28 Haziran 2011 Salı

Beyin var, beyin var !


Her hafta yazılarını beğeniyle takip ettiğim bir köşe yazarından bahsetmek istiyorum önce. Doç. Dr. Neva Çiftçioğlu... Önemli araştırmaları ve buluşlarıyla Avrupa'da "Everest'in tepesine bayrak diken kadın" diye anılan Çiftçioğlu aynı zamanda NASA'da da görev yapmış bir bilim kadını. Ülkemizde kadınlara verilen büyük değerden (!) o da nasibini almış durumda. Böyle seçkin insanların önlerine set çekilmesi ve kapalı kapılar ardına mahkum edercesine davranılması bambaşka ve bir o kadar da önemli bir konu tabii ki. Ama ben şimdi başka şeylerden bahsetmek istiyorum.

Her hafta düzenli olarak Habertürk Gazetesi'nde Bilim Yorum köşesini sürdüren Çiftçioğlu'nun bu hafta bahsettiği konu oldukça ilgimi çekti. Önce dış dünyanın ve ilişkilerin beynimize etkisinden bahsedilen yazı da benim asıl ilgimi çeken bölüm bilim dünyasından verilen bir haber. Prof. Henry Markram önderliğinde yapılan ve hâlihazırda 6 yıllık geçmişi bulunan bir "beyin" projesi var ortada. Vücut dışında çalışan, sorulan sorulara yanıt veren sentetik bir beyin oluşturmak amacı etrafında yürütülen proje, şu dakika itibariyle 360 bin nöron yani sinir hücresinin görevlerini yerine getirebilme gücüne erişmiş durumdaymış. Bu işleve sahip bir beyin fare beyniyle eşdeğer deniliyor. Şimdi hedef, 100 milyar nöronluk bir sentetik insan beyni oluşturmak. Bunun için 13 araştırma enstitüsü birleşmiş ve beyin 2023 yılında hazır olacakmış.

Beni rahatsız eden durum Prof. Markram'ın beynin tüm sorunlarından arındırılmış halini gerçekleştireceklerini söylemesi. Ve bir de verdiği örnek. Bir bilim insanından beklenmeyen bir şekilde 30 vatlık enerjiyle çalışmasını örnek göstererek bir bakıma beyni basite indirgemesi. "Ha, 30 vat mı? Tamamdır o zaman..." psikolojisi oldukça garibime gitti.

Kendimce bunun fazlasıyla nesnel bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Neticede beyin denilince akla gelen bir organ. Kafatasımızın içinde yer alan bir sistemler bütünü. Ama beyni beyin yapan aklımız. Aklın dışlandığı bir beyin zaten hiçbir işlevi yerine getiremeyen hale gelecektir. Ya da böylesi daha uygun: Robot bir beyin. Prof. Markram'ın yapmak istediği basit görevleri yerine getiren bir komuta merkeziyse bunun anlamlı bir çalışma olduğunu düşünemiyorum. İnsanı insan yapan, fikirleri, hayalleri, idealleri, inançları, tutkuları, nefreti, sevgisi, tüm duygularıdır. Belki sentetik beyin eliniz yandığı zaman acıyı hissedebilecek ama peki sevdiğiniz birinin kaybındaki acıyı hissedebilecek mi? Hissedemeyecekse ortada bir sorun var demektir. Böyle bir beyni bilinçli bir insanın isteyebileceğini hayal edemiyorum. Bizi biz yapan en önemli şeyden mahrum kalmak demek bu. Duygularımızın sonsuza dek sökülmesi demek...

İşe duygusal yaklaştığımı düşünenler çıkacaktır ama söz konusu beyinse duygusal düşünmekten doğalı yok. Aşkın, sevginin, nefretin, huzurun, huzursuzluğun, sıkıntının, neşenin olmadığı yalnız açlık, tokluk, ağrı gibi somut duyguların olduğu bir beyin dünyanın düzenine aykırı. Çünkü biz hayal edebildiğimiz kadar varız, içimizden geldiği gibi yazabildiğimiz, çizebildiğimiz, hissederek şarkı söylediğimiz, neşeyle dans edebildiğimiz kadar varız. Vücudun geri kalan tüm işlevleri mutlaka çok önemli ama onlar yaşam amacımız değil aracımız olmak durumundalar.

