28 Aralık 2010 Salı

Ağrı'nın Derinliği - ECE TEMELKURAN


"Kadifeden kesesi kahveden gelir sesi
Oturmuş kumar oynar
Ah ciğerimin, ah ciğerimin köşesi..."

Candan Erçetin'in "kadife" gibi sesinden dinliyorum bu türküyü, dinlerken de düşünüyorum. Aynı türkünün aynı yerinde aynı "Ah!"ı çeken, aynı "şinanay"ı söyleyen bir halk nasıl bu hale geldi? Peki tekrar bir yolu var mı birlikte olmanın? Beraberce hüzünlenip, beraberce gülümseyebilmenin...

Sevgili Ece Temelkuran'ın kitabı böyle düşünmeme sebep olan. Hiç düşünmediğim kadar düşündüren. Sorgulayan, sorgulatan. Ece'yle beraber çıktığımız yolculuk olarak görüyorum ben bu kitabı. Soru işaretleriyle yola çıktığımız yolculukta sayfalarla birlikte bir rüzgar esiyor sanki, bizi oradan oraya sürükleyen.

Valizlerimizi toplayıp yola çıkıyoruz Ece'yle. Erivan'a. Toyuz daha, yavaş yavaş alışmaya çalışıyoruz yolculuğa. Merakla bakıyoruz etrafa. Olan bitene. Bitmeyene. Kendilerini Ağrı'ya ait hisseden insanları görüyoruz evvela. Yeryüzüne dağıldıkları nokta olduklarına inandıkları o dağ orada kaldkça kendilerininde yeryüzünde duracağına inanarak yaşayan bir halk. Ve ilk yürek burukluğunu şu cümleyi duyunca yaşıyorum: "Bi' görebilseniz, çok güzel görünür burdan Ararat."

Duygularıyla yaşayan insanlar. Hayata duygularıyla, hikayeleriyle tutunan insanlar. Yaşlılar, yetişkinler, gençler, çocuklar. Düşünüyoruz Ece'yle beraber. Hepimize, bütün dünya çocuklarına, nereye, hangi acıya ait olduklarına dair bir hikaye öğretildiği gerçeğini. Yolculuğun sonunda karşılaştığımız Babian'ın dedikleri geliyor aklıma: "Öğrenmezlerse kaybolurlar."



Ağrı bize kendini gösterdi mi göstermedi? Bilemiyoruz. "Öteki"ne yolculuğumuzun ta en başından dalıp gidiyoruz.  Merak ediyoruz, soruyoruz. "Soykırım" meselesi canınızı sıkmıyor mu? Bir insan ömür boyu bu acıyla yaşayabilir mi? Hiç mi bıkmıyorsunuz diyoruz, ağır gelmiyor mu her gün hüzün?
 
Sahi çocuklar ne zaman duyuyor bu hikayeyi? Daha doğrusu kendi hikayelerimizi nasıl öğreniriz? Bu an hep sır olarak kalıyor belki. Düşünün bir bakalım? Bazen neden yaptığınızı bilmediğiniz şeyler oldu mu hiç? Çocukken duyduğunuz hikayenin bıraktığı iz. Ece'nin aklına bir tekerleme geliyor. Saçma sözlere sahip, uydurma bir tekerleme. Ne zaman öğrendiğini hatırlayamıyor, yıllar sonra gün ışığına çıkan şişenin içindeki bir mesajı kimin gönderdiğini bilememek gibi, aynen.
 
