30 Ağustos 2011 Salı

Bayramlar İyi Ki Var!


Biraz özlem, biraz hasret, biraz hüzün. Boynu bükük bir burukluk. Bir bakakalış hissi. Hani avucundaki kum parmaklarının arasından dökülür ya biteviye, öyle bir şey sanki. Elinde kalan son kum tanelerine doya doya sarılma isteği. Geceleyin üstü açılmış bir çocuğun üşümemek için kollarını kavuşturması misali. Böyleyim işte. Ruhum sarardı hafiften. Güneşin cıvıldaşan sarısı değil, çeyiz sandıklarının naftalinli sarısı bu. Ramazan'a elveda sarısı.

Üzülüyorum işte, Ramazan gidiyor diye. Bir ay ne çabuk geçti demekten alıkoyamıyorum kendimi yine. Sanki daha dün gece sahura kalktık, daha dün ilk iftarımızı yaptık. Ne zaman geçtin ey Ramazan? Böyle ayrılık olur mu cananım?

Bayram belki de bu hüznü ruha neşeyle yedirme fırsatı. Ramazan boyu yoğurduğumuz hamura iki ölçü neşe, bir avuç sevinç, bir tutam heyecan katmamız. Bayram, dudağımızın iki nazenin kenarının altına gelip yerleşen, var gücüye yukarı kaldıran iki zıpırcığın şefkat dolu annesi. Ruhumuza su serpip, hüznün o boğaz kurutan ateşini söndüren dostâne bir el. Şaşkın ruhlara kucak açan sıcacık bir penah.

Biraz çikolata, biraz şeker. Biraz kadayıf, biraz baklava. Biraz şekerpare, biraz sütlaç. Biraz harçlık, biraz kolonya. Bayram kadim bir tarife sahip şekerriz bir tatlı sanki. Gülümseyen, gülümseten.

Lokum gibi geleneksel, akide şekeri gibi keyifli, çikolata gibi lezzetli, damla sakızı gibi mis kokulu bayramlar diliyorum herkese...

Yüzünüzden gülümseme hiç eksik olmasın!

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Kaçık Sanat Tarihi - 5 "Michelangelo Buonarroti"

Büyük Sanatçıların Gizli Hayatları kitabından yola çıkarak hazırladığım Kaçık Sanat Tarihi yazılarından beşincisiyle karşınızdayım. Bugünkü konuğumuz İtalyan Rönesans'ının tanınmış simalarından Michelangelo Buonarroti. Gelin onu yakından tanıyalım...

Michelangelo Buonarroti
6 Mart 1475 -18 Şubat 1564
Burcu: Balık
Milliyeti: İtalyan
En Önemli Eseri: Adem'in Yaradılışı (1508-1512)
Tekniği: Fresk
Tarzı: İtalyan Rönesansı
Eserlerini Nerede Görebiliriz?: Sistine Şapeli, Vatikan, Roma
En Meşhur Sözü: "Eğer insanlar ustalığımı kazanmak için ne kadar çok çalıştığımı bilselerdi, hiç de böyle harika görünmezdi."
(Yandaki resim Jacopino del Conte'nin çizdiği portresidir.)

Aristokratların soyundan geldikleri varsayılan Buonarrotiler, eski yaşam tarzlarını kaybetmişlerdi ve bundan hiç hoşlanmıyorlardı. Belki de oğlu, ressamlığı meslek olarak yapmak istediği yolundaki niyeti açıklayınca, Michelangelo'nun babası Ludovico onun için bu kadar kızmıştır. Ludovico gönülsüzce Michelangelo'nun Floransalı bir ressamın atölyesinde eğitim görmesini ayarladı, ancak fevri genç adam, ustasıyla boyuna kavga ediyordu. Neyse ki 1490 sonlarında daha makul bir sanatsal çevreye geçebildi: Lorenzo de' Mediciler'in heykel bahçesine. Sandro Botticelli'nin büyük hamisi Lorenzo, değerine paha biçilmez bir kadim ve çağdaş heykel koleksiyonunu bir araya getirmişti ve umut veren heykelciler için bir atölyenin sponsorluğunu yapıyordu.

Michelangelo, Floransa'daki Fransız istilasından kurtulacak şekilde şehirden sıvışmıştı. 1495 sıralarında dönerek, vaiz Giralomo Savonarola'nın şehirde hüküm sürmesine tanık oldu, sonra 1496'da şehri alelacele terk etti; bu sefer birkaç yerel kardinal için heykel yapma işini üstlenmek üzere Roma'ya gitti.

Eşsiz Pietà

Roma'dayken Michelangelo, İsa'nın cansız bedenini kucağında tutan Bakire Meryem'i ustaca betimleyen Pietà'yı tamamladı.



Pietà
Pietà'da Meryem'in elbisesindeki katlardan, İsa'nın saçının dalga dalga dökülmesine kadar hayret verici canlı ayrıntılar ve dokularla, gruplaşma heykelde bir güç gösterisidir.



İsa'nın elindeki çivi izi, kollarındaki damarlar, parmakların canlı dokusu
ve Meryem'in elbisesinin katları heykelin can alıcı ayrıntıları...
İspatla Beni David!

Pietà Michelangelo'ya sağlam bir şöhret getirdi -ama sadece Roma'da. 1501'de Floransa'ya dönünce kendini yeni baştan kabul ettirmek zorunda kaldı. Bu zorlu işin üstesinde, Floransa katedralinin avlusunda1463'ten beri öylece duran dar, dört buçuk metreye yakın bir blok sayesinde geldi. Daha önceki sanatçılar tarafından üzerinde çalışılmış, ama taştan kaynaklanan sorunlar yüzünden bırakılmış olan bir bloktan heykel tamamlama işini kabul etti. Michelangelo zoru başardı ve David karşımızdaydı. Floransalıların ağzı açık aldı desek yeridir...

David
David'in kaş ayrıntıları, göz çukurlukları, küçük ağzı, azametli burnu
ve sert bakışları dikkat çekiyor.
Tavanın Tam Altında Biri "Michelangelo"

Kendini bir tavus kuşu kadar beğenmiş olan Papa Julius zaman içerisinde Michelangelo'yla çok uğraştı. Günün birinde ise ona Sistine Şapeli'nin tavanını süsleme görevi verdi. Sanatçı reddedemedi ama işin içinde bir bit yeniği olduğunu sezdi. Yeminli düşmanı Donato Bramante'nin Michelangelo'nun resim yapmaktan hoşlanmadığını bilerek ve başarısızlığa uğrayacağını umarak, ona bu işin verilmesi için dolap çevirdiğinden şüphelendi.

Ama resmi yaptı...


Sistine Şapeli'nin tavanı
Büyük kemerli mekan için Michelangelo, Eski Ahit'in bir özeti olan karmaşık sahneler, figürler ve mimari unsurlardan oluşan bir düzenleme geliştirdi. Beş ana pano, kozmosun yaradılışıyla başlayıp Nuh ve Tufan'la sona eren Tekvin'in açılış bölümlerinden olayları gösterir. Figürlerin helezonik dönüşü, dinamik, çalkantılı bir bütünle sonuçlanırken, mantıklı düzenleme, eserin anlaşılmazlığa düşmemesini sağlıyor. Kendine güven ve deneyim kazandıkça, tavan boyu Michelangelo'nun ilerleyişini izleyebilirsiniz.