Bilimin bir sıcak yüzü var bir de soğuk yüzü. Bu durum soğuk kısmından destek alıyor. İnsanlık için çalışan bilimin insanlık değerlerini es geçmesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Bilim dediğimiz safi ciddiyet değildir bence, hayatın içine, hayatın mayasına karışmıştır bilim. İnsanlığı sıkı sıkıya kucaklayandır bilim.

"Duygularımızla" dopdolu yaşamak meselesini en güzel özetleyenlerden biri Ataol Behramoğlu'nun şu güzel dizeleridir:

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

Biz insanız. Birine âşık olabileniz, birinden nefret edebilen. Kahkahayla gülebilen, durmadan ağlayabilen. Bir şarkıyı duyunca hüzünleneniz. Bir resme doya doya bakıp keyif alabilen. Kitabımız elimizden hayallere âlemine dalabilen. Çiçekleri koklayınca anılara dalanız biz, güzel bir yemeği keyifle yiyebileniz. Sentetik değil, organiğiz.

Mutlu bir ruh, hayat dolu bir beyin, duygu dolu bir akıl, dopdolu bir yaşam dileğiyle...

Kubilay

Bahsi geçen yazıyı okumak isteyenler için link: http://www.haberturk.com/yazarlar/643585-hacivat-karagoz-ve-sentetik-beyin

25 Haziran 2011 Cumartesi

Şirinsel Bir Yazı


Parmak çocuk boyutunda olabilmek. Çocukluğumun em büyük hayali. Sanki varacağın yere kalkan son trene beklemek gibi bir şeydi benim için. Her an hazırdım küçülmeye. Bekler dururdum o parıltılı anı.

Eski evimizde evin girişinde bir kitaplık vardı. Otururdum kitaplığın yanına. Dayardım kafamı alt raflara. Kitapların sırtlarını incelerdim pürdikkat. Hani rafın tavanıyla kitapların bitim noktası arasında bir boşluk vardı ya. İşte orasıydı benim hedefim. Orada bir dünya vardı, küçük insanların dünyası. Macera dolu bir yerdi orası. Kapardım gözlerimi hayallere dalardım. Şimdi ne zaman kitapların o kendine has kokularına içine çeksem o hayal âleminde buluyorum kendimi. Kitapların arasında olmak hep iyi geldi ruhuma. O zamanlardaki somut olgu, şimdi soyuta dönüşmüş olsa da hep bir yanı eski hayalime dayanıyor galiba.

Neden küçülmek istiyorum diye düşünmüşümdür hep. Cevabı belki de hiç bulamayacağım. Çünkü o zaman hayali kuran zihnimle şimdiki zihnim aynı değil. Çocukluk ruhsal bir süreç bence. Büyüyorsun, sen yine aynı sen, ama zihnin farklı ruhun farklı... Tamam, belki parçaları var hale eski günlerin ama bu öyle bir yap-boz ki benzer parça tamamlamıyor bütüne, ille de aynı parça olacak. Yitip giden parçanın peşinde koşup duran avareyim ben de. Karmaşık bir dişli sistemi sanki, milimetrelik bağlantı noktası kopan. Koltuğun altına yuvarlanan bilyeyi aramak gibi bu, bulmanın neredeyse imkânsız olduğu o gergin dakikalardan.

Çizgi filmlere tapan bir çocuk olarak en sevdiğim çizgi filmin Şirinler olması belki de bu yüzden tesadüf değildi. Hep o hayalini kurduğum dünya karşımdaydı işte. Şirinler o kadar çocuk ruhuna uygundu ki, "İşte!" diyordum "Bu benim dünyam!" hiç tereddütsüz. Gargamel'e rağmen huzurluydu Şirinler. Bir gram kötülük yoktu onlarda. Hayal sahnemin dekoruydu Şirinler Köyü. Hep bir Mantar Evi'm olsun istedim o günden beri. Minicik kare pencereli yusyuvarlak evler... Güvende olmanın simgesiydi benim için bir anlamda.

Şirinlerin ilk hali...
 Dedim ya, ruhu başkaydı Şirinler'in. Çoğu çizgi filmde bir gariplik olur, resme uymayan yanlış bir fırça darbesi. Şirinler öyle değildi işte. Her şey yerli yerindeydi, pürahenk.Mavi olmaları bile hiç garip değildi. Sanki ezelden beri beyaz pantolonlu, eğik beyaz şapkalı, mavi yaratıklardık biz. Pantolonların arkasından mavi ve küçücük kuyrukları çıkan Şirinlerdik biz.