Duymuşşunuzdur. "Şu binayı Rumlar yaptı, ah nerde o günler? Şimdiki evler dip dibe, estetikten yoksun, çarpık" dendiğini. "Yunanı denize dökdüğümüzü"de. Peki neden Ermenilerle ilgili bir bilgi kırıntısı bile yok bizde, gönlümüzde? Ece, doğduğu yer İzmir'de Ermeni mahallesi olduğunu öğrendiğinde afallıyor biraz. "Nerenin Rum mahallesi olduğunu ezbere sayabilirim ama... Nasıl oldu da hiç duymadım ben?" Şaşırıyor, şaşırıyoruz. Bir zamanlar iç içe yaşadığımız insanlardan bu kadar uzak olabilmeyi anlayamıyoruz. Coğrafyada öğrendiğimiz bir bilgi geliyor aklıma. Kıtaların kayma teorisi. Hani şu "çoooook eskiden" kıtaların tek bir kıta olup ardından ayrıldığı... Bin yıllar, milyon yıllar sürmüştü kıtaların birbirinden ayrılması için. Biz nasıl bu kadar çabuk unuttuk birbirimizi. Ece şöyle diyor: "Hatırlamak, bir çeşit unutmaktır aslında. İstediğin bilgiyi gün yüzüne çıkarıp, istediğini yerin dibine geçirmek. Anlaşılmaz bir duygu."
 
Ece anlatıyor, ben dinliyorum. Yazı dizisini yayınladığı zaman aldığı tepkileri anlatıyor. "Sen nasıl Ermenileri sevimli gösterirsin, nasıl oraya gidip bir de yazmaya cüret edersin?" diyenlerle karşılaşmış. İnsanlar onları neden iyi gösterdiğini sormuşlar ona, neden kötü şeyler yazmadıklarını... Ece şaşırmış, nedense anlayamamış. Gazetecilik hayatı boyunca "sakıncalı" addedilen konuları ele alırken hiç böyle şeyler yaşamamış. Tepkiler eskiden ya hakaretmiş, ya tehdit. Ama bu öyle değildi diyor. Farklıydı, insanlar dinlemek istemiyordu sadece. Tozlu bir sandığı açmıştı sanki ve ortalığı yeni temizleyen annesi ona kızacaktı. Tam olarak böyle olmuştu. Dinlemek, zor işti arkadaş.
 
Paris'e gidiyoruz ardından. Aklımıza fikirleri de sürükleyerek. Ece bana kadim bir sırrı söylüyor, aslında hep yanıbaşımızda olan görmediğimiz bir sırrı: Söz söylemek, insanlığın yüreğine bir kürekle dalıp pası, pusu kaldırmak, bulanıklık yerine berrak hakikatleri koymaktır.Ve gezi boyunca aklımızdan çıkmayacak bir şey fısıldıyor kulağıma: "Aslında konuşanlar biz değiliz, hayaletlerimiz. Geçmişteki hayaletlerimiz. Ninelerimizi, dedelerimizi oradan oraya sürüklüyoruz. Kimimiz masumiyetini kanıtlamak için, kimimiz mazlumiyetini. Rahatsız ediyoruz onları. Diyalog kurmak bize düşerken kemiklerini sızlatıyoruz yaşlı insanların adeta."
 
Paris'te bizi şaşkınlık bekliyor. Türklerden korkan insanlarla karşılaşıyoruz. "Öcü Top Ten"inde birinci sırada olmanın tuhaf hissini yaşıyoruz. Tanımlayamıyoruz bu hissi. Fransa'da kabul edilen yasayı konuşuyoruz "bizden korkmayanlarla"... Kimisi çok memnun, kimisi saçma buluyor. Ece'yi izliyorum. Usta bir gazeteci Ece. Onlarda bunu biliyor, oyunu kuralına göre oynuyorlar. Bir Türk +  Bir Gazeteciye mesafeli davranıyor hepsi. Hırçınlıkla başlıyorlar konuşmalara. Ece dinliyor onları, sessiz, sakin... Dinlenmenin keyifli tadına varıyor çoğu kalbinin derinliklerini açıveriyor. Ortalığa birkaç Türkçe kelime, Anadolu'ya hasret taşıveriyor aniden. Gözler buğulanıyor. Bazıları hiç görmedikleri o eski evlerine hasretle bakıyorlar. En usta konuşmacılardan Deveciyan bile, duygulanıveriyor aniden. Maskesini kısa bir süreliğinede olsa düşürüveriyor.
 
