikleri topraklara dönüşüyle, sayısız insanın evlerinden uzakta mülteci hayatı yaşamalarına neden olmalarıyla başlıyor. Beşir'in babası Ahmed Hairi'nin elleriyle inşa ettikleri evden sürülmeleri ve Dalia'nın da içinde bulunduğu Eşkenazi ailesinin buraya yerleşmesi daha sonra yaşanacak olaylar için kilit nokta.

İki aileye de ev sahipliği yapmış, bahçesinde "Limon Ağacı" bulunan ev işte burası...


Filistin ve İsrail arasındaki problemin başlangıcı ne olursa olsun, problemin devamı hoşgörüsüzlükten kaynaklanıyor. Peki bu insanlar nefret dolu mu, ki hoşgörü göstermiyor? İşte kitabın en önemli özelliği bu nokta: İki tarafın gözünden de olaylara bakabiliyoruz, böylece olaya tarafsız yaklaşabiliyoruz. Ve görünen o ki iki taraf da haklı. Ve iki taraf da haksız. Köprüde karşılaşmış iki keçi durumu bir nevi. Düzelmesi zor, yıllar geçiyor ama düzelmiyor görüyoruz ki. Halk hoşgörü gösterse devlet soğuk bakıyır, devlet hoşgörü gösterse halk karşı çıkıyor. Yaşanan acılara bakacak olursak bu davranışlar sıradışı değil:

"Beşir, Dalia'nın "Sanırım sen küçükken evi terk etmiştiniz. Belki de bizim geldiğimiz yıl," dediğini hatırlıyordu. Beşir bağırmak istiyordu, Biz evi terk etmedik! Siz bizi çıkmamız için zorladınız. "

"Dalia yıllar sonra "Ve ben onların bir mabette yürür gibi, sessizlik içinde yürüdüklerini hissediyordum." diye hatırlayacaktı. " Ve her bir adım onlar için o kadar çok şey ifade ediyordu ki."

" "Eğer altınımız varsa bizimle yanar" dedi babası. Susannah bunun ne demek olduğunu biliyordu. Babası Nazi Almanyası'nda duyduğu hikayeleri ona anlatıyordu."

" Mati ağlıyordu. ... Arkadaşına garip bir şekilde bakıyordu: "Polonya'dan bir kalıp sabun alırsan, lütfen yüzünü yıka. Büyük bir olasılıkla benden yapılmış bir sabun olacaktır. Ve böylece ben de yüzüne bir kez daha dokunabileceğim." "

Her okuyuşta içimizi acıtacak satırlardan birkaçı bunlar. Düşünün ki, okuyunca hayretlere düşeceğiniz satırlar yaşanmış! En can alıcı noktalardan biri de bu. Tamamen gerçek bir hikaye bu. Olayları bir yana bırakın, kişiler de gerçek. İnternette ufak bir araştırmayla Dalia'yı da Beşir'i de yaşlanmış halleriyle buldum:


Dalia Eşkenazi ve Beşir Hairi
 Her insan okuduğu kitabın karakterlerinin gerçek olmasını ister - ya da en azından ben - Limon Ağacı'nda hayale gerek yok ve bu beni fazlasıyla cezbeden yönü.

İlk başlarda daha yavaş olan okuma hızım ilerleyen bölümlerde daha arttı. Az çok bildiğimiz, yakn tarihi okumak benim için daha rahat. Hiç bilmediğim bir tarih daha zor geldi tabii. Limon Ağacı bir anlamda da milat oldu benim için. İsrail - Filistin hakkında aklıma bile gelmeyecek o kadar çok bilgi edindim ki. Kendimi geliştirdim bu bakımdan.

Kitapta bulunan olaylar hakkında geniş bilgi vermiyorum çünkü kitap koskoca bir tarihi anlatıyor. Hakkında kitaplar yazılmış bir tarihi özetle anlatmak kanaatimce gereksiz bir çabadan ibaret. Filistin ve İsrail tarihi her zaman dumanı üstünde güncelliğini koruyan bir konu ve herkesin tarafsız anlatımından dolayı Limon Ağacı'nı okuyarak bilgi edinmesini tavsiye ediyorum.

Dalia'nın şu sözleri ise bu topraklardaki barışın simgesi âdeta:

Dalia

"Çocukluk anılarımız trajik bir biçimde kesişti. Eğer bu trajediyi ortak bir lütufa dönüştürme yolunu bulamazsak, geçmişe  takılmamız geleceği yok edecek. Sonra başka bir neslin mutlu çocukluğunu çalacağız ve kutsal olmayan bir neden için bunu kabusa çevireceğiz. Senin ve Tanrı'nın yardımıyla çocuklarımızın bu kutsal toprakların güzelliği ve cömertliği içinde rahat olmaları için dua ediyorum."