Macera filmiydi Şirinler. En kallavisinden. Gargamel, Şirin Çorbası dediği anda tüylerim ürperirdi. Öyle heyecan bir de hissetmedim ben. Kalbimi küt küt attıran bir koşuşturmacaya da şahit olmadım. Komedi filmiydi aynı zamanda. Şakacı Şirin'in kırmızı kurdeleli sarı hediye paketlerinin patlaması en usta komedyeni bile cebinden çıkartacak mizah anlayışına sahipti. Hediye paketi şakasını her defasında kanan Şirinler, masumiyetin simgesiydi benim gözümde. Yalan olmayan bir dünyaydı orası. Temiz, safi, katıksız muhabbet...



Her açıdan çocuk ruhunu kucaklıyordu Şirinler. Şirinler'in giriş müziğinden daha güzeli var mıydı acaba? Çocukluk kalesinin kapısındaki nöbetçinin kulağına fısıldanan melodik bir şifreydi adeta. O harika diyara açılan kapının nadide anahtarı. "Uslu bir çocuk olursanız belki şirinleri bile görebilirsiniz!" diyen yaşlı ses de en otoriter öğüttü. Çünkü Şirinleri seven herkesin en büyük hayali bir gün onların dünyasına girebilmek değil miydi?



Aşçı Şirin'in hep aynısını yaptığı ve üzerlerine bir tane kiraz kondurduğu pastalar, Güçlü Şirin'in ok fırlatılmış kalp dövmesi, Şirine'nin etekleri dantelli elbisesi ve topuklu ayakkabıları, Süslü Şirin'in kafasında her daim bulunan çiçek, Şirin Baba'nın laboratuarı, Örgülü Şirin'in turuncu saçları, köyün üzerinde uçan kocaman leylekler ve Şirin Çilekleri hayal dünyamın en tepesinde olmuşlardır daim. Hayal dünyamın dili de Şirince. Her eylemi "şirinlemek", "şirinsel", "şirince" gibi sıfatlar kullanmaktan daha keyiflisi olamazdı muhtemelen.

Şirinlerin Babası olarak anılan kıymetli sanatçı Peyo'yu da saygıyla anmadan olmaz...

Bugün (25 Haziran 2011) dünyanın dört bir tarafında sayısız etkinlikler eşliğinde Dünya Şirinler Günü kutlanacak. Rekor denemeleri, önemli mekânların maviye boyanması, Şirin kostümleri bunlardan yalnızca birkaçı. Bu yüzden içim mutlulukla dolu bugün. Tüm dünya gibi ruhumda panayır yeri...

Çocukluk hayalimin baş kahramanları olan, üç elma boyundaki eşsiz dostlarıma selam olsun!

Herkese nice mutlu Şirinler Günü dilerim...

Kubilay

Resimler Şirinler'in resmi sayfası www.smurf.com adresinden alınmıştır.

24 Haziran 2011 Cuma

Cariyenin Gelini Nurbanu - DEMET ALTINYELEKLİOĞLU


"Güneş doğudan değil, Nurbanu'nun gözlerinde doğar. Yıldızlar Nurbanu'nun gözlerinde parıldar..."

Moskof Cariye Hürrem ile başlayan Demet Altınyeleklioğlu imzalı Osmanlı Hanedanı Serisi'nin üçüncü romanı Cariyenin Gelini Nurbanu'yu okudum heyecanla. Kitaba ilk başladığımda içinde bulunduğum "hay-huy"dan dolayı biraz ara vermek zorunda kaldıysam da, tekrar başladığımda 2-3 günde bitiriverdim kitabı. Nurbanu, Mimar Sinan'ın Selimiye'sine nazire Demet Altınyeleklioğlu'nun ustalık eseri!

Yazar kitaba alıştığımız tarzıyla açılış yaptırıyor. Bizi olayların en hararetli kısmına daldırıp çıkarıyor evvela. Sonra dönüyoruz en başa. Venedikli Cecilia Baffo'nun, Osmanlı Valide Sultan Nurbanu oluşu ekseninde biçimlenen hikâye aynı zamanda ilk örneğini bir önceki kitap olan Mihrimah'ta gördüğümüz "Osmanlı dışında Avrupa'ya da açılma" özelliğini barındırıyor. Kitabın Venedik, Papalık, çeşitli Avrupa saraylarında geçen bölümleri de özellikle kitabın birinci bölümünde oldukça fazla yer kaplıyor. Osmanlı'yı başlangıç noktası alan bu tür tarihi romanların olmazsa olmazı bu, pergelin bir ayağını Avrupa'da gezdirme olgusu. Hem içeriği zenginleştiriyor, hem de olay örgüsüne ivme kazandırıyor.