Düşünüyoruz. Nasıl olurda insan hiç görmediği bir yere bağlanabilir? Yıllar öncenin acısı hala kordur yüreklerinde? Ece, her çocuğun anne-babasını kurtarmak istediğini söylüyor bana. Kendisinin de yaşadığı bu olayla onları anlamaya yakın. Darbe yıllarında anne-babasının ona hiçbir şey anlatmadığı halde, annesinin gözündeki yaş ileride yapacağı "kurtarma operasyonlarının" baş nedeni oluveriyor aniden.
 
Ece'yle beraber Marten'in yanına gidiyoruz. Ne söyleyeciğini bilemiyor. Söylüyor, vazgeçiyor. Boşveriyor o, şarkısını söylüyor. Ece oynamaya kalkıyor ve hep beraber anlıyoruz ki aynı şarkının aynı notasında şinanay diyenleriz biz. Hakikatin kilimini ancak biz dokuyabiliriz.
 
Daha niceleriyle konuşuyoruz Paris'te, neler öğreniyoruz... Ece'nin not defterinde yazanlar  Paris'ten ayrılırken aklımızdan geçenlerin yansıması:
 
 
"Kim bilir belki de siz, tıpkı benim Paris'e gitmeden önce söylediğim gibi "Bu konunun bizimle ne ilgisi var? Niye bir şey hissetmeliyiz ki?" diyorsunuzdur. Doğru aslında, geçmişte, birtakım iktidarların yapmış olduğu bir kötülük niye bana bir şey hissettirsin ki? Ama düşünelim biraz, düşünmeye cesaret edelim. Şimdi bugün Hutular Afrika'da Tutsileri kesse ne fena oluyor içimiz. Nazi toplama kamplarını gösteren filmleri izlesek şimdi, bazen izleyemeyecek kadar fena oluyoruz. Çeçenya'da, acısından karanlığa bürünmüş  dul kadınlar kocalarının intikamını almaya yemin ederken donuyor kanımız. Filistin'de acıdan yol yol olmuş yüzleriyle çocuklar taşları fırlattığında, Irak'ta kadınlar yıkılmış evlerinin önünde buz keserken, Lübnan'da bombaların altında beklerken çocuklar... Hepsine bir şey hissediyoruz da bu konuda neden bir şey hissetmiyoruz? Tuhaf değil mi? Birileri bize uzaklardan diyor ki: "Bizim anneannelerimiz, dedelerimiz yok oldu bu topraklarda." Hep "suç" bizden uzaklaşşın diye mi dinlemiyoruz onları? Şimdi bir arpa boyu yol kat etsek, bu toprağın hayaletleri az gidecek uz gidecek, belki de hiç beklemediğimiz kadar çabuk dinecek öfkeleri. Biz ve onlar hayaletlerin  çocukları olmaktan kurtulacağız o zaman. O zaman ölüler değil, yaşayanlar konuşacal. Ölüm susacak, yaşamın sesi duyulacak."
 
Sonra... Hrant ölüyor. "Ezuuuu!" diye bir ses yankılanıyor etrafta. Bir imdat çağrısı. Ece üzgün. Ben o güne kadar hiç düşünmediğim bu meseleyle bir kez daha karşılaşıyorum. Ölüm. Ne kadar acı, ne kadar yıkıcı. Hrant Dink hakkında konuşulanları hatırlıyorum. Belki hayatında bir kere bile okumamış herhangi bir yazısını, yorumunu. Basıyor ama yaygarayı : "Birinden daha kurtulduk." Sadece barış isteyen bir insanı görüyorum Ece'nin anlattıklarında. İyi bir dostu görüyorum. Barış isteyen birini görüyorum gözlerinde. Ece üzgün, ben üzgün. Bugüne kadar duyarsız kalabilmeme şaşıyorum. Üzülüyorum. Farklı bir duygu bu. Kelimelerle anlatmakta zorlanıyorum.
 