Filisitn - İsrail anlaşmazlığı çözülmese de, Dalia ve Beşir'in Ramla'daki evi " Açık Ev" adıyla Arap ve Yahudi çocuklara yuva olarak açması karanlığa bir meşale yakıyor âdeta.


Açık Ev. İnternet sitesinden ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz. Site İngilizce, Arapça ve İbranice hazırlanmış.

Kitap, limon ağacının 1998'de ölmesinin ardından 2005'te yaşanan olayla barışın simgesi haline gelmesini anlatıyor son olarak. Dalia, Arap ve Yahudi çocuklarla beraber yeni bir limon fidanı dikiyor, Limon Ağacı'nın kökünün yanına :

"Bu anıları yok etmeden takdis etmeydi. Eski tarihten bir şeyler büyüyordu. "

Sandy Tolan, geçmişi unutmanın mümkün olmadığını, geçmişin yanında bir umut ışığının filizlenmesinin en iyi olacağını, Dalia'nın yaşadığı  bu olayla gözler önüne seriyor ve en doğrusunu yapıyor. Geçmişten tamamen kopmadan yeni ve mutlu bir güne yelken açmanın güzelliği...

Sandy Tolan, gerçekten çok güzel bir hikaye yakalamış. Kitabı " olduran isimlerden" Dalia ve Beşir'e de teşekkürlerini sunmayı ihmal etmiyor zaten. Şükran. Toda roba.

Velhasıl kelam, Limon Ağacı umutsuzluğun içindeki umudun öyküsü. Roman gibi bir tekniğe sahip olmaması tek dezavantajı. Ama bu stilde yazılması tarafsızlığı koruma açısından önemli. Tüm bu nedenlerden ötürü Limon Ağacı'na zaman ayırın. Çünkü bu acı veren güzel öykü okunmayı ve bilinmeyi hak ediyor.

Sandy Tolan'ın araştırmacı kimliğinden dolayı tebrik etmeden geçemeyeceğim. Pegasus Yayınları'na da koca bir alkış, son dönemde seçtiği kitaplar piyasaya damgasını vurdu.

Limon Ağacı'nı okuyun. İçinizde sevgi ve umut tohumlarının yeşerdiğini göreceksiniz. Ve uzun süre unutamayacaksınız.

Filistin'e ve İsrail'e barışın hüküm sürdüğü, çocukların şen kahkahalarının her tarafı kapladığı, limon çiçeği kokusunun kucakladığı günler dileğiyle...

Puan: Roman olmaması dezavantajına rağmen, bence umudun öyküsü 5 üzerinden 5'i hak ediyor.

"Bu büyüleyici kitap bir ülkede bitip tükenmeyen merhamet, ıstırap ve umudun resim gibi dokunmuş halidir. Bugüne kadar dünyada en acımasızca tartışılan ve en yoğun irdelenen İsrail-Filistin anlaşmazlığının insani boyutlarını çok az kitap bu kadar dürüst ve detaylı bir şekilde ortaya koymuştur. Bu acı verecek kadar güzel öykü, kitap bittikten sonra bile insanın aklında kalmaya devam ediyor."
—ELİF ŞAFAK, Edebiyatçı-Yazar


Edebiyatla kalın... Ve de umutla...

13 Eylül 2010 Pazartesi

Nefes Alıyorsak, Umut Var Demektir!


Sabah mahmurluğumu üzerimden attım, kahvaltı faslı bitti, gazeteye uzandım. Her sabah kutsal bir seremoni düzenliyorum büyük bir hevesle galiba... Referandum, 12 Dev Adam gazetenin ilk sayfasını boydan boya kaplamış. Haberlerden ziyade köşe yazılarını daha çok severim. Sayfaları çeviriyorum birer birer, taa ki sevgili Ece Temelkuran'ın köşesine gelene kadar. "En heyecanlı yerinde..." yazıyordu Ece Temelkuran'ın gülen yüzünün üzerinde. Okudum, okudum, okudum. Ne de güzel anlatmış Ece Temelkuran. Bugün yazılan tüm yazılar aynı kıvamda. "Bu öyle değildi, günün yazısı bu olmalı" diye düşündüm içimden.

Evet, aynı duyguları paylaşıyorduk Ece Temelkuran'la: "Kana kana yaşayan insanların ülkesi burası.". Her şeye hevesle yaklaşan. Evvelallah, her şeyin üstesinden gelenleri ülkesi. "Biz bittik!" demeyenlerin ülkesi.