Tarihi dokudan ötürü karşımıza tekrar Hürrem ve Mihrimah'ta çıkıyor. Yazar, Nurbanu'da onları tam anlamıyla yan karakter olarak kullanmış diyebilirim. Duygularına ayrıntılı şekilde yer verilmemiş. Yalnız romanın akışının yoldan çıkmasını önleyen konuma sahip olmuşlar. İlk bölümde yine de hatırı sayılır kez sahneye çıkan Hürrem ve Mihrimah, ikinci bölümde sadece gözükmekle yetiniyorlar.

Başlangıçta romana uzun süre Barbaros Hayreddin Paşa'nın Kızıl Kadırgası ev sahipliği yapıyor. Romana farklı bir hava kazandırması açısından  yerinde bir uygulama olmuş. Yazarın denizcilik hakkında geniş kapsamlı bir araştırma yaptığını da bir okur olarak söyleyebilirim. Gemicilik terimleri bu kısım boyunca hep göz önünde duruyor.

Karakterler bakımından da zengin Nurbanu. İlk defa yabancı karakterlerin üzerinde gerektiği kadar durulmuş. Jeanne d'Aragon unvanlı Guilla Collona ayrıntılı şekilde ele alınmış durumda. Karşımıza Şarlken ve karısı, Andre Doria, devrin iki papası da çıkıyor aynı zamanda. Özellikle Şarlken'in bulunduğu bölüm ilgi çekici ve farklı bir bölüm olmuş. Haçlı çağrısı için yapılan toplantı değişik bir gözle anlatılmış okuyucuya.

Yine Moskof Cariye Hürrem'den de tanık olduğumuz aidiyetsizlik durumu mevcut Nurbanu'da. Nurbanu bilhassa ikinci bölümde bu ruhsal ikilemi fazlasıyla yaşıyor. Kıbrıs'ın Fethi, Preveze Savaşı, İnebahtı Savaşı gibi devrin tarihi olayları da Nurbanu'nun aidiyet ikilemi eşliğinde sunuluyor. Nurbanu'nun aidiyet ikilemi yalnız vatan kısmıyla kalmıyor, bir de işin içinde din kısmı da var. Nurbanu'nun huzursuz havası satırlar uygunca yedirilmiş. Karşımızda nereye, neye, kime ait olamayacağına bilemeyen, adeta Araf'ta bir Nurbanu var.

Hürrem'in desteğiyle kraliçe olmak için yola çıkan Nurbanu'nun devam eden zamanda Hürrem'le karşı karşıya gelişini de izliyoruz. Kitabın son kısımlarındaki bir nevi itiraf sahnesi de Nurbanu'nun Hürrem'e geri dönüşünü gösteriyor diyebiliriz. Genel anlamda kıskançlık tozu eklenmiş sevgi çayı gibi bir şey onlarınki...

II. Selim'i de yakından tanıma şansına erişiyoruz. Nurbanu'yla yaşadığı sorunlu aşkına da göz atıyoruz aynı zamanda. Sarhoşluk ve cariye temasını da II. Selim'le bol bol kullanıyor. Yasef Nassi adlı bir yan karakter de bulunuyor aynı zamanda, padişahın yanından ayırmadığı Yahudi bir tüccar... Ayrıca devrin ünlü simalarından Sokollu Mehmet Paşa da yerini alıyor kitapta. Bir de kardeşi, padişahın lalası Kara Mustafa Paşa kitabın önemli karakterlerinden. Nurbanu'nun II. Selim'i onunla aldatması bize, Hürrem'in Frederick'le yaşadıklarını akla getiriyor.

Kitabı, bir sonraki kitap olan Safiye Sultan'a hazırlık vazifesi yapması amacıyla Nurbanu-Safiye karşılaşmasıyla bitiren yazar yine ilginç bir tablo sunuyor. Safiye'nin gerçek adını öğrenince siz de bu oldukça ilginç durumu anlayacaksınızdır. Yazar farklı bir uygulama yapıyor aynı zamanda, yeni kitaptan tadımlık tabiriyle bir bölüm sunuyor okuyucuya en sonda, belirteyim dedim...

