30 Ağustos 2010 Pazartesi

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç / Melek Sanmıştım Şeytanı - HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR

"Halamın yıldızı !"

Uzun zamandır oturup şöyle güzelim bir Türk klasiği okumamıştım. Hazır tatildeyiz kafamızda binbir türlümeşgale cirit atmazken, sindire sindire bir klasik okumak boynumuz borcu sonuçta. Ben de kış sezonunda aldığım ama "dolu kafa sendromu"ndan okuyamadığım Kuyruklı Yıldız Altında Bir İzdivaç'a başlayayım dedim.

" Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç / Melek Sanmıştım Şeytanı" adıyla Everest Yayınları'ndan çıkan kitapta:
  • Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç
  • Melek Sanmıştım Şeytanı
  • Şehirde Bir Şekavet
  • Allah Gönlüne Göre Versin
  • Misafir
  • Dağların Şenliği
  • Ahlak Humması
  • Asansör
isimli hikayeleri içeriyor.
Uzun zamandır hikaye de okumadığımda Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç bende kadim bir dostla karşılaşmış hissi uyandırdı. Günümüzde roman vitrinlerde ne kadar çok boy gösterse de, kısa ve öz öykü yazıcılığının daha zor ve usta işi olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Kitap sekiz öyküden oluşuyor, yalnız ilk iki öykü daha kapsamlı bir içeriğe sahp.
Her öyküden kısa kısa bahsedeceğim :

  • Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç: Dünyaya çarpması beklenen Halley kuyruklu yıldız bu felakete yol açmaz ama içinden deniz geçen şehirde epey bir çalkantıya neden olur. Kahramanımız devrin anti-feministleriden İrfan Galip'in kadınlara kin dolu yaklaşımı nedeniyle onları Halley hakkında korkutmak için verdiği konferanslar İstanbul kadın ahalisinin ayrıntılı tahlilini sunarken, her ne kadar kadın düşmanı tavır sergilese de mektupla konuştuğu bir kadına tutulan İrfan Galip'in mektuplarında İstanbul aydın ahalisini seyrediyoruz. Mizahi bir anlatıma sahip olan kitap bilimsel bilgiler de barındırıyor ve yazarın önsöz-sonsözüyle yayına sunulmuş. Özellikle mahalledeki kadın diyologları çok başarılı.
  • Melek Sanmıştım Şeytanı: İç güveysi Hüsnü'nün "evlilik denen tekdüzelik"ten sıkılıp evin hizmetçisiyle yaptığı kaçamak ve bunun sonucunda yaşadığı olaylar çerçevesinde bir öykü. Aldatma unsurunu kadın ve erkek yönleriyle inceleyen H.R. Gürpınar adeta ustalığını sergilemiş.
  • Allah Gönlüne Göre Versin: Zengin-fakir uçurumunu gösteren hikaye bize kıssadan hisse sunuyor.
  • Şehirde Bir Şekavet: I.Dünya Savaşı yıllarında devlet denetiminin ortadan kalkmaasıyla sıradan halkın yaşadığı acılardan yalnızca birini anlatan bir hikaye.
  • Misafir: Günümüzde de aynen yaşanan misafir - evsahibi ilişkisini "ağlanacak halimize gülüyoruz" tarzıyla anlatıyor.
  • Dağların Şenliği: Yazarın hayvan sevgisinden yola çıkıp, insanın hayvani yönlerini anlatıyor.
  • Ahlak Humması: Aşk-ı Memnu, Sözde Kızlar ve daha nice romanda olan olayların nedenini aldatan ve aldatılan bir kadının tespitleriyle gözler önüne seriyor.
  • Asansör: Efendi - hizmetçi sistemini eleştiren, bir hizmetçinin gözünden yaşadığı zorlukları anlatan, zenginin her daim zengin, fakirin her daim fakir olduğunu gösteren bir hikaye. İsmini aldığı asansör olayı ise okunmalı, buruk bir gülümsemeyle...