Son günlerde ülkemiz insanına yakışır geçti. 12 Dev Adam herkesin gündeminde. Sırbistan maçı, bu ülkenin insanına yakışan maçtı. Çin'le yapılan maç bize göre değildi. Biz rakiple aramızdaki farkın çok olmasuını sevmeyen ülkeyiz. "Acaba, ne olacak!" diyenleriz biz. Kalp krizi geçirecek gibi yaşayanların ülkesi. Her anın,  Sırbistan maçındaki son saliselere benzemesini isteyen ülkeyiz. Yaşam gücümüzü adrenalinden alıyoruz galiba....

Sırbistan maçını ailecek izledik. Son 4.5 saniyede araya giren mola bize asırlar gibi geldi. O an bir sessizlik hakim oldu eve, şehire, ülkeye... Kalpler dua ediyordu vuruşlarıyla adeta. Ama kimse bunu söze dökmek istemiyordu.  Sözün bittiği yeri seven ülkenin insanları galbiyetle çoştu ardından. Stata göz gezdirin bir, herkes ordaydı. Ünlüsü ünsüzü, kokoşu mazbutu, başörtülüsü başörtüsüzü, birbirinden nefret edeni de ordaydı birbirine tutkuyla bağlı olanı. Farklar kalktı o an, sevince ortak oldu herkes. Kin tutmayanların ülkesiydi burası, bazıları bunu balık hafızalıkla aşağılasada...

Şampiyon olamadık belki ama Türkiye spor tarihinin en başarılı takımıydı 12 Dev Adam. Az buz bir başarı değildi 2. lik, tüm takımı yürekten tebrik ediyorum. Üzüldük gene de, biz de, Hido da, Kerem Tunçeri de... Ödül törenindeki Litvanya'ya benzemiyorduk. Çünkü biz azla yetinenlerin ülkesi değildik. Hiçbir alanda düşenlerin ülkesi değildik, her alanda yükselenlerdik. Eurovision'da sıfır çekenlerin ülkesiyken, her yıl birinciliğe oynayanların ülkesiydi burası. 2. olunca sevinen, ama kalbinin köşesinde birincilik yatanların ülkesi.

BBC muhabiri sormuş Ece Temelkuran'a :“Niye bu kadar endişelisiniz bu ülke için, anlamıyorum.İşler o kadar da kötü değil”.Ece Temelkuran en doğru cevabı vermiş: Bu ülke fazlasını hak ediyor çünkü. Kana kana yaşayanların ülkesi hep fazlasını hak ediyor:

"Ben de anlattım, niye. Çünkü bizim hayallerimiz vardı. Çok büyüktüler. Bu ülkenin insanları hiçbir zaman bizim hayal ettiğimiz kadar iyi yaşayamadılar. Ondandır... Tıpkı Şemdinli’de doğduğu için kaderi orayı sevmek, çok sevmek olan çocuklar gibi biz de hep “kalp krizi geçirecek” gibi seviyoruz ülkeyi. Biz hep “kalp krizi geçirir gibi” yaşayan insanlarız çünkü. Bizim için maç hep 3. çeyrekte, her an kaderimiz değişecek bize göre. Çünkü bu kana kana yaşayan insanlara hep daha iyi, çok daha iyi bir hayat yakışır diye..."

Referandum sonuçlandı. Uzun süredir yaşanan süreç dün akşam noktalandı. Kim ne oy verirse versin, bu ülke için en iyisini isteyerek verdi. Başkası başkasının oyunu böyle görmüyor olabilirdi ama önemli olan bu değildi. Kim nasıl davranırsa davransın, penceresinden baktığında ülkesi için en iyi olan oyu verdi. Bölünür denilenlere inat bölünmez bu ülke. Sevginin ülkesi burası çünkü nefretin değil. 13 Eylül sabahı desteklediği seçenek kazananı da kazanmayanı da yeni bir güne uyandı. Yepyeni bir güne, taze bir sabaha. Umutsuzlukla kalkmadı hiçbiri.

"Yani Amerikalıları yenmesek de, referandumun sonucu senin istediğin gibi gelmese de... Bu ülke hep şehvetle, ülke hep iştahla, yani iyidir bu bakıma. Her şey damar damar içimizde, iyisi de kötüsü de."

Yeni bir dizi başlıyormuş:  Deli Saraylı. Tam gazetemi okurken tanıtımları dönüyordu. Perran Kutman'ın sevgi dolu sesinden duydum o cümleyi : " Nefes alıyorsak, umut var demektir!" Günün cümlesi bu olmalı diye geçirdim içimden.