Ece çok yorgun. Sıra Amerika'da, Los Angeles ve Boston'da.Şaşkınlıklarımıza şaşkınlıklar ekliyoruz. Barışın kaç lira edeceğini hesaplayanlarla karşılaşıyoruz. Ermenilerin diasporada bile ayrılıklar yaşadığını görüyoruz. Kimi sert olabildiğince, kimi daha sakince. Kırık ve kendi deyimleriyle "kaba" Türkçeleriyle konuştuklarında bambaşka bir duygu hissediyoruz. Uzaklarda evinden bir parçayı görmek gibi bir şey. Bir başkası Ece'nin Türkçe'sini yadırgıyor.  "Sen Avrupalı gibi konuşuyorsun" diyorlar.Eceyle gülümsüyoruz.
 
Phil ve Ceren'le karşılaşıyoruz ardından. Türk-Ermeni diyalogunu sağlamaya çalışan iki genç. Yadırgamışlar ilk başta birbirlerini. Zor olmuş anlaşmak tüm grup için. Yavaştan başlamışlar konuşmaya. Suya sabuna dokunmayan konulardan. Çok şey yaşamışlar. Tanıyorlar birbirlerini artık. Ece bazen sadece dinlemenin bile yeterli olduğunu söylüyor Ermenilerle anlaşırken. Phil ise hakiki konuşmanın yerini hiçbir şeyin tutamayacağını.
 
Gezinin sonuna geliyoruz. Venice Beach'te Ece tüm geziyi sorguluyor adeta. Yaşadıklarımıza bakıyoruz.Tanıştığımız onca insana. Gittiğimiz onca yere. Bir olay oluyor o sırada. Büyüsü kaçmasın istiyorum ama. Anlatmayacağım o yüzden. Okursanız o anı tek başınıza yaşamanızı istiyorum çünkü. Bu büyülü anı bozmaya hakkım yok.
 
Ece'yle beraber çok şey kazanıyor bu geziden. "Öteki"nin yanına, "biz"im kalbimize bir yolculuk bu yaptığımız adeta. Evsiz olmanın ne demek olduğunu çok iyi anladığını söylüyor Ece. Ve daha nice şey...
 
Ece de ben de artık mutlu olmak istiyoruz. Güzel günler geçirmeyi hep beraber. Belki toplumdaki o kadar gürültünün içinde yalnıza ufak bir sese dönüşse de bu ses, canı gönülden destekliyorum Ece'yi. Ufak sesler korosunun yapabileceğine güvendiğim için. Devam et Ece diyorum, ve de teşekkür ediyorum. Bana kazandırdığı yepyeni bakış açısı için.
 
Elif Şafak'ın sözleri geliyor aklıma. Sözlerimi onlarla bitirmek istiyorum:
 
"Hoşça bak zatına! Hoşça bak cümle kainata!"
 
Kitap boyunca çektiği güzel fotoğraflarla "yolculuğa" renk katan Yurttaş'a da teşekkür edip huzurlarınızdan ayrılıyorum.
 
Edebiyatla kalın!


26 Aralık 2010 Pazar

Pürtelaş Zamanlar


İçimde bir telaş var. Zıp zıp zıplayan muzır bir çocuk kıvamındayım. Yılın en sevdiğim zamanında, pürtelaş zamanlardayım...

Zihnim bayram yeri gibi adeta. Yılbaşı heyecanı benliğimi esir almış durumda. Evvelden beri yılbaşının benim için anlamı çok büyük. Kimilerince "popüler kültür" denilerek hor görülsede, yılbaşı kültürünün her bir elemanı benim için başlı başına birer mutluluk kaynağı.