Elimden geldiğince sizi hikayeler hakkında bir fikir sahibi yapmaya çalıştım. Eğer sizinde dikkatinizi çektiyse her hikaye toplumsal bir sorunukonu ediniyor. Bir başka ayrıntıysa H.R. Gürpınar'ın her hikayenin arka planınına ince ince işlediği kadın-erkek eşitliği. H.R. Gürpınar kitaplarındanki ilk deneyimimin sonucu şu: H.R. Gürpınar halkın içinden bir yazar. Bizi bize bizle bizce anlatıyor. ( Öyle bakmayın bu tumturaklı ifadeyi fazlasıyla hak ediyor... )
Everest Yayınları kitabı gençler için sadeeleştirerel basmış. Sadeleştirmenin doğruluğu tartışılır. Kitaba ilginin artması açısından iyi bir hamle olabilir ama sanatsal dile sıra gelince, uygulamanın artıları kadar eksileri de ortaya çıkıyor.
Kuyruklu Yıldız Altında bir İzdivaç sadeleştirlmesine rağmen güçlü bir anlatım özelliğine sahip. Şaheserinden dolayı Hüseyin Rahmi Gürpınar'ı sonsuz saygı ve takdirle anıyoruz.
Kapak tasarımı hoş ve sade. Zaten kendini kanıtlamış kitap statüsüne girdiğinden kapak tasarımının o kadar da önemli olduğunu zannetmiyorum.

Bu arada Halley Kuyrukluyıldızı'nın 1910 yılında çekilmiş bir fotoğrafını vermeden geçemeyeceğim. O olmasaydı bu hikaye olmayabilirdi, teşekkürler Halley :)

Usta Türk Edebiyatı yazarlarımıza puan vermiyorum, onlar puanların katbekat fazlasına layık.
Edebiyatla kalın.

Kubilay

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Elif Şafak'ı Tanımak : "Kurgunun Politikası" Konuşması


Takip ettiğim blogların son gönderilerine göz gezdirirken Ayşe'nin Kitap Kulubü 'nde en sevdiğim yazar Elif Şafak'ın TED : Ideas Worth Spreading ( Yayılmaya değer fikirler ) adlı platformdaki "Kurgunun politikası" konuşmasına rastgeldim. Hemen annemi çağırdım - annem de benim gibi Elif Şafak'ı severek takip edenlerden -ve birlikte konuşmayı baştan sona izledik. (Dipnot: Videonun subtitle özelliği harika, Türkçe altyazı sayesinde rahatça izledik. ) Ve tek kelimeyle hayran kaldık. Akıcı İngilizcesiyle bizi büyüleyen Elif Şafak, seyirciler üzerinde büyük bir hakimiyete sahip. Usta hikayeci Elif Şafak usta hitabetçi sıfatını da layığıyla hak ediyor. 20 dakikalık konuşma boyunca tüm seyirciler pür dikkat izlemiş, biz de öyle tabii. "Bir yazarı yaptığı konuşmadan tanıyabilir misiniz?" sorusuna koca bir evet diyebilirsiniz bu konuşmayı izledikten sonra. Tam anlamıyla kendini ifade etmiş Elif Şafak. Düşündüklerini ve dünya bakışını o kadar güzel anlatmış ki...


Konuşmaya kendi hayatından kesitler sunarak başlayan Elif Şafak, anneannesinin mistik kişiliğinden bahsediyor gülümseyerek:

"Aslında, iki ayrı çeşit kadınlığı gözlemleyerek büyüdüm. Bir tarafta annem vardı, iyi eğitimli, laik, modern, batılılaşmış bir Türk kadını. Diğer tarafta ise yine beni büyüten ve daha ruhani, daha az eğitimli ve kesinlikle daha az akılcı olan anneannem vardı. Bu kadın geleceği görmek için kahve telvelerini okuyan ve nazarı defetmek için kurşunu gizemli şekiller alacak şekilde eriten biriydi.
Anneannemin çok ziyaretçisi olurdu; yüzlerinde ağır sivilceleri veya ellerinde siğilleri olan kişiler. Her defasında anneannem Arapça bazı kelimeler mırıldanır daha sonra da kırmızı bir elmaya yok etmek istediği siğil sayısı kadar gül dikeni saplardı. Sonra da tek tek bu dikenleri siyah bir mürekkeple çember içine alırdı. Bir hafta sonra hasta kontrol için geri gelirdi. Şimdi, bilim insanlarının ve akademisyenlerin olduğu bir seyirci topluluğu önünde böyle şeyler söylememem gerektiğinin farkındayım, ama gerçek şu ki, ciltlerindeki rahatsızlıklardan dolayı anneannemi ziyaret eden bu kişilerden bir tanesinin bile mutsuz ya da iyileşmeden gittiğini görmedim. Anneanneme bunu nasıl yaptığını, duaların gücüyle mi alakalı olduğunu sordum. Cevap olarak bana "Evet, dua etmek etkilidir. Ama çemberlerin gücüne de dikkat etmelisin" dedi.
Bu ondan öğrendiğim nice kıymetli dersten bir tanesidir. Eğer hayatınızda bir şeyi yok etmek istiyorsanız, bir sivilceyi, bir lekeyi veya bir insan ruhunu, bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemek. İçeride kuruyup kalacaktır."