Ne olursa olsun kalbinin her köşesiyle yaşayanların ülkesiydi burası. Gurur duyuyorum ülkemden, ülkemin güzel insanlarından. Ece Temelkuran'ın dediği gibi : Ne güzel bir ülke! Ne güzel insanlar.

10 Eylül 2010 Cuma

Vurun Kahpeye - HALİDE EDİP ADIVAR


Esefle görüyorum ki yaşıtlarımca Halide Edip sıkıcı bir yazar olarak anılıyor. Halide Edip'le sınırlı kalmıyor... Türk klasikleri diye tabir edilen hiçbir esere hevesle yanaşılmıyor zaten. Bu üzücü durum sadece benim çevremle değil, tüm gençleri kapsıyor. Türk klasiklerinin dil inceliğini popüler yabancı kitaplarla karşılaştırmak anlamsız bir çabadan ibaret başlı başına...

Okulların açık olduğu zamanlar sınavlar, dersler derken kafamın çok dolu olduğu zamanlar arttığından ben de bazen kendimi klasiklere veremiyorum. Bu durumda kitaba kusur bulmak anlamsız, "sorun bende" o sıralar. Üzgünüm ki çoğu yaşıtım kendine suç bulmak yerine çuvaldızı kitaba batırıyor, ardından soğuyor. Ömrüm boyunca klasiklerle işim olmaz diyen onca kişi tanıyorum ki... Neden durum bu, ne yapmalıyız gibi sorularsa önemle tartışılmalı, tabii bu başka bir yazının konusu... Varmak istediğim yer ise çoğu önyargının aksine Vurun Kahpeye macera romanlarını solda sıfır bırakıyor.

Kitap, idealist öğretmen Aliye'nin meslektaşlarının aksine İstanbul yerine elini taşın altına koyup Anadolu'ya gitmeyi istemesiyle başlıyor. İroniye bakınız, günümüzde de bu durum aynı şekilde sürüyor, öğretmenlerin büyük bir kısmı şehir merkezlerinin peşinde, köy okullarını ise bir an önce uğrayıp gidilecek zorunlu bir durak olarak görüyor. Bu durumun sorumlusu öğretmenler değil tabii, hele bir de çocuklu öğretmense köy okulunda görev yapmak işkenceye dönüşüyor. Öğretmenleri bu hale getirenler kimler acaba? Yıllar geçse de aynı hamam aynı tas...

Kitabımıza geri dönecek olursak Aliye köye gelir gelmez kem gözleri üzerine çekiyor. Yine bir ironi, maarif müdürünün yaptıkları, günümüze hiç yabancı değil. Daha ilk anda bu durumun içinde boğuşan Aliye, evlatlarını yitiren Ömer Efendi ve Gülsüm Hala'nın sayesinde rahat bir nefes alıyor.

Ardından köye gelen Tosun ve Aliye ile ilk görüşte aşkları. İkisi de milleti için elinden geleni yapan vatan evlatlarının acıyla biten aşklarının ilk heyacanları burada karşımıza çıkıyor.

Öğrencilerine vatan sevgisi aşılayan türküler öğretip onları köyde gezdiren Aliye caminin önünden geçerken Hacı Fettah Efendi'nin din perdesinin ardındaki şeytani yüzünü ilk defa idrak eder. Hacı Fettah Efendi'nin yanı sıra Kantarcıların Hüseyin Efendi'yle katmerlenen kötüler bir de Tosun'un Aliye sevgisiyle karşılaşınca gemi azıya alıyor.

Akabinde Yunan düşmanının kötülüğünün kişileştirilmiş simgesi Damyanos, Aliye'nin kötü günlerinde hep yanında olan küçük öğrencisi Durmuş ve onun akıllara durgunluk veren sadakati karşımıza çıkan diğer önemli unsurlar.

Baş tacı betimlemelerime sıra gelirse, Halide Edip öyle güzel bir anlatıcı ki gözünüzün önünde o yılları atmosferini başarıyla canlandırıyor. Karakterlerin kişililiklerini de yansıtan betimlemeler ise mükemmel. Hacı Fettah Efendi "En İyi Kötü Betimlemesi Oscarı"nı kazanacak cinsten.

Halide Edip'in dine karşı kin beslediğini söyleyen kesime Mevlid ve Ferdası bölümünü tavsiye ediyorum. Halide Edip'in dine değil dini kötü emelleri için kullananlara karşı olduğunu rahatlıkla görebilirler. İroniler, ironiler... Bu kitap güncelliğini hiç kaybetmemiş anlaşılan.