Noel Baba! Benim için "çocukluk" demek. Asla kopamadığım yarım, hatta bütünüm :) Çocukluktan vazgeçemeyen biri olarak, Noel Baba benim için yılbaşını yılbaşı yapan en önemli unsurlardan. Her yılbaşı kartpostallardaki Noel Baba'ya bakarak; o an, onun yanında olabilmeyi dilerdim hep."Benim Noel Baba'm" Disney filmlerindeki çizgi karakterler olarak ete kemiğe bürünüyor zihnimde, benliğimde. Nedense "insan noel babalar" bana soğuk ve yapay geliyor. Animasyonlardaki Noel Baba figürü, yüreğimden hiç çıkmayan bir simge. Belki de çizgi filmlere bayılan bir çocuk olmamdan kaynaklanmıştır, bilemiyorum... Kartpostallerdeki karlar içinde Noel Baba benim vazgeçilmezim her yılbaşında. Fazla "Profesör Dumbledore" yüz hatları olmayan, tombiş Noel Baba'lar tercihim.



Yılbaşı ağaçları ve ağaç süslemelerini görmek beni yılbaşı havasına sokmaya yetiyor. ABD'deki Rockefeller Centre'daki kadar şaaşalı bir yılbaşı ağacımın olmasını istesemde daha mazbut bir yılbaşı ağacıyla yetiniyorum. Her yıl yılbaşından iki gün önce ışıklarını yakıp, yeni süslerle süsleyip, yanına oturup hayallere dalmak benim için bir ritüel haline geldi adeta. İlkokul ikinci sınıfa giderken canım anneanemin bana aldığı yılbaşı ağacım yıllardır yeni yılbaşı anılarıyla yüklenip kadim bir sembole dönüşme yolunda. Anneanneme öpücükler yolluyorum aynı zamanda, bana bu mutluluğu yaşattığı için. O gün bugündür ağacı aldığımız anı unutamam. Yılbaşı adetlerine "mesafeli" yaklaşan babamla beraber gitmiştik almaya. Anneannemin cebime sıkıştırdığı parayı sıkı sıkı tutarak gitmiştim markete. Babam ağacı alırken söylenmişti , "Hristiyan adeti bunlar!" nidaları arasında insanların onu yılbaşı ağacı alırken görmesini engellemek için oldukça hızlı davranıyordu. Bense özenle yılbaşı süsleri seçmekle meşguldüm. Rengarenk yılbaşı süsleri arasında kaybolmuştum , seçmek gerçekten zordu. İlerleyen dakikalarda babam daha ılımlı yaklaşmıştı olaya neyse ki... Her yıl bu zamanlar, bu anının tadı damağımda yuvarlanan bir akide şekeri gibi huzur yayar ruhuma. Yılbaşı ağacımın altına uzandım mı birde değme keyfime :)

Dosya:Happy new year 06463.jpg


Gözümün önünde birden koca fiyonklu hediye paketleri geliyor. Her ne kadar şu ana kadar kimsenin birbirine koca fiyonklu paketlerle hediye verdiğini görmesemde, hediye kelimesinin serkeşliği belleğime böyle yansımış anlaşılan. Sınıfta yapılan yılbaşı çekilişlerinde verilen hediyelerle hiç aram olmadı ayrıca. Bu yıl değişmesini umuyorum, şans dileyin lütfen! Ama aile içinde verilen hediyeler her yıl süper olur :) Kitap tutkuma bilen herkes yepyeni kitaplar alır bana. Çoğu zaman bana danışarak alınır, sürprizi kalmaz ama olsun. Önemli olan sevdiğim kitaplarla buluşabilmek. Bu yıl Demet Altınyeleklioğlu'nun Osmanlı Hanedanı serisine başlamayı düşünüyorum, yaptığım kulislerde hediyeler bu yönde olacağa benziyor...