Elif Şafak'ın hayal gücünün ve mistik yanının anneanesinden miras kaldığını tahmin etmek zor değil :) Anneannesinin anlattıklarından müthiş bir ders de çıkarıyor. Kıvrak zekasını kullanarak...
"Anneannem gibi kadınların Türkiye'de yaptıkları bir başka şey de aynaları kadifelerle örtmek veya ters çevirerek duvara asmaktır. Bu eski bir doğu geleneğidir. Bir insanın kendi yansımasına uzun süre bakmasının sağlıksız olduğu bilgisinden beslenen bir gelenektir. İronik olan, benzer fikirleri paylaşan cemaatlerde yaşama eğilimi günümüzün globalleşen dünyasındaki en büyük tehlikelerden biridir. Ve bu heryerde yaşanan birşey, liberallerde de, muhafazakarlarda da, agnostiklerde de inançlılarda da, zenginlerde de fakirlerde de, doğu'da da batı'da da... Benzerliklerden/ayrılıklardan hareketle kümelenme ve daha sonra da diğer insan kümeleri hakkında önyargılar üretme eğilimindeyiz. Benim fikrime göre, bu kültürel getto'ları aşmanın yollarından biri hikayet anlatma sanatıdır. Hikayeler sınırları yıkamaz ama mantık duvarlarımızda küçük delikler açabilir. Bu deliklerden bakarak Öteki'ni görebilir, hatta zaman zaman gördüğümüzü sevebiliriz. "

Farklılıkların ve kontrastların bizi ve ruhumuz beslediği, zenginleştirdiği gerçeği Elif Şafak'ın temel prensiplerinden. Öykülerle farklı dünyalara kapılar geçmek ve önyargılarımızı yıkmak gerçekten de günümüz dünyasının vazgeçilmez ihtiyacı.

"Evde sürekli hikayeler anlatıyordum, bu iyi bir şey, ama bunları hayali arkadaşlarıma anlatıyordum, bu pek iyi değildi. İçine kapanık bir çocuktum; renkli boya kalemleriyle iletişime geçecek ve çarptığım objelerden özür dileyecek boyutta. Annem de gün gün yaşadıklarımı ve duygularımı yazmamın bana iyi gelebileceğini düşünmüştü. Ama annemim bilmediği bir şey vardı: hayatımı son derece sıkıcı buluyordum ve yapmak istediğim en son şey kendim hakkında yazmaktı. Bundan ziyade, kendim yerine başka insanlar ve yaşadıklarım yerine hiç olmamış şeyleri yazmaya başladım. İşte kurgu yazmaya karşı tutkum bu şekilde başlamış oldu. Yani en başından beri, kurgu benim için otobiyografik bir dışavurumdan ziyade öte dünyalara, başka olasılıklara yapılan aşkın bir yolculuktu. "


Elif Şafak hakkında bilmediğim bir leyi öğrenmek ne güzel! Çarptığı objelerden özür dileyen minik Elif'in ileride hoşgörülü ve kimseyi incetmeyen yazar Elif Şafak olacağı belliymiş. "Adam olcak çocuk..." derler ya :)

İnsanın kendi hayatı monoton gelir genelde. Elif Şafak da bunu yaşamış ve başkalarının öykülerini yazmaya karar vermiş. Kurgu yazmaya böyle başlamış. Bu konuda aynı fikirdeyim, başkalarının hayatlarını yazmak daha eğlenceli.

"Bazı çocuklar bana seyretmemiş olduğum "Geceyarısı Ekspresi" filmi hakkında sorular soruyorlardı. Günde kaç sigara içtiğimi sorguluyorlardı, çünkü bütün Türklerin sigara tiryakisi olduğunu sanıyorlardı. Kaç yaşından sonra başımı kapayacağımı merak ediyorlardı. Bunların ülkem ile ilgili en temel üç klişe olduğunu da bu şekilde öğrenmiş oldum; politika, sigara ve başörtüsü."

Türkiye hakkında önyargıları hüzünle anlatan Elif Şafak, yurtdışında yaşayan Türk çocuklarının üzerindeki baskıyı gözler önüne seriyor.