Son sahneler, özellikle de Adem'in Yaradılışı, oldukça akılda kalıcı niteliktedir. Narin kaslı Adem, bir melekler kalabalığının desteklediği sakallı bir adam olan Tanrı'ya aygın baygın bakar. Tanrı, Adem'in gevşek eline dokunup hayat kıvılcımını vermek için maksatlı bir parmak uzatır.


Adem'in Yaradılışı
Tanrı'nın Adem'e hayat verdiği bu resim zaman içinde bir
ikon hâlini almıştır.


Kokulu Ressam!

Sistine Şapeli freskleri hakkında birkaç mit ortaya çıkmıştır. Birincisi, Michelangelo sırt üstü yatarak çalışmadı. Kocaman bir iskele tavanın altında asılıydı, o da kolları başının üstünde çalıştı. Projenin hepsine de kendi tamamlamadı. Onunla birlikte, boyaları ezen ve alçıyı karıştıran birkaç asistan çalıştı. Çoğunun, tavanın tamamlanmasının sürdüğü yaklaşık dört yıllık sürede işten ayrıldığı doğrudur - ekip, Michelangelo'nun küçük stüdyosunda birlikte yaşadığı ve tek bir yatağı paylaştığı için bunda şaşacak pek bir şey yok. Michelangelo banyo yapmanın sağlığına zararlı olduğuna inandığı için, personel mümkün mertebe kısa sürede kapıyı bulmaya hevesli olabilir. Bu arada Papa Julius'un, dünyaya armağanının sefasını sürmek için pek fırsatı olmadı; 1519'da, fresklerin tamamlanmasından birkaç ay sonra öldü.

İlerleyen zamanda Papa VII. Clement, Michelangelo'yu Sistine Şapeli'ne son rötuşu kondurması için görevlendirdi. Karşınızda The Last Judgment (Son Yargı)...


The Last Judgment (Son Yargı)
Fresk, İsa ile Bakire Meryem'in dünyanın sonuna nezaret etmelerini gösterir. Çevrelerini azizler, piskoposlar ve çoğu kurban oluşlarının sembollerini taşıyan din kurbanlarından oluşan bir anafor sarmıştır. Kurtulanlar topraktan yükselirken, bu semavi diyarın altında lanetliler, gudebet boynuzlu şeytanlar tarafından cehenneme sürüklenir. 1535-1541 yılları arasında yapılmış olan Son Yargı, Michelangelo'nun neredeyse otuz yılda ne kadar evrim geçirdiğini, kompozisyonları ile renk kullanımında daha maceracı hale geldiğini açıkça gösterir.

Derisi yüzülen Aziz Bartholomew kendi derisini tutar, yüzünün Michelangelo'nun
alaycı bir otoportresi olduğuna inanılır.
Ne Kaba Bir Kadın!

Michelangelo çıplak bedenin, özellikle de erkek bedeninin sanatın en büyük başarısını temsil ettiğine inanırdı. Erkek çıplaklığına öyle aşkla bağlıydı ki, kadın nüleri bile erkeğe benzerdi. Michelangelo'nun kadın model kullanmaktan hoşlanmayışının nedeni belki de cehalettir -kimi bilginler onun hiç çıplak kadın görüp görmediğini sorgular.


Soldaki iki kadının bedenlerini yanlarındaki erkeklerle karşılaştıracak
olursanız pek fark göremezsiniz. En soldaki kadının kaslı vücudunun üzerinde eğreti
gibi duran göğüsleri, kaslı bacakları, eğilen kadının kolları bu durumu ispatlar
nitelikte...
Nihayetinde bu çıplak her şeye olan sevgi, Michelangelo'nun başını derde soktu. 1530'ların yeni muhafazakârlaşmış atmosferinde Son Yargı'yı tamamladığında, eleştirmenler, azizler ile din kurbanlarını doğal halleriyle gösterdiği için hemen ona saldırdı. Bir yazar, "Böyle şeyler görmemek için bir genelev bile gözlerini kaçırırdı." diye yazdı. Bir miktar tartışmanın ardından, kilise hiyerarşisi, figürlerin şehvetli olduğunu kabule etti ve yaramaz parçaların üstüne kumaş koysunlar diye daha az önemli ressamlar tuttu. Michelangelo mesajı aldı. Daha sonraki fresklerinde melekler nadiren giysisiz görünür.

Ne Ressamı Be!

Michelangelo fevri yapıda, patlayıcı eğilimleri, derin sevgileri ve ani hiddet nöbetleri olan bir adamdı -kısacası, terribilita'sı vardı, duygu yoğunluğu ya da korkutuculuk diye çevrilebilen bir İtalyan deyişi.


Adem ve Havva'nın cennetten kovuluşu, Sistine Şapeli tavanından bir sahne

Onun terribilita'sını ateşlemenin emin bir yolu, ona ressam demekti. Kendini heykeltıraş sayardı - hatta mektuplarını "Michelangelo Buonarroti, Heykeltıraş" diye imzalardı - ve insanlar iki sanatı karıştırdığı zaman ciddi bir öfkeye kapılırdı. Oysa kendini ressam saymayan bir adam için, ne harika şeyler çizmişti! Sistine Şapeli freskleri pek çok sanat tarihçisi için Yüksek Rönesans'ın en büyük başarısını temsil eder. İşe bakın ki o, dikkatini sevgili mermerinden başka tarafa çekecek bir şey istemiyordu. Şaşırtıcı bir güç ve duyarlılığa sahip heykeller yaptığı inkar edilemez, ama resimleri de Batı sanatının şaheserleri olarak hemen fark edilir.

Benim fikrim...

Michelangelo gerçekten de bir sanatkâr. Özellikle Sistine Şapeli'nin tavan süslemelerine bakınca hayran kalmamak elde değil. Renkleri kullanışı ve canlılığı da hayli merak uyandırıcı. Eserlerini gidip yerinde görmeyi çok isterim. Sonsuz saygılar Michelangelo!

Yazımız burada son buluyor. Kaçık Sanat Tarihi yazılarının Rönesans devrini böylece kapatmış oluyoruz. Bu yazı dizisinin son kısmı. İleri de bir gün yeniden başlayabilirim ama şu an için bu durum kesin sonu işaret etmekte. Blog yayın akışı normal şekild devam edecek tabi...

Yeniden buluşuncaya dek sanatla kalın!

28 Ağustos 2011 Pazar

Kaçık Sanat Tarihi - 4 "Albrecht Dürer"

Büyük Sanatçıların Gizli Hayatları kitabından yola çıkarak hazırladığım sanat tarihi yazılarından dördüncüsüyle karşınızdayız. Konuğumuz Kuzey Rönesansı'nın en ünlü isimlerinden Albrecht Dürer.