Usta yazar Selim İleri'nin yorıımda da olduğu gibi Vurun Kahpeye sonu acıklı bir roman. Gözleri dolu dolu edecek cinsten:

"Reşat Nuri'nin Çalıkuşu Feride'siyle Aliye yakın akraba sayılabilirler mi? Her ikisinin de ülküsünde yurdun eğitimden yoksun bırakılmış çocuklarına bilgi sağlamak tutkusu billûrlaşır. Yalnız, Feride romantizmin inceliğiyle yaratılmışken Halide Edip, Milli Mücadele'nin acı anıları arasından Aliye'ye yıkım ve ölüm biçer."

Annem kitabın yıllar önce çekilen filminden bahsetti. Meraklısına filmin afişi:



Vurun Kahpeye "mutlaka ama mutlaka" okunması gereken bir kitap. Herkese tavsiye!

Edebiyatla kalın...

8 Eylül 2010 Çarşamba

"Şeker" Bayramı !




Şeker... Ne güzel yakışıyor bayrama! "Bayram"ın başına gelip sarıp sarmalıyor onu. Merhamet, sevgi, mutluluk, sukûnet ve dahası. Hepsini kapsıyor "şeker". Şeker alâmet-i farikasını kelamda da gösteriyor, adını tüm ihtivasıyla kuşatıp, onurlandırıyor.

Hangi isim sıfat olmaya bu kadar heveslidir? "Şeker gibi adam", "şeker gibi yemek"... Marka bile olur yeri gelirse. Tatlı ismi de olur hem de en âlâsından: Şekerpâre. Şeker parçası... Şereflendirilmiş bir tatlıdır gözümde şekerpâre. Tüm tatlıların gayesi şeker gibi olmak, ağız tatlandırmak değil midir? Şeker parçası olmak  bizlerdeki "sir", "ağa", "majesteleri"ne karşılık geliyor olmalı. Yalnız şekerpâre tek başına değildir tahtında : "Gülbeşeker"siz olmaz. Nasıl bir kelimedir yarabbim! Ağızda akide şekeri misali. Söyledikçe söyleyesi geliyor insanın.

Hezarpâre kelimedir şeker. Şeker genel isimde olur afillisinde.Her türlü lokum, akide, çikolata gibi ürüne şeker denir her daim. "Kızım, misafirlerimize şeker ikram ettin mi?"... "Fazla şeker yeme, karnın ağrır."...



Şeker, Farsça'dan dilimize armağan bir sözcük. Anadoluyla kaynaşmış, yeri doldurulamaz hale gelmiş artık. Şimdi tüm yabancı (!) sözcükleri atalım, her şeye Türkçe karşılık bulalım demek ne derece doğru? Tüm bu sözcükler bizi biz yapan dilimizi oluşturuyor. Dışlayarak bir yere varamayız hiç birini. Hepsi bizden, hepsi bizim, hepsi birer şeker...

Şekerin "kelimesi" bu kadar lezzetliyken kendisini bir düşünün! Akide, bonbon, çikolata, Mevlana, lolipop... Sütlü, çikolatalı, tereyağlı, çilekli, kahveli, naneli... Kırmızısı, pembesi, kahverengisi... Okudukça bile insanın iştahı açılıyor. Zengin bir şeker kültürümüz var vesselam. Bir şekerci dükkanın girip büyülenmemek olanaksız.

İçine konulan kaba bile kendi isminden bir parça yadigar bırakan şeker, parlak kağıtlarıyla da meşhurdur. Sanki az sonra karşılaşacağımız sarayın kırmızı halısıdır şeker paketleri. Parlak yapılır ki, nazar okşasın, haşmetli olsun .



Kapıyı çalar bayram boyunca çocuklar. Şeker toplamaya çıkarlar cümbür cemaat. "Mahalleliğini koruyan mahallelerde" bir kuraldır adeta çocuklar arasında. Şeker vermek adettendir, çocukları sevindirmek...

Bayramın törensel havası sanki şekere düzenlenmiştir. Kolonya dökülür ya, ferahlatmak içindir konuğu. Şekerden önce hazırlıktır. Şekerin güzelliği karşısında bayılmaması için belki, bilinmez.

Şeker, her şeye rağmen umudunu kaybetmeyen yurdumun bir dayanağıdır. Alıp götürseniz belki, hayat tökezler. Çocukların gülümsemediği bir yerde umuttan söz edilebilir mi?