"1999'da deprem İstanbul'u vurduğunda oradaydım. Sabahın üçünde koşarak binadan çıktığımda, sokakta gördüğüm bir şey hızımı kesti. Mahallenin bakkalı oradaydı -- huysuz ve alkol satmayan yaşlı bir adam vardı marjinal tiplerle konuşmazdı. Uzun siyah bir peruk takmış ve rimelleri akmış bir transseksüelin yanında oturuyordu. Adamın sigara paketini açıp titreyen elleriyle bir tane de ona uzatmasını seyrettim. Ve depremin olduğu gece ile ilgili aklımda kalan temel görüntü budur -- muhafazakar bir bakkal ile ağlayan bir travestinin kaldırımda yan yana sigara içişleri. Ölüm ve yıkım ile yüzleştiğimizde dünyevi farklılıklarımız buharlaşır, ve bir kaç saat için bile olsa hepimiz Bir oluruz. Ama ben her zaman hikayelerin de benzer bir etkisi olduğuna inanmışımdır. Kurgunun bir deprem kadar gücü olduğunu söylemiyorum. Ama iyi bir roman okuduğumuzda, kendi küçük apartman dairelerimizi arkamızda bırakıp daha önce hiç bir araya gelmemiş olduğumuz, hatta belki de ön yargılı olduğumuz kişileri tanımak için tek başımıza geceye dalarız."

Depremlerde, afetlerde, kısacası zor anlarda insanların birleştiği gerçeğini çarpıcı bir örnekle anlatıyor Elif Şafak ve depremlere gerek olmadan da farklılıklara hoşgörülü bakış açısını kitaplarla yakalayabileceğimizi söylüyor. Kitapların büyülü gücü...

"Bundan kısa süre sonra, önce Boston sonra da Michigan'a bir kadın kolejine gittim. Bu yolculukları coğrafi bir değişimden ziyade dilsel bir değişim olarak yaşadım. İngilizce roman yazmaya başladım. Göçmen, mülteci veya sürgün değilim. Öyleyse bunu neden yaptığımı soruyorlar. Ama diller arasında seyahat etmek bana kendini yeniden yaratma şansı veriyor. Türkçe yazmayı çok seviyorum, bana göre çok şiirsel ve duygusal bir dil. Ve İngilizce yazmayı da seviyorum; benim için matematiksel ve zihinsel. Yani her bir dil ile farklı bağlarım olduğunu hissediyorum."

Konuşmanın bu bölümünde sıklıkla karşılaştığı bir soru olan "Neden ingilizce yazıyorsunuz?" sorusuna bir kez daha cevap veriyor. Gerçekten de öyle her dil insanı farklı diyarlara sürükleyen birer kapı...

"2005 yılında kurgusal karakterlerimin konuşmaları yüzünden mahkemelik olduğumda bunu ilk elden deneyimlemiş oldum. Bir Ermeni ve bir Türk ailesinin hikayesini kadınların gözlerinden anlatan, yapıcı, katmanlı bir roman yazmak istedim. Ama hakkımda dava açılınca benim mikro hikayem bir makro meseleye dönüştü. Ermeni-Türk çatışmasını yazdığım için kimileri beni yerdi, kimileri övdü. Oysa her iki kesime de bunun sadece bir kurgudan ibaret olduğunu anımsatma gereği hissettiğim zamanlar oldu. Sadece bir hikayeydi. Ve "sadece bir hikayeydi" derken işimi küçümsüyor da değilim. Ben edebiyatı kendisi için sevmek istiyorum, bir araç gibi görmek değil.
Yazarların politik görüşleri olabilir, hatta iyi politik romanlar da yazılabilir ama edebiyatın dili ile siyasetin dili aynı şey değildir. Chekhov, "Bir problemin çözümlemesi ile aynı problemi doğru bir şekilde sorabilmek tamamen iki farklı meseledir." demiştir. "Ve sadece ikincisi sanatçının yapabileceği bir şeydir." Kimlik politikaları bizleri böler, hikayeler ise birleştiriyor. Birisi kallavi genellemelerle ilgileniyor. Diğeri ise nüanslarla. Biri sınırlar çiziyor. Diğeri ise hudut tanımıyor. Kimlik politikaları katı tuğlalardan örülüyor. Edebiyat ise akan bir su gibi. Osmanlılar döneminde "meddah" adı verilen seyyar hikaye anlatıcları vardı. Kahvehanelere gider, izleyicilerin önünde hikayeler anlatırlar, çoğu zaman doğaçlama yaparlardı. Hikayedeki her yeni karakterle birlikte, meddah sesini değiştirir, o karakteri canlandırırdı. Herkese açıktı, herkes seyredebilirdi -- sıradan insanlar, hatta Sultan bile, müslümanlar ve Gayrimüslimler. Hikayeler sınırların ötesine geçer. Tıpkı Orta Doğu'da, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Asya'da çok yaygın ve popüler olan "Nasreddin Hoca" hikayeleri gibi. Bugün de dün olduğu gibi, hikayeler sınırları aşmaya devam ediyorlar. Filistinli ve İsrailli politikacıları konuştuğunda genellikle birbirlerini dinlemiyorlar. Ama Filistinli bir okur Yahudi bir yazarın kitabını hala okuyor ve Yahudi bir okur da Filistinli yazarınkini, empati kurarak. Edebiyatın bizi daha da öteye taşıması lazım. Eğer bunu başaramazsa zaten iyi bir edebi eser değildir. "


"Baba ve Piç" kitabı önyargılı insanlar tarafından yanlış anlaşılmıştı. Bence konuşmanın bu bölümü onlar için en iyi cevap. Fazla söze gerek yok...