Osmanlı Hanedanı serisinin genel özelliği haline gelmiş sahnesel tasvirler de roman boyu göze çarpıyor. Mekan ve dış görünüş betimlemeleri her kitapta daha da ustalaşıyor. Yazarın okuyucuyu kendine bağlamak için kullandığı bol karakter durumu da gözden kaçmayanlardan. Romanı zenginleştirmek adına yapılmış kaliteli bir uygulama aynı zamanda. Yazarın anlatım gücü, daha önceden de belirttiğim üzere, Nurbanu'da daha da artmış durumda. Osmanlı Hanedanı serisi her yeni kitapta basamak atlamayı başarıyor, hiçbir kitap bir öncekinin altında kalmıyor.

"Bir cariyeden kraliçe, bir sarhoştan Kral yaratan" ve de Tanrının ışığını saçan Nurbanu'nun heyecan dolu öyküsünü herkese tavsiye ederim. Özellikle tarihi romanlara ilgili kişilerin beğenisi kazanacağına inanıyorum...

Demet Altınyeleklioğlu ve Artemis Yayınları'na teşekkürler.

Edebiyatla kalın!

Kubilay

19 Haziran 2011 Pazar

Cariyenin Kızı Mihrimah - DEMET ALTINYELEKLİOĞLU



Güneşle ay. Geceyle gündüz. Siyahla beyaz. Aydınlıkla karanlık. Ayvayla nar. Mihrimah... Görenlerin gözünü kamaştıra, gözleri engin deniz mavisi, saçları başak sarısı kız. Osmanlı'nın onuncu padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın biricik kızı, annesi Alexandra Anastasia Lisowska'nın can yoldaşı. Cariyenin kızı Mihrimah... Adına bağrı yanık yiğitlerin leventlerin türküler yaktığı Mihrimah Sultan...

"Denizler evimiz, dalgalar yoldaşımız
 Rüzgârla yarışır, fırtınalara kafa tutarız
 Korku bilmez, varırız düşman üstüne
 Duaların bizimle ola Mihrimah bacımız..."

Moskof Cariye Hürrem'den sonra hazır Osmanlı rüzgârına kapılmışken Cariyenin Kızı Mihrimah'ı okudum. İyi de ettim. Olaylara, mekânlara, kişilere aşina olunca kitabın rüzgârı beni sarıp sarmaladı. Anlayacağınız hikâyeye, kendi hikâyem gibi  sahipleniverdim.

Mihrimah'ın öyküsü  hem hüzünlü hem neşeli demek isterdim. Ama melankolik yanı oldukça ağır basıyor. Kitap boyu Hürrem'le karşılaştırıp durdum onu. Sanki daha masum Mihrimah, çaresiz. Annesiyle yan yana koyduğumda güçlü kadın imajına yetişemiyor. Ömür boyu çocuk kalıyor Mihrimah.

Cariyenin Kızı Mihrimah, Demet Altınyeleklioğlu'nun üçüncü kitabı. Yazım konusunda giderek ustalaştığı kesin. Osmanlı Hanedanı serisinin ilk kitabına nazaran olay örgüsü çok daha planlı yapılmış. Beş yüz sayfayı kapsayan birinci bölümde romanı "ikili" devam ettiren yazar, Harem'deki Mihrimah'la Korfu Kalesi'nden İstanbul-Levent yatağına sürüklenen Alaiyeli İsmail'in maceralarını anlatıyor. Mihrimah'tan bahsedilen bölümler sinematografik açıdan da harika bir ışığa sahip. Mihrimah'ın hayat öyküsünü ve ruhunun masumiyetini alıştığımız Demet Altınyeleklioğlu üslubuyla anlatıyor. Ama benim asıl dikkatimi çeken ve hayranlıkla karşıladığım bölüm Alaiyeli İsmail'in hikâyesi. Vatikan'ın ustaca planıyla büyük bir hizmete hazırlanan Alaiyeli İsmail'in yaşadıkları oldukça başarılı anlatılıyor. Tüm o işkence sahneleri, Papalıkta yaşananlar o kadar güzel anlatılmış ki, anlatılanlar karşısında şaşıp kalıyorum. Yazar bu deneyimini önceleri çevirdiği kitaplardan edinmiş olmalı. Diyeceğim o ki, Osmanlı Sarayı'nı anlatma başarısının yanına Vatikan'ı ve yabancı sarayları anlatma başarısını yerleştiriveriyor. Aynı zamanda bu kısımla romanın bilinmeyen yönünü oluşturup heyecanı doruğa çıkarıyor.