Albrecht Dürer
21 Mayıs 1471 - 6 Nisan 1528
Burcu: İkizler
Milliyeti: Alman
En Önemli Çalışması: Şövalye, Ölüm ve Şeytan (1513)
Tekniği: Gravür
Tarzı: Kuzey Rönesans
Eserlerini Nerede Görebiliriz?: London Universiy College, San Fransisco Güzel Sanatlar Müzeleri, NY Metropolitan Müzesi...
En Meşhur Sözü: "Eğer insan kendini sanatına adarsa, tembellik ettiği zaman başa gelebilecek pek çok kötülükten kaçınılır."
(Üstteki resim otoportresidir...)

Albrecht Dürer, kuyumcu Büyük Albrecht Dürer ve karısı Barbara'nın on sekiz çocuğundan biriydi - sadece üç tanesi çocukluğu sağ salim geride bırakabildi. Eğitimini tamamlayıp, belli başlı bir pirinç ustasının kızıyla evlendi. Venedik'te İtalyan sanatı okuduktan sonra, hırslı genç Albrecht, Nüremberg düşünür takımının yerleşik bir üyesi oldu. Dürer'in, çoğu tanınmış hümanist bilginler olan yeni arkadaşları, işine sadece zanaat değil de liberal sanatlardan biri muamelesi etmesi için ona ilham verdiler.

Kitleler İçin Sanat

Bu arada Dürer atölyesinde baskının potansiyelini araştırdı. Tahta baskılardan ya da gravürlerden yapılan baskıların taşınabilir nitelikte ve makul fiyatlı olması, onları yeni filizlenen, evleri ve iş yerlerini süsleme peşindeki orta sınıf için ideal bir ürün haline getirmişti. Bir müşteri ya da bir basımcının iş önerisiyle ona gelmesini beklemektense, popüler konular üzerinde baskılar tasarladı ve üretti. Sonra da işini Avrupa'da tanıtmak üzere satıcılar tuttu. Çok geçmeden Dürer baskıları Rotterdam'dan Roma'ya kadar duvarlara asılmıştı.

Ünlü Gravür...

Dürer, gravürü de araştırdı. Özellikle de içinde tehdit edici bir peyzajda at üstünde seyahat eden kararlı bir şövalyeyi gösteren Ritter, Tod und Teufel yani Şövalye, Ölüm ve Şeytan'ın da aralarında olduğu üç "ustaca baskısında"...


Şövalye, Ölüm ve Şeytan
Şövalye, Ölüm ve Şeytan ortada cesareti temsil eden bir şövalyeyi, iskeletimsi bir yapıya sahip olan ve bitkin haldeki bir ata binen  "ölüm"ü, çok boynuzlu ve keçi benzeri bir yaratık olan şeytanı dağınık ağaç kökleri arasında pusuya yatmış olarak gösteriyor.

Resmin simgesel bir özelliği de var. Dikkat ederseniz eğer, şövalyenin etrafındaki onca korkunçluğa rağmen umursamadan yürüyüşünü görebilirsiniz. Ve bu da "cesaret"i işaret ediyor bizlere. Resmin ilhamının nereden geldiğine bakmadan önce, birkaç ayrıntıya göz gezdirelim...

Ölüm'ün elindeki kum saati Şövalye'ye hayatın bir gün biteceğini
daima hatırlatması anlamına geliyor...
Ölüm'ün ağırlığı altında ezilen bitkin at ve eğildikçe yaklaştığı
kafatası yine bir çok simgeselliğe ev sahipliği yapıyor.
Resmin fonundaki ayrıntılı bir kale çizimi göze çarpıyor.
Şeytan'ın ince keçi bacaklarını ve ona doğru yürüyen kertenkeleyi
dikkatle bakınca görebilirsiniz.
"Ölümün gölgesinin vadisinden geçmeme rağmen, şeytandan korkmayacağım." Tanıdık geldi mi? Dürer, gravürünün ilhamını hümanist arkadaşlarının birinden almıştı: Rotterdamlı Erasmus. Erasamus'un yazdığı Hristiyan Askerin El Kitabı'ndan satırlar bunlar. Devam eden yıllarda bu etkilenmeler Dürer'i reformist hareketin ortasına sürükledi. Dürer, Luther'in Doksan Beş Tez'ini Almanca'ya çevrildikten hemen sonra okudu, daha sonra, nihayetinde Protestan Reformu'na giden münakaşaların içine daha derinlemesine çekilecekti.

Dur, Hırsız! "Dünya Üzerindeki İlk Ticari Marka"

Şövalye, Ölüm ve Şeytan'ı bu kadar önemli yapan bir diğer ayrıntı ise bu resimde dünya üzerindeki ilk ticari markanın kullanılmış olmasıdır. Ressamın baş harflerinde oluşan bir logo!


Salus(Kurtuluş), 1513 yazısı ve ressamın logosu
Başarılı her iş adamı gibi Dürer de sahtecilikten korkardı - gerçek bir tehdit, çünkü o sıralar başka bir ressamın eserlerin kopyalamak yasadışı değildi. Sanatını korumaya önce monogramını - daha büyük bir "A"nın bacaklarına sığınmış olan "D" - bütün baskılarına ve resimlerine ekleyerek girişti; aslında, ilk ticari markayı yarattı. Ne yazık ki, monogramı taklit etmek oldukça kolaydı ve şöhretini artırmaya faydası olsa da, eserlerini koruma açısından monogram pek bir işe yaramadı. Hatta Dürer, eserlerini kopyalayıp, "AD" monogramıyla işaretleyen Venedikli ressam Marcantonio Raimondi'ye karşı yasal işlem yürütmek zorunda kaldı.

Havalı Otoportre!

Dürer'in otoportrelerinden biri oldukça şaşırtıcıdır. On sekiz yaşındaki Dürer kendini tam cepheden gösterir, yaslı ifadesiyle doğrudan doğruya izleyiciye bakar ve saçı omuzlarına dökülür. Gözünüz bir yerden ısırıyor mu? Yoksa İsa mı dediniz?


Dürer'in otoportesi

Kasıtlı olarak yapılmıştı, ama dine hakaret kasıtlanmamıştı doğrusu. Dürer izleyicilerine, bütün insanlar gibi kendisinin de Tanrı'nın suretinde yaratıldığını (İncil'e göre) hatırlatmak istemişti. Elbette, Dürer'de her zaman olduğu gibi, sanatsal seçiminin arkasında iş dürtüleri gizliydi. Bu resim, becerilerini göstermenin harika bir yoluydu, satış sloganını hayal etmek kolay: Eğer kendimi Tanrı'nın Oğlu'na benzetebilirsem, düşün hele, senin için neler yaparım! Bugün olsa kuşkusuz mallarını dünyanın dört yanında evden alışveriş edilen iletişim ağlarında pazarlıyor olurdu...

Bir Gergedan, Bir Tavşan...

Feldhase (Genç Tavşan)
Dürer'in en kalıcı eserlerinden bazıları en basit olanlarıdır. Bugün sulu boyayla yaptığı bir tavşan, özenli mihrap resimlerinin hepsinden daha popülerdir...