"Kitaplar beni bir zamanlar olduğum o içine dönük çocukluktan kurtardılar. Ama onları putlaştırma tehlikesinin de farkındayım. Şair ve mistik Rumi ruhsal eşi Şems-i Tebrizi ile karşılaştığında, Şems’in ilk yaptığı şeylerden birisi Rumi'nin kitaplarını suya atmak ve harflerin yok oluşunu izlemek olmuştu. Sufiler şöyle der, "Sizi kendinizden öteye götürmeyen bilgi cehaletten beterdir." Bugünün kültürel gettolarının sorunu bilgi eksikliği değil. Birbirimiz hakkında çok şey biliyoruz ya da bildiğimizi sanıyoruz. Ama bizi kendimizden daha öteye götürmeyen bilgi bizi elitist yapıyor, mesafeli ve uzak. Çok sevdiğim bir metafor var; Bir pergel gibi çizerek yaşamak. Bilirsiniz, pergelin bir bacağı sabittir ve yere kök salmıştır; ama bu arada diğer bacağı sürekli hareket ederek büyük bir çember çizer. Ben kendi edebiyatımı da buna benzetiyorum. Bir ayağım istanbul'da güçlü Türk kökenimle duruyor. Ama diğer bacağım dünyayı geziyor, farklı kültürler arasında köprüler kuruyor. Bu açıdan, kurgularımın hem bölgesel hem de evrensel, hem buradan hem de heryerden olduğunu düşünmeyi seviyorum. "

Elif Şafak mistik ruhunu yansıtmasının ardından, köklerinden kopmadan dünyaya açıldığını vurguluyor. Pergel örneği tam anlamıyla olayı yansıtıyor.

"Aranızda İstanbul'u bilenler büyük ihtimalle Topkapı Sarayı'nı da görmüşlerdir, 400 yıldan uzun bir süre boyunca Osmanlı Sultanları orada ikamet etmişlerdi. Sarayda, en gözde cariyerlerin bulunduğu bölmelerin hemen dışında binaların arasında "Cinlerin Meşveret Yeri" denilen bir yer vardır. Bu kavram benim çok ilgimi çekiyor. Birşeylerin arasında kalan bölgelere bizler genellikle pek güvenmeyiz. Onları belirsizlik simgesi olarak alma ve dumansız ateşten yapılmış Cin denilen doğa üstü yaratıklara ait bölgeler olarak görme eğilimindeyiz. Ama bence biz yazar ve sanatçıların en çok da böyle aradalıklara, belirsiz bir bölgeye ihtiyacı var. Kurgu yazdığımda ben bu belirsizliği ve değişkenliği sevgiyle kucaklıyorum. 10 sayfa sonra neler olacağını bilememekten zevk alıyorum. Karakterlerim beni şaşırttıklarında mutlu oluyorum. Bir romanımda Müslüman bir kadının hikayesini yazabilirim. Ve bu belki de çok mutlu bir hikaye olur. Bir sonraki kitabımda ise Norveçten yakışıklı ve gay bir profesörü yazıyor olabilirim. Kalpten geldiği sürece, her şey veya herhangi bir şey hakkında yazabiliriz."
Her kitabında bizi sürprizlerle karşılayan Elif Şafak, belirsizliklerden hoşlandığını bahsediyor. Bir yere takılıp kalmıyor zaten, herkesi anlatıyor şişmanı da zayıfı da, Müslümanı da Gayrimüslimi de, mutluyu da mutsuzu da...

Konuşmanın son bölümü ise herşeyi özetliyor:

"Sonuçta, hikayeler dönen semazenler gibiler, çember ötesi çemberler çizerler. Kimlik politikalarını aşarak tüm insanlığı birleştirirler. Ve bu da iyi haber. Eski bir Sufi şiiri ile bitirmek istiyorum.

"Gelin tanış olalım;
İşi kolay kılalım;
Sevelim sevilelim;
Dünyaya kimse kalmaz. "

Teşekkür ederim."