Diğer yandan da Mihrimah'ın çocukluktan genç kızlığa geçişini izliyoruz. Ve bu iki hikâyenin Mihrimah'ın denizi duyduğu tutku sayesinde kesişmesine şahit oluyoruz. Mihrimah'ın ilk aşkıyla duyduğu heyecanlar çok gerçekçi anlatılmış. Buluşmak için yaptığı planlar, hain bir planın içerisine düşen aşkları kitabın sürprizleri.

Cariyenin Kız Mihrimah aynı zamanda tarihe damgasını vurmuş kişiliklere de ev sahipliği yapıyor. Barbaros Hayreddin Paşa ve Mimar Sinan karşımıza çıkıyor. Farklı gözlerden yaşananlara bakmak oldukça keyif verici. Tüm kitap boyunca ruhumun takılıp kaldığıysa Mimar Sinan - Mihrimah aşkı. Ayasofya'da harika ve gizemli bir tanışmayla başlayan imkânsız ilişkileri  yürek dağlıyor. Kitabın sonunda Mimar Sinan'ın biricik açmazına yaptığı olağanüstü cami romantik ve oldukça şiirsel bir sırra da ev sahipliği yapıyor. Kitap boyu en riyasız ve safi muhabbetin bu ilişkiyi favorilerime ekliyorum.

Gerçek tarihi olaylardan ilham alan roman Hürrem'in kızını anlatmasından ötürü, doğal olarak Moskof Cariye Hürrem'in tarih sürecine yakın bir süreci işliyor. Romanın en kritik noktalarından biri olabilecek olan aynılık, aynı süreçteki farklı olaylara dikkat çekerek kapatılıyor. Örneğin Moskof Cariye Hürrem'de sadece kısaca bahsedilen Şehzade Mehmet cinayeti bu kitapta ayrıntılı olarak anlatılıyor.

Romanın sonunda bizi yepyeni biriyle de tanıştırıyor yazar: Nurbanu. Venedik Doçu'nun kızı olan Nurbanu'nun saraya getirilmesini ve sonrasında yaşadıklarını kısaca görüyoruz. Demet Altınyeleklioğlu böylece bir sonraki kitaba da göz kırpmış oluyor.

 Hürrem'in de farklı yanlarını görüyoruz. Memleketine duyduğu özlemin meyvesi olarak kızına  Rusça öğretmesi, tüm çocuklarına gizlice bir de Rusça isim koyması gibi. Kanuni'nin kızına duyduğu sonu gelmez sevgi de kitabın temel taşlarını oluşturuyor.

Hem tek başına hem Moskof Cariye Hürrem'in devamı olarak okunabilecek olmasıyla sıradan devam kitaplarından ayrılıyor. Son olarak dikkat çekmek istediğim ayrıntı ise, yazarın kitabın üç farklı bölüme yerleştirdiği büyücü üç kadının hikayesi olacak. Mutlaka okunmalı diyorum.

Bir Sultan'ın gözünden debdebeli saray hayatını izlemek isteyenlere...

Demet Altınyeleklioğlu ve Artemis Yayınları'na teşekkürler...

Puan: 5 üzerinden 5.

Edebiyatla kalın!

17 Haziran 2011 Cuma

İki Huysuz ve Ben


Kallavi bir kararsızlık var üzerimde. Bir avuç bilemeyiş, bir tutam korku, bolca şaşkınlık. Kararsızlığın ne demek olduğunu çok kere yaşasam da, biliyorum bu sefer farklı durum. Yol ayrımındayım, seçeneklerin kıyısında. Dem-be-dem keşmekeşten ufuk çizgisi alacalı geliyor gözüme.

Uzun zamandır aklımda. Tıkır tıkır bir sesler çıkarıp duruyor. Aniden huzursuz ediyor, durdur durdurabilirsen. Artık karar zamanı derken, vazgeçiyorum hemen.  O da bilhassa bu anlardan besleniyor. Geçenlerde adını da fısıldadı bana: "Artık-roman-yaz!"