1515 tarihli gergedan ağaç baskısı, sadece hoş olmakla kalmadı, etkili de oldu. Dürer, benekli zırha sahip hantal bir yaratık olan gergedanının, hayvanı bir kez bile görmemiş olduğu halde oluşturmuştu. Gravürüne, Lizbon'a yerleşmiş bir iş adamının Nüremberg'deki bir arkadaşına gönderdiği yazılı bir tanım ve eskizi temel almıştı. Bugün Dürer'in, hayvanın anatomisini resmedişinin gerçeğe uymayan birçok yanı olduğunu bilsek de 18. yüzyıla kadar gerçekçi olarak kabul edilmişti.

Benim Fikrim...

Dürer, tarzıyla tanıdığım Rönesans isimlerinde oldukça farklı. Yaygın olan yağlı boya gibi malzemeler yerine baskı ve gravür tekniği kullanmış olmasa oldukça ilgi çekici. Özellikle Şövalye, Ölüm ve Şeytan'ının ayrıntılarına hayran kaldım. Bir başka yönden ise ilk imza örneğini gördüğümüz Jan Van Eyck'ten sonra en radikal kararlara sahip Rönesans ressamı. Bu açıdan hem bir ressam hem de gerçekten de bir iş adamı. Evet sevdim ben Albrecht'i!

Yazımız burada sona eriyor. Tüm görüşlerinizi, yorumlarınızı, eleştirilerinizi bekliyorum. Yarın Kaçık Sanat Tarihi'nin son yazısıyla karşınızda olacağım. (Neden mi son? Ayrıntılı bilgi için tıkla ve oku: Tık )Son konuğumuzda Michelangelo Buonarroti olacak. Kaçırmayın!

Sanatla kalın!

Kafası Karışık Bir Yazı



Bugünlerde bir dağınıklık hakim kafamın içinde, biliyorum. Ramazan telaşı da eklenince işin içine işler iyice sarpa sardı. Blog da bunlardan biri...

Öncelikle bir karar almıştım, takip edenler mutlaka biliyorlardır. Büyük Sanatçıların Gizli Hayatları kitabından yola çıkarak Kaçık Sanat Tarihi yazıları hazırlamaya başlamıştım. İlk üç yazı halihazırda yayında. Ama ben uzun uzun düşünmelerden sonra fikrimi değiştirdim. Kaçık Sanat Tarihi yazılarını en azından şimdilik son vermeyi istiyorum. Nedenine gelirsek, ben de tam netleştirmiş değilim... Kitap yazılarımı sekteye uğrattığını düşünüyorum biraz, bloga uydu mu uymadı mı gibi düşünceler var bir de. Fazlasıyla emek harcanan yazılar olduğu için başka gönderiler hazırlamaya zaman da kalmıyor. Tüm bu nedenlerin toplamı, biraz daha fazlası ya da biraz daha azı... Yine de başladığım bir iş, ortada kalsın istemiyorum. Bu nedenle iki yazı daha yazıp en azından "Rönesans sanatçıları" kısmını bitirmek istiyorum. Bir sorun çıkmazsa eğer, bugün Albrecht Dürer'i yarın da Michelangelo'yu konuk edip Kaçık Sanat Tarihi'ne son vereceğim. Belki ileri de, bölüm bölüm devam edebilirim, ama şimdi mutlaka bir ara vermeli.

Kitaplara dönersek eğer, Mor Salkımlı Ev'i okuyorum. Keyifle ve merakla. Ona da bu aralar hız vermeyi düşünüyorum. Dün de kitapçıya gidip Handan'ı ve Çaresaz'ı aldım. Halide Edib külliyatını yavaş ama emin adımlarla devirmek istiyorum. Halide Edib ilk Vurun Kahpeye ile hayran kaldığım bir yazar. Onun kalemine, duruşuna, yaptıklarına hayranım. Şu an tüm ilgim Halide Edib'e odaklanmış durumda.




Sıradaki kitap yorumu da mutlaka ama mutlaka Lütfen Anneme İyi Bak olacak, ne zamandır kafamda... Sanat tarihi meselesi bir hallolsun, tamamdır.

İşte bu ahval ve şerait içerisindeyim dostlar. Bayrama bomba gibi bir giriş yapmak için bu kafa karışıklığını gidermeyelim. Evet, kesinlikle gidermeliyim.

İmza: "Kafası fena halde karışık" Kubilay

26 Ağustos 2011 Cuma

Kaçık Sanat Tarihi - 3 "Leonardo da Vinci"

Büyük Sanatçıların Gizli Hayatları kitabından yola çıkarak hazırladığım Kaçık Sanat Tarihi yazılarının üçüncüsüyle karşınızdayım. Sıradaki konuğumuz meşhurlar meşhuru Leonardo da Vinci... Önce hakkında biraz bilgi sahibi olalım:

Leonardo da Vinci
15 Nisan 1452 - 2 Mayıs 1519

Burcu: Koç
Milliyeti: İtalyan
En Önemli Eseri: Mona Lisa (Yaklaşık 1503-7)
Tekniği: Kavak Pano Üzerine Yağlı Boya
Eserlerini Nerede Görebiliriz?: Louvre Müzesi, Paris
En Meşhur Sözü: "Sanat eseri hiçbir zaman bitirilmez, sadece terk edilir."
(Yandaki kırmızı tebeşirle yapılan çizim otoportresidir.)


Leonardo geride bir avuç resim bıraktı -yirmiden az, kimileri ciddi hasar görmüş ya da tamamlanmamış halde. Heykelleri ya bitirilmemişti ya da sonradan tahrip edilmişti. Elimizde bol bol olan şey defterler anlaşılan -13 bin sayfa kadar- ve uzmanlar daha pek çok notun kaybolmuş olabileceğine inanıyor. Ona değer biçmemiz için bu kadar az sanat eseri olmasına rağmen, Leonardo dünyanın en büyük ressamlarından biri olarak tanınır. Çoğu kişi resimlerinden sadece birini bilse de, ona Rönesans'ın en büyük adamı denir.

 Leonardo efsanesi, balkondaki bir kadının sade portresi olan Mona Lisa'ya dayanır. Her yıl bu esrarengiz esere bakmak için Paris'in Louvre Müzesi'ni dolduran turist kitlesi onun resimlerinin en iyisi, Leonardo'nun da ressamların en büyüğü olduğunu sorgusuz sualsiz kabul eder. Peki... Mona Lisa öyle midir? Leonardo öyle miydi?