Şeker gibi kokular burnunuzdan, şeker kağıtlarının hışırdama sesi kulağınızdan, şeker paketinin gıcır gıcırlığı elinizden, şeker gibi kelam dilinizden, en önemlisi de şeker tadı ağzınızdan eksik olmayan bir bayram diliyorum hepinize, hepimize...

Şeker bayramınız kutlu olsun !

6 Eylül 2010 Pazartesi

Siyah Süt - ELİF ŞAFAK

"Siyah Süt, cesur, şaşırtıcı, tılsımlı bir roman. Bunca kötülüğün ortasında, bize umut veriyor Elif Şafak, dayanabilmek ve sonra hayata, bir mucize gibi, yeniden başlayabilmek için."

-Selim İleri

Hangi yazar kitabının okunurken unutulmasını ister? Olsa olsa Elif Şafak gibi "çılgın" yazarlar. Cesaret ve bilgi ister çılgınlık. Çılgınlık yapmak insanı bir adım öne çıkarır. Bahsettiğim "cahil cesareti" denilen türden değil tabii. "Son tahlilde" bilgisizlerin çılgınlığı, uçuruma atılan bir adıma benzer fikrimce...

Bahsettiğim kitap Siyah Süt. "Bu kitap okunur okunmaz unutulmak için yazıldı, suya yazı yazar gibi..." düsturuyla başlayan ve bir dönem - pek de eskilere gitmenize gerek yok, iki-üç yıl önce - listeleri alt üst eden kitap. Elif Şafak külliyatını devirme maceramın altıncı kitabı.

Dün merakla başladım kitaba. -Çok değil- bir-iki saat önce de bitirdim. Pamuk şekerini az önce büyük bir hevesle yalayıp yutmuş bir çocuk gibi kalakaldım. Elimde her baktığımda bir yandan bittiği için üzüldüğüm, bir yandan enfes tadını hatırlayıp güldüğüm bir tahta çubuk var sanki. Öyle alışmışım ki...

"Kat üstüne kat inşa eder gibi biriktirerek okumak yerine, daracık bir depoya yeni bir şey koyabilmek için daha evvel orada olan eşyaları boşaltır gibi okunmalı her sayfa..." demişti taa en başta Elif Şafak. Öyle okudum okumasına ama depoya koyacak malzeme kalmayınca ne olacka peki? Anlayacağınız ufak bir depresyon vakası geçirdim. Benimki "postnatal depresyon" kadar kelli felli olmasa da , elimizdekiyle idare edeceğiz ne yapalım?

"Postnatal? O da ne ki?" dediğinizi duyar gibiyim. Bilmeyenler için ufak bir not: Postnatal depresyon (diğer adıyla postpartum depresyon) hamilelerde doğumdan sonra ortaya çıkan, her 17 kadından birinde görülen bir durum.

"Ne alakası var? Tıp fakültesinde miyiz? Doktorlar dizisi yeniden başlayacakmış, ona mı hazırlanıyoruz?" dediğinizi duyar gibiyim. ( Bu aralar da çok "duyar gibiyim", hayırlısı olsun... ) Kitabımız, Elif Şafak'ın kızı Şehrazat Zelda'ya hamileliği sürecini, ve sonrasındaki postnatal depresyonunu anlatıyor. Otobiyografik roman kategorisinde Siyah Süt.

Siyah Süt adına gelince... Kısaca özetlemek gerekirse eski inanışa göre loğusaya cinler musallat olurmuş. Loğusaları korumak için önlemler alırmış kadınlar. Loğusanın çıngıraklı, çörekotu torbalı, nazar boncuklu yatağına cinler dadandı mı çan çalırmış evvela. Kırmızı alarm! İpin bir ucuna cinler, bir ucuna yaşlı kadınlar asılırmış. Çek babam çek! Kırk gün sürermi bu mücadele , tastamam kırk gün. Ya kadın kırkını çıkaramazsa? O zaman sütü çürürmüş kadının. Kararırmış sütü. Sütüyle beraber yüreği de çürürmüş, evlerden uzak...

"Okuma yöntemi" adlı ilk bölümde bunları öğreniyoruz. Elif Şafak'ın bu ve benzeri kadınlık hallerinin yazılıp çizilmemesi hakkında görüşleri var ardından. Siyah Süt başlığı gözüküyor ufukta, tüm okurları kucaklamaya hazır ve nazır.

İlk olarak Elif Şafak'ı depresyon günlerinde görüyoruz. Müthiş bir anlatım var. Sonra Elif Şafak "o kadının" kendisi olduğunu itiraf ediyor. Ardından da şöyle sesleniyor:

"Bu kitap belki "niye" değil ama "nasıl" o hale geldiğimin hikayesidir. Bir de kuyulardan, tünellerden çıkış yollarının..."