Artık-roman-yaz'la bir yıldır içli dışlıyız. Bir ara pes ettirmişti beni. Başladım yazmaya birkaç satır. Vazgeçtim sonra. Başladı konuşmaya, susmak bilmedi o gün bugün. Gemi azıya aldı git gide. Son birkaç gündür Artık-roman-yaz'la aramız süt liman. Çünkü bir anlaşma yaptık. Söz verdim ona, söz verdim yazacağıma. Tam kurtuldum derken haşarıdan, arkadaşını bırakıp gitmiş buraya. Gelen gideni aratır derler ya,  Artık-roman-yaz yeni gelenin yanında masum bir bebek misali. Adını sormaya gerek kalmadan, çığlığı yankılandı her tarafta: "Artık-hangi-konuda-yazacağına-karar-ver!"

Planım ondan da hemen kurtulmak. Ama o kadar kolay olmadı, olmuyor. Eskiden başladığıma mı devam etsem, yoksa yeni bir şeye mi bilmiyorum. Sanatlı bir dil mi kullansam, konuşma dili mi karar veremiyorum. Fantastik bir şeyler mi yazsam, hayatın içinden mi şaşıp kalıyorum. Bir başladı mı bu sorular ardı arkası gelmiyor. "Artık-hangi-konuda-yazacağına-karar-ver!"  Efendi'de basıyor kahkahayı. O ne kahkaha! Kara tahtanın üzerinde tırnakla çıkarılan sesin yakın akrabası muhtemelen. Uykusu yok, dinlenmesi yok. Yedi gün, yirmi dört saat faaliyette.

İşte bu yüzden bu günlerde çok karışığım. Kotarabilirim bu işi diye kendimi motive ediyorum. Başka konularda kararsız olabilirim ama bu konuda kararlıyım: Başlıyorum bir şeyler yazmaya. En iyisi denemek rastgele birini, atmak kendini yazının ılık sularına. Çok kafa patlatmamak. Ayrıntılarda boğulmamak. En önemlisi de artık şu Kafamıniçindekigiller'den kurtulmak. Başlayacağım kulaç atmaya. Karşı kıyıya ulaşma umuduyla...

12 Haziran 2011 Pazar

İsimle Ateş Arasında - NAZAN BEKİROĞLU


Merhamet ki duyguların en kıymetlisi. Merhamet ki ruha ferahlık veren bir avuç su... Bakabilmek lazım merhametle cümle âleme. Yumuşatmak lazım gönlü, törpülemek gerek sivrilikleri.

Herkes bir şeyler anlatır onlar hakkında. Konuşulur haklarında. Kazan kaldıranlardır onlar. Huzur bozan, kötülük saçanlar. İsyankârlar. Yeniçeriler. Bakmamız lazımsa eğer herkese merhametle, bir yerlerden başlamak gerekirdi bu işe. Başladım ben de. "İsimle Ateş Arasında"yı aldım elime.

İsimle Ateş Arasında sıra dışı bir tarihi yolculuk rehberi. "Tarih, kalem kimin elindeyse onun tarihidir." olgusunu vurgulayarak yeniçerilere ve Osmanlı'ya bakıyor Nazan Bekiroğlu. Hikâye birkaç eksende birden kayıyor. Bir yandan, adını kitap boyu bilmediğimiz ana karaktere yârenlik ederken, diğer yandan yeniçerilerin ağzından kendi tarihlerini dinliyoruz. Kitap aynı zamanda ansızın başka karakterlerle de buluşturuyor bizi. Osmanlı padişahlarının ağzından dinliyoruz hikâyeyi.

Kitap hiçbir zaman basmakalıp tarih unsurlarına takılmıyor. Kimsenin yapamayacağını yapıp, yeniçerilerle buluşturuyor bizi. Yeniçeriler içlerinde ne varsa tereddütsüz döküyorlar bize. En sevdiğim yanı da yeniçerilik kavramı öyle güzel harmanlanmış ki konuşanın bazen tek bir roman karakteri olduğunu düşünüyorum. Asıl büyü de bu zaten: "Şunu yapmadık, bunu etmedik, masumuz okur!" durumundan çok olup biteni samimiyetle anlatıyor yeniçeriler. Yüreklerinin mürekkebini sırça divitten gösteriyorlar bize.