Olaylı Geçmiş

Leonardo, 15 Nisan 1452'de , cennet gibi Toskana tepelerindeki küçük Vinci, kasabasında doğdu, ama mutlu bir çekirdek ailenin çocuğu olduğu söylenemez. Annesi ve babası evli değildi, farklı toplumsal sınıflardan geliyorlardı. Gayrimeşru Leo, başka bir kadınla evlenen babasıyla oturdu. Bu mütevazi başlangıçtan sonra toplumsal basamakları birer birer aşarak, krallar ve düklerin ressamı oldu. 1476'da eşcinsel birliktelik ile suçlandı, suçlanan diğer adamlardan birinin bağlantısı sayesinde bir uyarıyla kurtuldu. 1482'de Floransa'dan ayrılan Leonardo, Milano'ya yerleşti ve askeri mühendis, ressam ve müzisyen olarak şehri yöneten Ludovico Sfarzo'ya hizmetlerini sundu... 1495 tarihli The Last Supper gibi. Yani Son Akşam Yemeği...

Son Akşam Yemeği

Son Akşam Yemeği
 Resim tam anlamıyla bir yenilikçilikti. Daha önceki Ortaçağ ressamları, İsa ve havarilerini tipik olarak sakin ve dertsiz tasasız halde sunmuşlardı. Leonardo ise bunun aksine, havarilerin İsa'nın ihanete uğrayacağını açıklamasına karşı duygusal tepkilerini göstermeyi seçti - adamlar el kol hareketleri yapıyor, bağırıyor, dehşet içinde geri çekiliyor ya da tartışmak için öne eğiliyor.

Hey! Size de resim biraz bulanık gelmedi mi? Ne yazık ki Son Akşam Yemeği Leonardo'nun en talihsiz resimlerinden. Leonardo'nun ıslak yerine kuru alçıya resim yapma kararı yüzünden resim en baştan zarar görmeye hazırdı. (Islak alçı kuruyunca resme bir daha rötuş yapılması, renklerin gölgelenmesi ve harmanlaması zor olduğundan Leo seçimini kuru alçıdan kullanmıştı.) Kuru alçı çok geçmeden pul pul dökülmeye başladı. Devam eden yıllarda Fransız birlikler duvara taş attı, beceriksizce restorasyonlar yapıldı, II. Dünya Savaşı'nda bina bombalandı, 1999'da resim restorasyonla sabitlendi. Başına gelenler pişmiş tavuğun yanında yerini almış gibi...


II. Dünya Savaşı sırasında Son Akşam Yemeği'ne
ev sahipliği yapan binanın bombalanmış hali
Esrardan Şahesere "La Gioconda"

Tanıdık gelmedi mi? Hadi açık konuşalım, bahsettiğim hepimizin çok iyi tanıdığı biri: Mona Lisa.


Mona Lisa
Kahverengi gözlü bir kadın, geniş bir alnı, yuvarlak bir çenesi var. Pilileri zarifçe yapılmış bir elbise giyiyor, elleri de koltuğun kolçağında duruyor. Oturduğu loca, olanak dışı bir şekilde bir yollar ile nehirler, tepeler ve vadiler manzarasına bakan bir uçurumun üstüne uzanmış. Peki yeni olan ne?

Önce, pozu. Lisa izleyiciden uzağa bakacak şekilde oturmuş, ama bedeninin üst kısmını bize bakacak şekilde döndürmüş. Bu eksen dışı konum, bir contrapposto (İtalyanca "ters" anlamına geliyormuş) biçimi olan duruş, figüre bir hareket duygusu katıyor.

 Harika peyzaj da başka bir yenilik, çünkü dönemin resimlerinin çoğunda pek az fon var.

Ama çoğu kişiye Mona Lisa'nın neyinin ayırt edici olduğunu sorarsanız size figürün muammalı bir bakışı ve her şeyin üstünde, "esrarengiz" bir tebessümü diyecektirler. Lisa'nın tebessümü hafif, yüzündeki anlamı okumak da gerçekten zor - ama bütün bunlar Mona Lisa'ya özgü değil. Leo, tıpkı Ginevra de' Benci ve pek çok Bakire ile azizede olduğu gibi diğer kadınları da muammalı bakışlarla çizerdi.


Ginevra de' Benci ve muammalı bakışları
Yolunmuş Lisa!

Ah Mona Lisa'nın kaşları! Sorun ne mi? Figürün kaşları yok. Sahiden. Tekrar bakın.

Kimi sanat tarihçileri Lisa'nın Floransa modasına kapılıp kaşlarını almış olabileceğini iddia ettiler, ama bu pek mümkün görünmüyor; çünkü Leonardo'nunkiler dahil, dönemin diğer portrelerinde kadınların kaşları var. Ya Leonardo onları hiç resmetmedi, ya da daha sonraki bir restorasyonda kazayla silindiler.

Yetiş Doktor Lisa Ölüyor...

Çağdaş doktorlar, gözlerini Mona Lisa'da resmedilmiş kadının sağlığına diktiler. Sadece resme dayanarak ona tiroid bezesinin büyümesi, strabismus (şaşı göz), yüz felci, bruksizm (diş gıcırdatmayı alışkanlık haline getirmek) ve korkutucu bir şekilde, "yüz kaslarının asimetrik hipofonksiyonu" teşhisleri kondu. Zavallı kadın. Tebessüm edebilmesi bile bir mucize.

Mona Lisa Şöhret Yolunda

Mona Lisa'yı bir şahesere dönüştürmek için on dokuzuncu yüzyıl ortasındaki Fransız sembolist şairlerin ilgisi gerekti. Femmes fatale'lerden, güzel oldukları kadar insanı yiyip bitirdiklerine inanılan kadınlardan büyülenme eğilimi geliştirmişlerdi ve nedense Mona Lisa'yı bu kategoriye koyuverdiler. İngiliz eleştirmen Water Pater, bu fikri 1869'da şöyle açıkladı: "Arasında oturduğu kayalardan daha yaşlı; vampir gibi, defalarca ölmüş ve mezarın sırlarını öğrenmiş."


Mona Lisa'nın boş yeri, 1911

Ondan sonra halkın büyülenmesini pekiştirecek şey, hırsızlıktı. 1911'de bir müze ziyaretçisi duvarda Mona Lisa'nın yerinin boş olduğunu fark etti. Sonra soruşturmalar, garip iddialar, takipler...Derken 1913'te Vincenzo Peruggia adında sabık bir Louvre çalışanının resmi kaçırdığı anlaşıldı.

Mona Lisa'nın bulunuşu uluslararası bir olaydı, ondan sonra da şöhreti tartışılmaz bir hal aldı. Louvre yıllar boyu, resme sıradan bir resim gibi davranmayı seçse de şimdi havası kontrollü, kurşun geçirmez, etrafı çevrili, özel bir sergileme mekanında asılı duruyor. Herhangi bir şeyi ender olarak bitiren bir adamın yaptığı sade portre için hiç de fena sayılmaz.

İkon Taşlama

Ressamların bir sanat eserine kusur bulmaları için gereken tek şey, halkın onu sevmesidir. Diğer resimlerin hepsinden fazla sanatsal hakaret ve uyarlamanın konusu olmuş Mona Lisa'nın kaderine göz atalım:



Marcel Duchamp'ın Mona Lisa kartpostalının üzerine çizdiği sakal ve bıyık
her şeyi başlatan oldu. Eserine verdiği adın okunuşu kulağa şu deyimle aynı geliyor:
"Elle a chaud au cul!" (Fransızca "Sıkı bir poposu var!")