Bir yazarı konuşmasından tanımak bu olsa gerek.

Meraklısına not:

TED, dünyanın en ilginç konusmacılarını ve konularını biraraya getiren, New York ve Vancouver merkezli bir yapılanma. Denizlerin derinliklerindeki bilinmeyenlerle nükleer santral yapımını veya terör örgütlerini bir arada buluşturabilen ve kolay kolay bulunamayacak bilgileri su üstüne çıkaran olağanustu bir program.


Konuşmanın tam metnini ve TED sitesini de buraya tıklayarak bulabilirsiniz.

Edebiyatla kalın...

Kubilay

26 Ağustos 2010 Perşembe

Mahrem - ELİF ŞAFAK


“Mahremiyetin gitti mi elden, sen de gitmelisin tez elden!”

Elif Şafak külliyatı maceram Mahrem'le devam ediyor. Her kitabını beğenerek okuduğum Elif Şafak, Mahrem'de tüm genellemeleri yıkarak bambaşka bir eser çıkarıyor karşımıza.

"Uyumsuzluklara ve toplumun bunlara nasıl baktığına dair çok katmanlı bir metin. Sıradışı, sanrılı bir roman..."

-Kirkus Reviews


Mahrem ne tam bir roman ne de bir konuyu derinlemesine inceleyen araştırmacı bir metin. Her ne kadar yayınevi tarafından zorunlu olarak "roman" kısmına alınsa da aslında bu ikisinin arasında, alışılageldik sınırlamaların dışında bir kitap.Kabına sığmıyan bir eser Mahrem. Çok ilginç bir kurguya sahip. Alaaddin'in halısı gibi önünüze açılan diyarlara ne gerçek ne masal gözüyle bakabiliyorsunuz. Kitabın rüzgarına bir kapıldığınızda kendinizi ummadık yerlerde bulabiliyorsunuz. 1999 İstanbul'undan 1999 İstanbul'una uzanan, arada binbir türlü karakterin girdiği, yer ve zamanın mekik dokuduğu kitapta Elif Şafak'ın büyülü anlatımı önemli bir yer tutuyor. Mahrem'i baştan kurgulayarak yazmadığını şu sözlerle belirtiyor Elif Şafak:

"Mahrem'i yazarken kendimi tamamen yazımın akışına bıraktım. Romana başlarken nasıl biteceğini bilmiyordum, sezgilerimle ilerledim. Okuru şaşırtan her dönemeç beni de şaşırttı diyebilirim..."

Bir nevi kapıları ardına kadar açık bir saray.Okuyucu romanın içinde istediği gibi dolaşabiliyor. Her olayı kendine göre yorumlayabiliyor. Her okuyucusuna gizli geçitler sunan yaramaz bir çocuk gibi Mahrem.

"Kurgudaki iç içelik, açık bırakılan uçlar ve benzetmelerin yorgunluğuna bakılırsa, Mahrem dikkatli bir okura gereksinim duyuyor.
Evet sanırım öyle. Ama ben yazmaya başlarken böyle bir niyet taşımıyordum. Seçkincilikten hoşlanmıyorum. Öte yandan her metnin farklı okumalara açık olduğunu düşünüyorum. Özellikle de Mahrem gibi bir metnin... Bu da demektir ki salt ve mutlaka doğru olan bir okuması yok Mahrem'in. Belki aynı insan bile farklı okumalarda farklı anlamlar çıkartacak. O yüzden farklı okumalara, yorumlara açık olmak gerektiğine inanıyorum."

Kitabın karakterleri Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi, Be-Ce, şişman ama oldukça şişman bir bayan, Samur-Kız, La Belle Anabelle hepsi özenle yazılmış karakterler.Kendinizi Samur-Kız'ın çirkinliğine üzülürken, La Belle Anabelle'nin güzelliğine öykünürken de bulabiliyorsunuz. Empati kurmak işten bile değil.

Mahrem sıradışılığını her sayfada gösteriyor. Hikayeleri anlatırken "BURAYI GEÇEBİLİRSİN ASLINDA, OKUMANA GEREK YOK!" diyebiliyor. Bölüm adları çok ilginç, belki de "Mahrem"i "Mahrem" yapan da onlar:

"Bir - Yum Gözünü... İki - Aç Gözünü... Üç - Sobe! İki! Bir! Sıfır!"

Geri sayım numaralı bölümler "Ya olmasaydı?" diyor ve adeta başa saran bir kitap daha ortaya çıkarıyor.