İsimle Ateş Arasında, esame satışıyla başlıyor. Esame, ölen yeniçerinin belgelerinin gayri resmi olarak bir başkasını satılması anlamına geliyor. Adını sanını bilmediğimiz karakterimiz, Mansur adlı yeniçerinin esamesiyle yeni bir hayata başlıyor. Mansur'un karısının işlettiği tütsü-buhur dükkanına giden karakterimiz orada Mansur'un karısı Nihade'ye âşık oluyor. Karısından ayrılıp, Nihade'yle evleniyor. Nihade'yle yaşadığı aşk, eski karısına karşı duyduğu boşluk hissi, kızına karşı özlemi gerçekçi bir şekilde yansıtılmış. Aşk da sorgulanıyor aynı zamanda. Birbirlerini duydukları karman çorman bir aşk. Muammalardan mürekkep bir aşk. Ve de şaşkın âşıklar...

Nihade'nin tütsü-buhur dükkânı sayesinde olacak romanın temelinde kokular yatıyor. Koku tasvirleri insanın burnunda uzun süre yer edinecek sahici kokular yaratıyor adeta. Kitabı bitirdikten sonra az çok bir Osmanlı tütsücüsü kadar bilgileniyorsunuz."Koku"nun işlenmesi duruyor, tam bunu konu rafa kalktı derken, sona doğru kocaman bir sürprizle romanın "son tokadını" yiyorsunuz!

Aynı zamanda karakterimizin kızı Nur'un ölümü kitabın en etkileyici bölümlerinden. Aslında tüm bu "sıradan bir hayat" kısmına bakınca, yazarın bu gibi bir hikâyeyi romanın iskeletine yerleştirmesinin amacının yeniçerilerin "garip yaratıklar" değil de, insan olduğunu vurgulamak istemesini olduğunu görüyorsunuz.

Padişahların ağzından yazılan bölümler de beklentimin üstünde çıktı. Karşımda gerçek duyguları olan, yanlış anlaşılmaktan korkan  padişahlar duruyordu. Karşılaştığımız padişahların tamamı yükselmeden sonraki padişahlar. Genç Osman'ın ölümünü içinizde hissedecek, III. Selim'in hüznünü yaşayacaksınız. Bir diğer önemli ayrıntı ise, Devşirme Nezuka'nın ve Düzme Solak'ın hikâyesi. Devşirilmeye hüzünle bakan ben, daha da parçalandım Nezuka'nın hikâyesiyle. Düzme Solak'tan yola çıkılarak anlatılan Turna Efsanesi de mutlaka okunmalı. Mesnevi'de de geçen  turnaların ne kadar da sadakatli olduklarını öğrenmek ve "zaruri ölüm"ün anlamını düşünebilmek için...

Kitabın adı, roman boyu kullanılan isim ve ateş metaforundan geliyor. İsim, yeniçerilerin iyi günlerini ve kahramanlarımızın aşkının mutlu zamanlarını simgelerken; ateş, yeniçerilerin hüzünlü sonunu ve aşkın bitişini işaret ediyor. Kitap her şeyin, bir şeyle bir şey arasında konumlandırılması gerektiğini söylüyor. İsimle Ateş Arasında da, bu yüzden isimle başlayıp ateşle son buluyor.

Okuduğum ilk Nazan Bekiroğlu romanı olması açısından, kitap benim için ayrı bir önem taşıyor. Nazan Bekiroğlu tam bir dil cambazı. Kullandığı kelimeler okurken insana keyif veriyor. Müziksel bir tasarıma sahip. Osmanlıca kelime kullanımı ve sanatlı söyleyiş ise beni çeken diğer unsurlar. Nazan Bekiroğlu alışılmadık bir üsluba sahip. Cümle yapısı ve anlatımına ben "kesik anlatım" adını verdim. Bu özgün anlatım tarzını okuyunca siz de anlayacaksınız.

Gerçekten okumaya değer olan kitaplardan biri. Düşünebilmek, hatırlamak, üzülmek, hayal edebilmek isteyenlere...

Kırık dökük kelimelerle, kelamın Tac Mahal'ini inşa eden kadına, Nazan Bekiroğlu'na teşekkürler...

Puan: 5 üzerinden 5.

Başkalarını anlayabilmek umuduyla, edebiyatla kalın...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...