26 Ağustos 2015 Çarşamba

Gurur ve Önyargı: "God Bless Jane Austen!"

Üzerinde 202 yıl geçmiş bir roman büyüsünden hiçbir şey mi kaybetmez? Etmiyormuş ki geçtiğimiz sene beyaz ekranda bizi yerimize mıhlayan çılgın gerilim filmi Gone Girl'de bile Gurur ve Önyargı'ya göndermeler görebiliyoruz. 42 yıllık kısa hayatını kült romanlarla dolduran, Virginia Woolf'un "tüm büyük yazarlar içinde büyüklüğü en zor yakalanacak yazar" diyerek bahsettiği Jane Austen'un "pek sevgili çocuğum" dediği Gurur ve Önyargı her an yeniden okunmaya, konuşulmaya devam ederken yüzyıllardır dinmeyen rüzgara karşı koymamız ne mümkün? Ben de karşı koymayı bıraktım, okudum; üstüne bir de 2005 yapımı Pride & Prejudice izledim. Şimdi konuşma vaktidir!

"Dünyaca kabul edilmiş bir gerçektir ki, hali vakti yerinde olan her bekâr erkeğin mutlaka bir eşe ihtiyacı vardır." diyerek başlıyor Gurur ve Önyargı. (çev. Hamdi Koç) Austen bize burada aslında romanın belli başlı temalarından "evlenmek" üzerine ilk ve en büyük sözlerinden birini söylüyor. 19. yüzyıl İngiltere'sinin havasını önce Bennet'lerle tanışarak soluyoruz. Soluduğumuz havada minik minik parçacıklar da var: Jane Austen büyüsü. Rengarenk ve karşı konulamaz bir "sadelik" bu. İronilerle aromalandırılmış Gurur ve Önyargı'nın mayası aslında sıra dışılık içermiyor. Sıra dışı olan tek şey -belki de Woolf'un de sözünü ettiği budur- Austen'ın "bizden" karakterleri yine "bize" heyecanla takip ettirmeyi başarması.

Pride and Prejudice ilk baskısı, 1813
Austen romanın bel kemiğini karakterleriyle kuruyor aslında, her karakteri ayrı ayrı özenle okurun zihninde inşa ediyor. Romanımız Elizabeth Bennet - ya da sevgili Lizzie'miz :) - üzerinden aktarılırken romanın onlarca diğer karakterinin de nasıl hissettiklerini ve olaylar karşısında nasıl tepki vereceklerini zamanla kestirebilir hale geliyoruz. Austen karakterleri genel anlamda iflah olmaz derecede sabit ruh hallerine sahip olsalar da Gurur ve Önyargı'ya bir kendini arayış dememiz de gayet mümkün. Üstelik bu kendini arayış uçuk hedeflere ulaşmaktan ziyade karakterlerin kendileriyle çatışmaları, değişmeye çalışmaları, hayatın gerçekleriyle defalarca yüzleşmeleri üzerinden gerçekleşiyor. Örneğin Elizabeth, olaylar karşısında kendine has duruşu ve devrine göre "modern" kaçan düşünceleriyle en sağlam karakterlerden birini çizerken, Austen ona "önyargı" zaafını veriyor. Roman boyu Elizabeth'in bugüne kadar oluşturduğu değer yargılarıyla minimum çatışmaya girerek kendini sorgulamasını izliyoruz. Tabii ki aşk hikayemizin diğer tarafı Mr. Darcy'nin de "gurur"uyla yüzleşme yolculuğu var. Romanın Elizabeth taraflı ilerleyişi ve bizim olayları görme açımızın bu şekilde daralması üzerinden de Austen, Mr. Darcy başta olmak üzere farklı farklı karakterler üzerinden bizi ilerleyen her sayfada şaşırtıyor.

Gurur ve Önyargı, hızlı tempolu bir roman değil. Ama normalde "sıkıcı"lığa kapılmak bu kadar kolayken Austen yine o meşhur "büyü"sünü kullanarak bunu da avantaja çeviriyor. Gerçekten de Hamdi Koç'un dediği gibi karakterler uzunca bir süre oturuyor, kalkıyor, konuşuyor, susuyor ve okuyucu tüm bu hayatın monoton akışını ilgiyle takip edebiliyor. Elbette ki Austen'ın bu büyüsünde onun açığı olmayan bir kurgu ve havada kalan hiçbir teşebbüste bulunmayan karakterlerinin büyük payı var. Austen gerçekten de tüm zamanların en iyi hikaye anlatıcılarından.