Ve 2003 yılı, Ada vapuru, öğle vaktindeyiz. Ardından da farklı mekanlar, farklı vakitlerde. Siyah Süt kitap boyu kah orada kah burada gezdiriyor. Yazarın ruhu gibi kitabın ruhu da göçebe anlayacağınız.

Yolculuk sadece oraya buraya değil. İçine, iç dünyasına da yolculuğa çıkıyoruz Elif Şafak'ın. Ve tam bu arada kitap boyu ufak ufak tanışıyoruz ufak tefek kahramanlarla...



Elif Şafak'ın içindeki sesler korosu: Hırs Nefs Hanım, Pratik Akıl Hanım, Sinik Entel Hanım, Anaç Sütlaç Hanım, Saten Şehvet Hanım başlıca üyelerinden bu koronun. Askında hepimizde böyle korolar var. Farklı hallerimizi yansıtan bizi bazen "iki arada bir derede" bırakan iç seslerimiz. Kiminin vicdanının sesi, kiminin içindeki sesler korosu, kiminin omuzundaki iki melek. Velhasıl kelam, kaynaşmak kolay oluyor. Bu keyifli karakterlerin maceraları da hem masalımsı hem de bir o kadar gerçek. Elif Şafak bizi masal gerçek içinde, gerçek masal içinde, ortaya karışık bir dünyada anlatıyor olanları.

Bir bölüm Elif Şafak'ın içindeysek bir bölüm dışındayız. Kah ada vapuru kah Adalet Ağaoğlu'nun evinde çay sohbeti ya da Elif Şafak'ın kadınlık - yazarlık ilişkisini sorguladığı, anne-yazarları araştırdığı, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman düşündürücü hikayelerinde buluyoruz kendimizi. Bu keyifli yazılardan hayali bir karakter olan Fuzuli'nin bacısından, Virginia Woolf'a, Lev Tolstoy'un karısı Sofya'dan, Zelda Fitzgerald'a ( Şehrazat Zelda'nın adının kaynağı), hatta Halide Edip Adıvar'a kadar geniş bir yelpazede birçok kişiyle karşılaşıyoruz.

Bölüm adlarıi, ufak şiirler, alıntılar keyifle okuduğum ayrıntılar. Elif Şafak'ın metinden bağımsız maddeler yazma sevdası "Evde Kalmış Kız Manifestosu"yla çıkıyor karşımıza bu defa. Bu sefer dağınık değil, tek bir bölümde ama.

Betimlemelere bayılan ben, Boston sonbahar betimlemesini okuyunca, bir kez daha Elif Şafak'a hayran kaldım.

Kitabımızın ilginçlikleri saydıklarımla sınırlı değil. Kitabın sonunda "Poton kimdir? Onu nasıl tanırız? , Postpartum testi, tedavi yöntemleri ..." gibi değişik bölümler yer alıyor. Tedavi yöntemlerini okuyunca, ilaç prospektüslerini yazarların yazması halinde olacakları düşünmedim değil :)

Siyah Süt aynı zamanda usta karikatürist Latif Demirci'nin karikatürlerini içeriyor. Bilhassa içimden sesler korosunun çizimleri oldukça hoş. Başlangıçta Latif Demirci'ye teşekkürlerini sunup, ardından Lewis Carrool'un Alice'inden: "İçinde resimler ya da konuşmalar olmayan bir kitabın kime ne faydası var?"  sözleriyle karikatürleri kitaba tam anlamıyla adapte ediyor.

Kapak tasarımı süt dolu biberon resminin içindeki Elif Şafak karikatürü ve siyah arka plandan oluşuyor. Çarpıcı ve albenili bir kapak. İçini yansıtmaya başarıyor. Meraklısına, bu da eski kapağı :




Bu keyifli ve hayatın içinden kitabı okumanızı "çok ama çok" tavsiye ediyorum. Bilhassa Elif Şafak severlerin başucu kitabı olacak kıvamda. Her zamanki gibi Elif Şafak, karikatürleri için Latif Demirci'ye ve DK'ya teşekkürlerimi sunuyorum.

Puan: 5 üzerinden 5.

Edebiyatla kalın...

Kubilay

5 Eylül 2010 Pazar

Mutlu Bir Haber!


Herkese Merhabalar!

Kontrast sizlerin desteğiyle, yorumlarınızla, dostluğunuzla ilerlemeye devam ediyor. Böyle mutlu bir ilerleyişe de mutlu bir haber yakışır!