Mahrem'i okuyunca görmenin ve görülmenin ne denli önemli olduğunu anlıyorsunuz. Bir de bakmışsınız hayatta çoğu şey görme üzerine kurulu. İnsanların hayatını etkiliyor, az buz bir şey değil yani...Çirkinlik de güzellik de onun başının altından çıkıyor. Okuduktan sonra etrafınıza kem nazarla bakmaya zorlanıyorsunuz , görünüşleriyle ve o anki davranışlarıyla değerlendiremiyorsunuz kimseyi. İyi ki de okumuşum, bu özellikleri bir nebze artırabildiysem ne mutlu bana :

"Ne denli çirkin olursa olsun seyirlik olan, hakkı vardı görülmeye, gözden ırak kalmaya. Hem gözden ırak kalabilseydi eğer, bu kadar çirkin olmazdı zaten."

Kitabın ilk iki bölümü aynı iskelete sahip. İlk kısım kadınların dünyasını, diğeri ise erkeklerin dünyasını anlatıyor vişne çadırın esrarlı kapısını aralayarak. Aynı olayların farklı bakış açılarıyla büsbütün değişebildiğini gösteriyor bizlere. Bir başka ayrıntıysa Osmanlı'nın batılılaşma sürecine ve modernitiye eleştirel bir bakış açısı sergilemesi. "Memalik-i Osmaniye komşunun bahçesinden elma aşıran bir çocuğun telaşıyla arkasına bakmaya cesaret edemeden Batılılaşırken..." diye başlayan cümlelerle aslında bunun altında yatan sebebin de görmek olduğunu söylüyor.

Kontrast'ı takip edenler bilir, Elif Şafak'ın betimleme gücüne hayranımdır. Mahrem'de iki pasta betimlemesi var ki parmakları yedirtecek cinsten. Sırf bu yüzden bile kitabı almanızı tavsiye ettiğim Mahrem için Elif Şafak binlerce "eline sağlık"ları hak ediyor!

Kitabın en can alıcı noktası hem metinden ayrı hem bağlantılı, hem gelişigüzel hem nizamlı Nazar Sözlüğü. Be-Ce'nin yazdığı sözlük bizlere görmenin ve görülmenin ucunun nerelere ulaşabileceğini gösteriyor. Aşk'ın Kırk Kural'ının sinyallerinin burada verildiğini söyleyenler var dipnot olarak söyleyeyim. Nazar Sözlüğü'nden birkaç madde, en beğendiklerimden bazıları:

“Yaşam: Yaşamı görmek için, ayna tutarız ağzımıza. Yaşamı göremesek bile, yaşadığımızı biliriz ayna buharlanınca.”

“Gözbebeği: İnsanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. Karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. Yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. Yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. Uzağın payına karanlık düşer. Zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez.
Aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki aşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka “gözbebeğim!” diye hitap edilir.”

“Ay Tutulması: Gökyüzündeki Ay yeryüzündeki insanların gözlerinden saklanmayı başarır bazen. Hazır kimse görmüyorken, pudrasını tazeler.”
Mahrem gerçekten de Çağdaş Türk Edebiyatı'nın okunması gereken kitaplarından biri. Sürprizlerle dolu Mahrem'i her edebiyat severe tavsiye ederim.
"Kırk yamalı tek iplikli bir şaman kisvesi gibiydi
ayna kırıklarındaki aksi
İpliği çekince dağılacaktı, dağıldığında
bile bir aradaydı.
Gelişigüzel saçılmıştı,
Gelişigüzelliğinde bile bir nizam vardı."

Kapak tasarımı da çok şık, insanın elinde taşıyıp herkese gösteresi geliyor.
Bu arada İngilizce olarak "The Gaze" adıyla da yayınlanmış Mahrem. Sözlükten baktım gaze "dik dik bakmak, rahatsız edici bakış" anlamlarına geliyormuş, meraklısına... The Gaze'in kapağı da vişne rengi çadırdan ve masalsılıktan esinlenilmiş Türkiye'de de kullanılsa güzel olurmuş vesselam.

Elif Şafak'a ve DK'ya teşekkürler.
Puan:5 üzerinden yıldızlı 5 hem de en parlak ziyalısından.
Edebiyatla kalın.
Kubilay

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Kirâze - SOLMAZ KÂMURAN


Kadınlar. Gerçekten de tarihin akışını etkileyen unsurların en önemlisi. Çünkü ister köle olsun ister imparator -ne kadar mantığıyla hareket ettiğini söylersen söylesin- âşık olduğu kadının etkisi altında kalır elbette. Üstüne üstlük bahsettiğimiz kadın Safiye Sultan, Hürrem Sultan ya da... Kirâze gibi biriyse!