Roman uzunca mektuplara da ev sahipliği yapıyor, belki de bir başka açıdan Gurur ve Önyargı'yı böyle anlayabiliriz: Mektuplar yazıp sabırla cevaplar beklenilen zamanların romanı. Havada romantizm kokusu mu alıyoruz? Romantizmden ne anladığımıza bağlı belki de ya da her çağın romantizm anlayışı... Dikkatleri çekmemiz gereken nokta Austen'ın kesinlikle avam tabirle "bayık" bir roman yazmadığı. Karşılaştırmak bir yere yan yana bile konmayacak Alacakaranlık serisi üzerinden olayı anlatmakta fayda var. Stephenie Meyer'in uzunca bir süre genç kızların soluğunu kesmeyi başardığı Edward'ında Mr. Darcy'den etkilenilmediğini zannetmek saflık olacaktır. Meyer'in yaptığı çağa hitap etmek adına temelleri olmayan bir romantizm yaratmaktı. Daha "ben" olamamış aşıklar "biz" olmaya çalışırken elbette sırıtan şey çok olacaktı. Üstelik Darcy'nin biricik aşkı akıllı Lizzie'nin olması gereken yere edilgen ve belirsiz kişilikle Bella'yı koyan Meyer çok da derinliği olmayan bir roman elde etmişti. Austen'a karşı bu yarım yamalak özenti, romanın kalıcı olmasını engelledi elbette; Alacakaranlık serisi bir zamanların modası olmaktan kaçınamadı. Gurur ve Önyargı 202 yıldır işte bu yüzden okunmaya, sevilmeye, tutkuyla yaşatılmaya devam ediyor: Hayatın gerçeklerini, insanların önünde sonunda kendileriyle yüzleşmeleri gerektiğini ironik bir dille anlatmak ve elbette o tanımlamakta çok zorlandığımız Austen havası.

Gelin bir de başka bir gözle bakalım Gurur ve Önyargı'ya. Austen aslında acı bir sosyolojik saptama da yapıyor. Bir kadının hayatını "koca bulmaya" sıkıştırmasının, hayatta başka hiçbir amacı olmamasının ne kadar ızdırap verici ve sinir bozucu olduğunu iğneli diliyle "okumak isteyen"e sunuyor. Günümüzde olsa Y kuşağı tabiriyle "kezban" olarak damgalanacak itici kadın karakterleri ile toplumun kadını sıkıştırdığı cendereyi bir kadın yazar olarak ete kemiğe büründürerek sunuyor.

Gurur ve Önyargı tüm zamanların en çok sevilen romanlarının başını çekiyor, İngiltere'de başlı başına bir turizm ikonu olan Jane Austen'ın bu biricik eseri sadece Ada'da kalmamış hiçbir zaman. Evet belki de bir romanın alabileceği en önemli iki payeyi almış: Evrensel ve kalıcı. Gurur ve Önyargı ateşinin her daim harlı kalması onu beyaz perdeye de defalarca konuk etmiş. En dikkate değer uyarlamaların başında 2005 yapımı Oscar ödüllü Atonement (Kefaret) 'in yönetmeni Joe Wright'in yönettiği Pride & Prejudice (Ülkemizde Aşk ve Gurur adıyla gösterime girmiş) geliyor. Yine Oscar ödüllü Dario Marianelli'nin müziklerini yaptığı Pride & Prejudice'da Akademi tarafından senenin en iyi kadın oyuncularından biri olarak gösterilen Keira Knightley'i Elizabeth olarak izliyoruz.

Knightley rolün altından başarıyla kalkıyor. Tüm zamanlarının en sevilen karakterini oynamak ona ve İngiliz aksanına çok yakışmış. Karşımızda biraz da Jane Austen'ın meşhur portresinden ilham almışa benzeyen bir Elizabeth var. Jane'i oynayan şu aralar "Gone Girl" olarak oyunculuğuna hayran kaldığımız Rosamund Pike da hayallerimize yakın bir Jane sunmayı başarıyor. En son Açlık Oyunları serisinde Başkan Snow olarak izlediğimiz Donald Sutherland'de kendine has Mr. Bennet'i oldukça esprili şekilde canlandırıyor. Filmin sürpriz oyuncusu Judi Dench de karşımıza en az düşündüğümüz kadar sinir bozucu Lady Catherine de Bourg'u çıkarıyor.

Film iyi bir uyarlama mı? Hem evet hem hayır. Evet çünkü, karakterlerimiz başarılı oyuncular tarafından canlandırılıyor, çekim mekanları - Mr. Darcy'nin tüm zamanların en büyük arzu nesnelerinden olan Pemberley'si başta olmak üzere - gözlerimize ziyafet çektiriyor, geniş açılı çekimler, farklı kamera açısı kullanımları filme can veriyor, müzikleri insana kitabı yeniden okuma isteği verecek kadar eşsiz ve "Austen" tınlıyor. Hayır çünkü, beyaz perdede sıkıcı olmayan bir tempo uğruna geçişler hızlı, sadece filmi izleyen biri kurguda rahatlıkla geçiştirmeleri görebilir ve tüm zamanların en güzel hikayelerinden birine karşı pek de hoş olmayan düşüncelere kolaylıkla kapılabilir. Neyse ki karmaşık bir karakter ağı ve yavaş olay öyküsü altında ezilmek istemeyen film romandan sapmıyor, temelde romanın okuyucusuna gülümsüyor. Özellikle romandan birebir alınmış repliklerle ortaya Austen severleri mutlu edecek bir görüntü çıkıyor.

Yine kitabın çevirmenlerinden Hamdi Koç'un nokta atışı ifadesiyle bitirelim yazıyı: "Gurur ve Önyargı okur için hayati şeyler ifade eden, zamanın üstesinden gelmiş, kalbin gücüne ve ölümsüzlüğüne ait az sayıdaki romandan biridir."

Edebiyatla kalın!

Kubilay

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...