Fotoğrafçı Philippe Halsman, elbiseyi giymiş ve Mona Lisa fonuna yerleştirilmiş
Salvador Dali'nin yüzünün ve meşhur bıyığının fotomontajını tamamladı.
Mona Lisa devam eden yıllarda gorile, Batman'a ve daha nelere dönüştürüldü ama ben daha fazlasını yayınlayamıyorum. Sayfa biter korkusuyla!

Benim Fikrim...

Leonardo da Vinci'nin resimleri bana oldum olası çok canlı gelmiştir. Yüzler, tenler kanlı canlıdır adeta. Özellikle Mona Lisa'ya saatlerce bakabilirim. Benim sevdiğim bir ressam o. Ama unutmamak gerek ki o aynı zamanda heykeltıraş, mimar, müzisyen, bilim adamı, matematikçi, mühendis, mucit, anatomist, jeolog, kartografyacı, botanikçi ve yazar. Dahinin tanımı tam da bu olmalı. Çok yaşa Leo!

Tabii ki resim alanında yalnızca Mona Lisa'dan ibaret de değil. Şimdi birbirinden güzel tablolarını bir saygı duruşu olarak sizlerle paylaşıyorum:


Madonna Litta

Lady with an Ermine
Virgin of the Rocks
Vitruvian Man
Leonardo hakkında daha konuşulacak çok şey var tabii. Belirli bir pencereden konuyu ele almaya çalıştım. Yazımız burada sona eriyor. Her türlü yorumunuzu, eleştirinizi, görüşünüzü bekliyorum. Bir sonraki yazıda Albrecht Dürer'i ele alacağız.

Sanatla kalın!

Önemli Not:

Kaçık Sanat Tarihi yazılarının üçüncüsü olan bu yazıyı ne yazık ki biraz geç yayınlayabildim. İki gündür Blogger düzenleyicimde bir resim sorunu vardı. Gecikmenin nedeni bu durum. Hepinizden özür dilerim...

Kubilay

25 Ağustos 2011 Perşembe

Nazar Boncuğu Öyküleri

Evil Eye Bead Tree in Turkey
Beni takip eden, yazılarımı okuyan, yorumlar yapan sizlerden bir ricam olacak. Kendi çapımda ufak bir proje üzerinde çalışıyorum. Bunun için sizlerin de yardımına ihtiyacım var... İstediğimse sizden bazı anılarınızı paylaşmanız. Ama bu anılarda ya nazar boncuğu konunun merkezinde olacak ya da kuvvetli bir yere sahip olacak. Sizin, çevrenizin, yakın arkadaşlarınızın, akrabalarınızın nazar boncuğuyla ilgili yaşadıkları anıları bekliyorum.

Yardımcı olan herkese şimdiden çok teşekkür ederim. İsteyen yazıma yorum olarak katkılarını paylaşabilir, isteyen e-posta adresime yollayabilir.

(kontrast.iletisim@yahoo.com)

Şükranlarımla...

Kubilay

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Kaçık Sanat Tarihi - 2 "Sandro Botticelli"

Büyük Sanatçıların Gizli Hayatları kitabından yola çıkarak hazırladığım Kaçık Sanat Tarihi yazılarının ikincisiyle karşınızdayım. Bugünkü konuğumuz İtalyan Rönesansı'nın en önemli isimlerinden Sandro Botticelli. Gelin onu biraz daha yakından tanıyalım:


Sandro Botticelli
1444 - 17 Mayıs 1510

Milliyeti: İtalyan
En Önemli Eseri: Venüs'ün Doğuşu (Yaklaşık 1486)
Tekniği: Tuval Üzerine Tempere
Tarzı: İtalyan Rönesansı
Eserlerini Nerede Görebilirsiniz? : Uffizi Galerisi, Floransa, İtalya
(Yandaki resim, ressamın Kâhinlerin Tapınması adlı tablosunda yer alan otoportresidir...)


Uzun İsmi, Komik Soyadı !

Asıl adı Alessandro di Mariano Filipepi olan, herkesin hitap ettiği adıyla Sandro, ailesinin hayatta kalan dört çocuğundan biriydi. Edindiği soyadı Botticelli, erkek kardeşinin ("küçük fıçı" anlamına gelen) lakabı Botticello'dan türetilmişti.

Sponsorluk Meselesi...

Rönesans Floransa'sı, kuzeybatıda İskoçya'ya, güneydoğuda ise Levant'a (doğu Akdeniz ülkelerine) uzanan büyük bir ticaret çarkının göbeğinin oluşturuyordu. Şehir bir cumhuriyet görünümdeydi, ama perdenin arkasından şehri meşhur bir aile yönetirdi. Mediciler... Bu aile aynı zamanda uluslararası bankacılığı icat ederek hayli zengin olmuştur. Muhteşem Lorenzo, babasının ölümü üzerine hem bankanın, hem de Floransa şehrinin kontrolünü ele geçirdiğinde henüz on dokuz yaşındaydı. Botticelli, Lorenzo'nun büyülenmiş imtiyazlı yakınlarının bir parçası haline geldi. Elizabeth Lunday bu konuda şöyle diyor: "Ressam, hamisinin heykel bahçesinde dolaşıp kızarmış tavus kuşu yerken, burası ile babasının tavuk pisliği ve at idrarı yüzünden kokusu göklere vuran tabakhanesinin arasındaki zıtlığı şiddetle hissetmiş olmalı."

Bu ihtişam ve zenginliğin bir bedeli olmalıydı. 1475'te ona şöhret getiren resmi Kâhinlerin Tapınması'nı tamamlamıştı. Madonna ve Çocuk'u şefkatle çizmiş olması kadar, hamileri Mediciler'e bağlılığı da dikkate değer. Ortaçağ'dan beri süregelen bu geleneği devam ettiren Botticelli müşterisinin tüm ailesini de tabloya yerleştirmiştir. Biraz reklamdan kimseye zarar gelmez, öyle değil mi?



Kâhinlerin Tapınması (The Adoration of the Magi)
 Gelelim asıl meseleye...

Botticelli, bu tablosuna bir portre daha eklemiştir: Hardal sarısı bir cübbe giymiş, doğrudan doğruya, adeta meydan okurcasına resme bakan bir adam... Kendisi! Bu noktada aklıma Jan Van Eyck'in tablolara adını yazması geldi. Botticelli'de bir başka yolla resme bakanlara kendi önemini gösteriyor olmasın?

Botticelli...
O Meşhur Tablo

Roma'da, Sistin Şapeli'nde freskler yaparak kısa bir süre geçirdikten sonra Botticelli klasizm yüzünden zıvanadan çıkmış Floransa'ya geri döndü. (Klasisizmin temel öğeleri kendi içinde soyluluk, akılcılık, uyum, açıklık, sınırlılık, evrensellik, idealizm, denge, ölçülülük, güzellik, görkemliliktir. Yani bir eserin klasik sayılabilmesi için bu özellikleri barındırması gerekmektedir.) Floransalılar Eflatun'a mumlar yakıyor ve samimiyetle ruhtan söz ediyorlardı. Botticelli, "mitolojilerini", İlkbahar (Primavera) ve Venüs'ün Doğuşu'nun (The Birth of Venus) dahil olduğu resimlerini işte bu atmosfer içinde tamamladı. Üslupları garip bir karışımdır: Figürler klasik tanrılar ve tanrıçaları temsil etse de, sahneler has Rönesans icatlarıdır.