Kirâze hırsı, zekası ve çekiciliğiyle Osmanlı haremini - ve tabii ki de Devlet-i Aliyye 'yi de ! - etkilemiş Yahudu biri. Kocasının kuyumculuk kartvizitini kullanarak haremi, Hürrem Sultan'ın gönlünü kazanmakla başlayıp, tek tek ele geçiren Kirâze aynı zamanda da Safiye Sultan'ın akıl hocası ve sırdaşı. İktidârın, zenginliğin, cazibenin ve şehvetin "kitabını" yazmış biri adeta. Osmanlı'dan Venedik'e , İngiltere'den Fransa'ya onun adı herkesin kulaklarında. Osmanlı'yla ticaretin anahtarı onun ellerinde. Politika kirli iştir derler ya, bir de buna harem cephesi eklenince hüsranlı sonlar baş gösterir. Kirâze'nin de öyle oluyor velhasıl, 88 yaşında sipahi isyanı onun sonu oluyor.

Roman sadece Kirâze üstüne kurulu değil. Yanlış anlaşılmasın roman adeta "tarih yazıyor", Kirâze ve ailesi bizim için olayları onların gözünden izlediğimiz kişiler. İspanya'dan kovulan binlerce Sefarad Yahudisi'nin yaşam mücadelesininden başlayarak Osmanlı ve diğer birçok ülkenin tarihinin azımsanmayacak bir kısmını kaplayan bir roman.

Kitap Sefarad Yahudileri'nin hayatını gözler önüne seriyor. Yahudi geleneklerinden (barnitzba vb.) mutfağı ( boyos vb.) ve diline (Ladino) kadar başarılı bir anlatım içeriyor. Aynı zamanda Yahudilerin Osmanlı ve Avrupa saraylarının dinsel, ekonomik ve politik hayatını nasıl yönlerdiğini çok canlı bir şekilde gözler önüne seriyor:

"Ama sizi daima hatırlayacağız İspanya kralı ve kraliçesi, tıpkı daha önce bize kötülük edenleri hatırladığımız gibi. Sizden intikamımızı tarih kitaplarından alacağız. Adınız sonsuza kadar lekelenecek, bunu hiçbir ordu yapamazdı size. Sizi ve korkunç fermanınızı sonsuza kadar unutmayacağız."

Katolik ve Protestan çekişmelerini, sultanların ve kralların bilinmeyen yönlerini, haremin acımasızlığını, İngiltere kraliyetini, Anna Boleyn'i, Tudors'ları, Venedik karnavallarını, isyanları, uslanmaz yeniçerileri, yakıp kavuran İstanbul yangınlarını, 1509 Büyük İstanbul Depremi'ni, papalığın iç yüzünü, ensest ilişkileri, şehvet dolu aşkları ve bunların fazlasını Kirâze'de bulabilirsiniz...

Kitabın bölümlerinin tarih tarih ayrılmış olması takibi kolaylaştırıyor ve bir nevi günce havası sağlıyor. Yer yer olayların belirtilmesi de olaya derin bir tarihi araştırma havası veriyor. Kitabın ilk sayfalarında verilen harita çok kullanışlı, olayların coğrafyalarını takip etmek güzel bir ayrıntı.

Entrika sevenler için biçilmiş kaftan, aynı zamanda çok da şaşırtıcı olaylar yer alıyor. Kitabın sürükleyiciliğini sağlayan temel olaylardan biri tesadüfler serisi üzerinde yürüyor. Yaşanan her bir olay insanı ters köşeye yatırıyor, büyük de bir trajedi içeriyor. Kitabın sonunu merakla bekleten cinsten.

Karakterler bol, akılda kalıcı. Tanıdık simaları da bulabilirsiniz, Kanuni, Yavuz ve Hürrem gibi...

Solmaz Kâmuran ilk defa okuduğum bir yazar. Çok beğendim ve başarılı buldum. Anlatımı akıcı. Ve aradığım en önemli özellik sanatsallık içermesi. Betimlemeler - bilhassa İstanbul betimlemeleri- usta elinden çıkma. Okuru derinden sarsan muhteşem bir resim çiziyor.

Daha çarpıcı kapak tasarımı olabilirdi. Çünkü hepimiz hakkında pek bilgi bilmediğimiz kitapların kapağından etkileniyoruz az biraz. Daha albenili bir kapak satışı artırır. Düzenleme yapılmalı bence çünkü bu kitap okunmayı ve çok satılmayı fazlasıyla hak ediyor.

Solmaz Kamuran'a ve İnkilâp yayınlarına teşekkürlerimi sunarım.

Puan :4,5'tan 5.

Edebiyatla kalın...


Kubilay

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...