Artık Kitapkolik.net 'te de kitap eleştirilerim yayınlanmaya başladı. İlk yazımı buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Bana ilk günden beri destek veren herkese teşekkürlerimi sunarım.

Kontrast tüm hızıyla devam edecek.

Edebiyatla kalın!

3 Eylül 2010 Cuma

Süt, Nezle, Siyah Süt ve Düşünceler...


İki gündür bir "kırıklık" var üstümde. Kırıklık... Bu kelimeyi oldum olası sevmişimdir. Sanki kırıklık "Hastayım!" demekten katbekat iyidir. Moral bozmaz bir kere, ki önemlidir moral. Velhasıl "placebo" etkisi sağlar, kendini iyi hissettirir.

Yanımda onlarca kullanılmış mendilin oluşturduğu yığınların ortasında sol elimde Elif Şafak'tan Siyah Süt, sağ elimde her derde deva, binbir pâre şifa sıcacık sütüm. Daha önce kadim dostum çayla çok kitap okumuşluğumla var ama süt efendiyle ilk randevumumuz.İronidir ki Siyah Süt'e kısmet oldu...

Süt, çay gibi çığırtkan değil. Munis bir yavrucak. Anne şefkatini anımsatır bana. Kucaklayıcıdır çünkü içini ısıtır, çabucak iyileştirir. İyi hissettirir... Boğazımdan ılık ılık akarken sıcacık sütüm, "annelik" geliyor aklıma. Siyah Süt'ten satırlar uçuşuyor aklımda.


Slyvia Path, Ay-Kadın Sofya geliyor aklıma. Kendini ellerinde geldiği ölçüde anneliğe adamış kadınlar. Biri yazar, diğeri ise yazar eşi. Elif Şafak iç muhakeme yaparken aklına geliyor bütün bunlar. Zor zanaat annelik, Slyvia Path'in hazin öyküsü ve Ay-Kadın Sofya'nın fedakarlığı sadece. Dünyanın dört bir  köşesinden farklı kökenden anneler var. Farklı mizaçtan, farklı dinden ... Hepsi ortak bir paydada birleşiyor: Annelik.

Süt bitti bu sırada. Çay gibi dahasını istemiyorum, ayrılığa hüzünle bakıyor sadece. Kendi içinde yaşıyor mutsuzluğunu. Kopuyorsa içinde kopuyor fırtınalar. Kimseyi huzursuz etmemeye çalışıyor ....

Annem giriyor içeri. Dizine yatıyorum. Annemin kokusu... Nerede olursam olayım beni güvende hissetiren koku. Biten sütün hüznüne ortak olup, teselliyi annemin kokusunda buluyorum.

Düşünceler yine uçup gidiyor. Bir hay huy almış başını. Benim içimde de bir "içimden sesler korosu" var galiba.Ya da kırk tilki mi desek?

Mendil yığınlara bakarak, bir an önce iyileşmek istiyorum.

"Ağustos'un başlarında kaleme aldığım bir yazı, yayınlamak bugüne nasip oldu. Keyifli okumalar!"

1 Eylül 2010 Çarşamba

Kitap Kazanma Aşkı :)


Son zamanlarda bir kitap kazanma aşkına tutuldum. Nerede bir yarışma var, tıkla! Hepsinin sonuçlarını dört gözel bekliyorum beklemesine ama çoğunda kazanamadığımı görünce üzülüyorum :( O "kazananlar" listesi var ya... Hepsine sinirle bakıyorum :) Kıskançlık her an her yerde!
  • Altın Kitaplar, Agatha Christie Özel Etkinliği'ne davetiye kazandıran yarışmasına...
  • Can Yayınları kitap ödüllü yarışmasına...
  • CNBC-e Dergi'si Yaz Özel Sayısı'ndaki Agatha Christie çizgi romanı ödüllü yarışmasına...
  • Ve son olarak da Kitapkolik.net'in kitap ödüllü yarışmasına katıldım.


adreslerinden siz de katılabilirsiniz.

"En güzel hediye kitap!" derler ya, bence çok doğru!

Dostlarından hediye kitap almak daha güzel ama yarışmadan almanın da ondan aşağı kalır tarafı yok! Kazanırsam ilk size haber vereceğim.

Not: Bu arada yazılarımı takip eden blogcu arkadaşlara duyrulur, sizlerden de ufacık da olsa hediyeler bekliyorum :) Minicik bir hediye bile beni havalara uçurmaya yeter.

Edebiyatla kalın!

Kubilay

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...