Venüs'ün Doğuşu
Venüs'ün Doğuşu'nda aşk tanrıçası denizin köpüğünden henüz doğmuş olarak bir deniz kabuğuna tünemiştir. Felsefi bir yorumla Venüs güzelliği canlandırır, güzellik de hakikat olduğuna göre, eser hakikatin dünyaya girişinin alegorisidir. Ya da doğrudan doğruya aşkın kutsanışıdır ve kadın güzelliğine saygı sunuşudur. Sizce hangisi?

Süper Ucube

Venüs'ün Doğuşu'nda yüzünün güzelliği dikkatimizi orantısız bedeninden uzaklaştırmayı başarıyor. Gelin hep beraber inceleyelim...

Vücudunda kürek kemiği ve göğüs kafesi yok, sol kolu da
 tuhaf bir şekilde yana sarkmış durumda.
Göğüsleri fazla yuvarlak ve vücuduna göre çok küçük...
Göbek deliği karnında çok yükseğe yerleştirilmiş.
Ağırlığı sol kalçasına öyle bir kaydırılmış ki,
okyanusa düştü düşecek gibi görünüyor.
Ama bu hatalar hiçbir şekilde resmin değerini azaltmıyor. Botticelli, her zaman zarafeti, biçimin gerçekçi resmedilmesinden üstün tutmuş ve Venüs'ün boynu garip bir şekilde uzun olsa bile, gene de inkar edilmez bir güzellikte.

Devam Eden Yıllarda Botticelli

Medicilerin ortadan kaybolması ve şehirde dini coşkunun yükselmesiyle Botticelli'de yön değiştirdi (ya da değiştirmek zorunda kaldı.) 1490'lardaki eserlerinde artmış bir sadelik hatta ciddiyet havası vardır. Paganlık devri bitmiş, Hristiyanlık devri başlamıştı. Bu süreçte vaiz Savanarola'nın etkisi büyüktür.


İlkbahar (Primavera)
Soldan Sağa: Merkür, Üç Güzeller, Venüs, Flora, Chloris, Zephyrus
 Botticelli üç yüz yıl kadar unutulmuş kaldı. Eserleri ancak 1800'lerin ortasında yeniden keşfedildi ve kitleler tarafından yeniden takdir edildi. Dini resimleri bugün neredeyse hiç fark edilmese de, mitolojileri, tuhaf bir şekilde olsa da, ikon statüsü edinmiştir. Venüs'ün Doğuşu'na kahve fincanlarında, ekran koruyucularda ve Simpsons dizisinin bölümlerinde rastlanıyor, ama hâlâ ona ne anlam vereceğimizi bilemiyoruz. Belki de sorun, ressamın tam anlamının yüzyıllarla kaybolmuş olmasında. Botticelli, Leonardo Da Vinci'den de, Michelangelo'dan da fazla, Floransa Rönesansı'nın adamıydı.


Popüler kültür ikonu olarak Simpsons tarzında Venüs'ün Doğuşu

Bir başka pop ikonu Lady Gaga'nın Judas videosundaki Venüs'ün Doğuşu yorumu...
Asabi Adam!

Giorgi Vasari (ki, eğlenceli bazen de süslenmiş biyografileriyle tanınıyormuş) ressamı "kaprisli ve egzantrik" biri olarak tanımlıyor. Bir hikâye, bir dokumacının nasıl Botticelli'nin yanındaki evi aldığı ve buraya, Botticelli'nin çalışmasını engelleyecek bir şamata koparan dokuma tezgâhları koyduğunu anlatır. Ressam komşusuna şikayette bulundu, o da kendi evinde ne isterse yapabileceğini söyleyerek cevap verdi. Botticelli, kendi çatısına, her an komşunun tavanından içeri girip kırıp dökeceğe benzeyen dev bir kaya yerleştirdi. Komşusu şikayet edince de, kendi evinde ne isterse yapabileceğini söyledi. Komşusunun tezgâhları kaldırması çok uzun sürmedi. Nasıl ama?

Venüs ve Mars
Benim fikrim...

Botticelli, renkleri kullanma konusunda oldukça başarılı. Özellikle Venüs ve Mars tablosundaki renkler çok canlı gözüküyor. Botticelli hepimizin az çok göz aşinâlığına sahip olduğu Yunan tanrıları kalıbına uygun olarak resimler çizmiş, ki bu da klasizmden kaynaklanıyor. Tüm resimlerinde mükemmel kişilerin ön planda, güzeller ve yakışıklılar. Muhtemelen günümüzdeki Barbie bebekler misali bir dayatma olmuştur bu tablolar Rönesans kadınlarına. Siz ne dersiniz?

Kaçık Sanat Tarihi yazılarının ikincisinde Sandro Botticelli'yi ele aldık, umarım beğenmişsinizdir. Bir sonraki konuğumuz Leonardo Da Vinci, haberiniz olsun :)

Görüşlerinizi, eleştirilerinizi, yorumlarınızı bekliyorum.

Sanatla kalın!

19 Ağustos 2011 Cuma

1473 - Bedia Ceylan Güzelce



"Kendini aşktan başka neye saplayabildi kirpiler?"

Dün başladım 1473'e, dün bitirdim 1473'ü. Kılcal damardan hafif hafif ama düzenli şekilde akan ılık kırmızı renkli kan misali. Bedia Ceylan Güzelce'nin ilk romanına yukarıdaki satırlarla vuruldum ben. Ve baktım kendime, insanoğluna. İnsanlık aşağıladıkları, küfürleştirdikleri hayvanlar kadar olabiliyor mu?

1473, Otlukbeli Savaşı'nın tarihi, tarih derslerinden hatırlayacaksınızdır muhtemelen. Kitabımız da Otlukbeli Savaşı'nı, öncesini ve sonrasını kirpilerin gözünden anlatıyor. Ve bir açıdan da kamerayı okuyucuya çeviriyor. Sorgulamaya ve irdelemeye yönlendiriyor. İnsanoğlu ne yaptığını zannediyor?

Kitabımız, Akkoyunlu Devleti'nin hükümdarı Uzun Hasan ve Fatih Sultan Mehmet'i tanıtıyor önce bizlere, kendine has üslubuyla. Sonra da Otlukbeli Mevkii'ni. Kitabın en can alıcı satırlarından bazılarını bu kısımda okuyorsunuz. Kitap en başından itibaren o nazenin üslubuyla karşımıza çıkıyor. Duyarlı, hassas bir anlatım okuyucuyu kolayca içine alıyor, kalbinden yakalıyor.