Yılbaşının geleneksel yemeği bizim evde "tavuk dolması" dır. Annemin yaptığı leziz tavuk dolmasının iç pilavını hiç bir şeyle değişmem. Kestaneli, kuru üzümlü, tarçınlı güzelim iç pilav yılbaşının tadı tuzudur, olmazsa olmaz. Yemeğin yanında onlarca meze, salata, aperatif, ara sıcak say say bitmez. Devamında poğaçalar, börekler, her türlü abur cubur, cipsler, çikolatalar, kolalar, çerezler, aklınıza gelebilecek sağlıksız her şey anlayacağınız :) Kalori bombardımanı yaşanır her yıl bizim evde. Kendimi masallardaki şekerleme eve yada Charlie'nin Çikolata Fabrikası filmine düşmüş hissederim 31 Aralık'ta.Son yıllarda yaşadığım acı bir tecrübeden sonra daha temkinli yemeye başladım o ayrı. Az kalsın hastaneyi boyluyordum, mide fesadından...



Şarkılı, müzikli programlar izleriz hep. Yılın tüm yorgunluğunu atıp, umutla başlayabilmek için. Tombala oynarız hep. Bol mızmızlanmalı :) En çok da ben mızmızlanırım. Gözümü hırs bürümüş gibi. Dans ederiz bol bol. Yerimizde duramayız. Şarkılara eşlik ederiz. "O kanalda ne var, ya şuna da bi bakalım" diye diye bol zappingli bir gece geçiririz. Geçmiş yılbaşı anılarımızı hatırlarız. Gün içinde yaşadıklarımızı. Mutlaka kardeşimle günün anlam ve önemine uygun bir Disney yapımı izleriz. Her yıl "yeni yıla nasıl girersen, öyle devam eder" geyiği yaparız. 10'dan geriye sayıp , sarılırız birbirimize. Umutla açarız gözümü yepyeni bir yıla...

Noel Baba'lı, yılbaşı ağaçlı, havaifişekli, bol şatafatlı sofralı, kızak çeken geyikli, Noel Baba'nın elfleriyle dolu, eğlenceli ve şen şakrak yeni yıl kutlamaları diliyorum hepinize... Ama hepsinden daha önemlisi bol umutlu, bol neşeli; insanların birbirlerine saygı duyduğu, farklılıklara kulak verdiği; benliğinin tozlu odalarındaki önyargıları silip "öteki"ne kucak açabildiği; hiçbir ırkın, mezhebin ve önemlisi hiçbir insanlık değerinin aşağılanmadığı; hoşgörülü, demokrasi ve söz hakkı dolu bir yıl diliyorum. Hepimize, ülkemize...

Aynı zamanda bol kültürlü, bol kitaplı, çokça entellektüel bir yıl diliyorum hepimize. Kendim içinde ufacık bir dileğim var! Yeni yılın ilk günlerinde gerçekleşecek Adana Tüyap Kitap Fuarı'na Elif Şafak ve Ece Temelkuran'ın gelmesini diliyorum. Bakarsınız gerçek oluverir - lütfen, lütfen, lütfen ! - Geçen sene de olduğu gibi bu yılda edebiyatla kalmanızı canı gönülden isteyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum.

Tüm dostların, ruhdaşların, edebiyatseverlerin, hikayeperestlerin yeni yılını kutluyorum. Yepyeni bir senede, yepyeni yazılarla görüşmek üzere.

***

Ufak notlarım olacak sizlere:
  • Kitap yorumları hazır, yeni yılda elimden geldiğince yeni yazılarla sizlerle buluşacağım. Bu yılki aksaklıklar nedeniyle hepinizden özür diliyorum, tekrardan.
  • Ağrı'nın Derinliği'ni okuyorum, yeni yılda güzel bir yorumla karşınızda olacak ilk yazı.
  • Elif Şafak'ın tadına doyum olmaz yeni yıl yazısı, okumak isteyenler için: Buraya tıklayın.

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...