"Yuvalarının üstünde birbirini öldürmek için sıraya girmiş zafer düşkünlerini taklit ederek yere düşerken, dualar ettiler. Bu şekilde ölmeyecekleri bir dünyaya yeniden gelebilmek için. Ve hayvanlar her duanın sonunda "amin" yerine "olsun" dedi.
Olsun."

Sonra sözü dişi kirpi alıyor. Anlatıcının kirpide can bulmuş halinden de izler taşıdığını görüyoruz. Bir kirpi nasıl bakarsa hayata, etrafa öyle bakıyoruz biz de. Bu kısım özellikle başarılı. Çünkü insan izlenimi taşımıyor tam anlamıyla kirpinin penceresinden bir bakışa sahip oluyoruz. Üstelik yapmacık değil, havada asılı kalmıyor. Kirpilerin tek eşli olduğu ayrıntısı da belirtiliyor. "Bilirim ki sevgilimin âşık olduğu tek canlı benim" cümlesinin beni oldukça etkilediğini söylemeliyim. Birbirinden güzel anlatımlarla devam eden bu bölümde dişi kirpinin erkek kirpiyle tanışmasına da şahit oluyoruz, tabii ki onların büyük aşkına da. Otlukbeli'ne de göz gezdiriyoruz, böylece ileriki sayfalar için zihnimizde başarılı bir fon hazırlıyor yazar. Her bölümün sonuna - ya da başlangıcına diye de düşünülebilir - bir cümle ekleyen yazar bu kısımdan sonraki ilk cümlesi, kitabın en tatlı cümlesi belki:

"Ve ben kendimi ona ithaf ettim."

Sonra kirpilerin o sonsuz aşklarına tanık oluyoruz, her bir cümleyle. Öyle güzel sayfalar ki bunlar, insanın defalarca aynı harfleri okuyası geliyor. Ağzındaki damla sakızlı şekerin hiç erimemesini isteyen bir çocuk misali...

Kitapta ayrıca bir de rüzgar kullanımı var. Rüzgar, bir nevi tanrının yardımcısı havasında aktarılıyor. Kitaba ilginç, gizemli bir hava kattığı kesin.

Sonra kesif bir hüzün kaplıyor sayfaları. Savaş yakın. Hayvanlar hissediyor bunu. Dilden dile aktarılıyor. Ve sahneye bir akbaba çıkıyor. Hayyam. Kızıl bir akbaba Hayyam, kirpiler ve diğer birçok hayvan ondan öğreniyor olan biteni. Biz de onun gözünden savaş hazırlıklarına bakıyoruz yavaş yavaş. Hayyam gördüklerini yorumluyor aynı zamanda. Padişahların gözünden pişmanlığı okuyor daha savaş başlamadan. Çoğu hayvan yerini yurdunu bırakıyor, kendini korumak adına. Bazıları kalıyor Otlukbeli'nde yalnız Bizim kirpiler başta olmak üzere. Hayyam onları bilgilendirmeye devam ediyor, onlar da kendilerince hazırlıklar yapıyorlar, tüneller geçitler kazıyorlar. Hayyam bu sırada bize aslında savaşın kazananın başlamadan belli olduğunu da söylüyor: "Dolunayda bir suyun üstünde kaç parıltı olabilirse o kadar askeri var Sultan Mehmet'in."

Sonra savaş başlıyor. Bazı bölümlerde anlatıcı belli olmazken, devam eden bölümlerde kirpiler anlatıyor gördüklerini. Anlatıcının belli olmadığı, bizim insan ilişkilerine daha çok girdiğimiz anda bile o naif duyarlılık elden bırakılmıyor, çok başarılı bir uygulama. Böylece kitabın daha bilgi ağırlıklı denebilecek bölümleri belgesel havası yerine kurgu havasına bürünüyor, okuyucuyu kendinden uzaklaştırmıyor. Sonra Uzun Hasan'ın oğlu Kör Zeynel'le, Fatih'in oğulları Şehzade Mustafa ve Şehzade Bayezid ile tanışıyoruz. Savaşın yakın şahidi oluyoruz. Savaş sahneleri o kadar insancıl anlatılmış ki, insanın içini acıtıyor gördükleri. Savaşın teknik ve sayısal yüzü yerine yüreklerin baktığı, ruhların dolaştığı yüzüne bakıyor yazar. Özellikle hem Fatih'te hem de Uzun Hasan'da pişmanlık duygusunun gösterilmesi fikrimce çok önem taşıyor.  İnsanoğlunun yaptıklarından bolca pişmanlık duyması kitapta gereken yeri buluyor.

Hüzün dolu sahneler yaşıyoruz sonra, gözlerimizin dolduğu. Bir baba oluyoruz üzülüyoruz yavrumuza, bir âşık oluyoruz üzülüyoruz sevgilimize. Yüreğimiz harfler sayısınca atıyor burada. Tıp, tıp, tıp. İnsani duygular ete kemiğe bürünüyor adeta. Hüzün kitabın sonlarına doğru iyice kanatlanıyor. Savaştan arta kalanların manzarası yürekleri dağlıyor gerçekten. Kapanışı Hayyam yapıyor. Bol şiirsel bir anlatımla... Bir anlamda kitabın bir yansıması bu bölüm, çünkü kitabın genel havası ritimli bir düz yazı. Bir anlamda anlattığı duygulara göre akıyor anlatım, şekil değiştiriyor. Bir de sükunet. Kitap boyu her harfe sinmiş durumda. Bambaşka bir anlatımı var 1473'ün.


Bedia Ceylan Güzelce

Bedia Ceylan Güzelce'nin ilk kitabı 1473'üne ben Atlas dergisinde rastlamıştım. Aynı zamanda Atlas yazarlarından biri olan Bedia Ceylan Güzelce kitaba 2005'te yazdığı bir cümleyle başlıyor. Babasını kaybettikten sonra üç yıl el sürmüyor. Ve kitap bitince, babası Yaşar Mehmet Güzelce'ye ithaf ediyor. 1473'ün bir tarih danışmanı da var aynı zamanda. Yazar, şimdi yeni bir kitabın hazırlıklarını yapıyormuş, sn olarak ekleyeyim.

1473, insanlığa, insanlığın yaptıklarına sadakat timsali kirpilerin gözünden anlamlı bir bakış. Nefes alan, kendine has bir ritme sahip capcanlı bir roman. Yürekten tavsiyem...

Kitabın kapak tasarımını da çok beğendim. Kirpilerin oklarının minareler şeklinde simgeselleştirilmesi kitabın ruhuna uygun bir seçim olmuş. "Türk'ün Türk'le, Müslüman'ın Müslüman'la savaşı" satırları da bu şekilde anlamını pekiştirmiş...

"Aşk kâbesidir kirpilerin, etrafında dönerler."

Bedia Ceylan Güzelce'ye ve April Yayıncılık'a teşekkürler.

Edebiyatla kalın...

Kubilay

Not:
Kaçık Sanat Tarihi yazılarının ikincisini yarın yayınlayacağım. Duyurulur...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...